Bilgi, aklın kulluğudur el-ilm: huve ibadet el-akl
İhsan Fazlıoğlu
Kudema, Allah’a kulluğu, “yaratılanın, yaratıldığı hal üzere olması” biçiminde tanımlar. Başka bir deyişle, kul olmak, bir şeyin ne üzere yaratıldıysa o şey üzere olmasıdır. Bu nedenle, Evren’deki her şey kuldur. Bir gezegenin ya da bir atomun doğaları neyi gerektiriyorsa onu yapması kullukları üzerinde oldukları anlamına gelir. Tüm yaratılanlar, kulluklarına ilişkin bilgiyle donatılmışlardır; dolayısıyla kullukları zorunluluk içerir. Yaratılanlar, zorunluluklarını yerine getirdiklerinde hem görevlerini ifa etmiş, hem de içerdikleri imkânları bi’l-fiil hale taşıyarak kemallerini tamamlamış olurlar. Kemâline ulaşan her yaratılanın zevâli de başlar… Zeval, Evren’deki her var-olan için Bütüne geri dönmek; yeni bir görev için Sürece dahil olmak demektir.
İnsana gelince, insan, öteki varolanlardan farklı olarak akıl denilen bir meleke ile donatılmıştır. Beşer yanı, onu öteki varolanlarla bir kılarken, akıl yanı ayırır ve insana dönüştürür. İnsan, insanlığını aklı sayesinde kazanır… Ancak akıl bir imkândır; beşerî gelişime(bâliğ) bağlı olarak akıl, imkân olmaktan çıkıp fiile dönüşmeye, akl etmeye(âkil) başlar. Bu nedenle, beşerin doğası var iken insanın doğası yoktur; çünkü insan verili bir yapı değildir; sürekli oluşan bir süreçtir. Bu süreci insanın fıtratı belirler; insanın fıtratı da imkân halindeki [terbiye ve tâlim edilmemiş] mücerred akıldır. İnsanın beşer yanı, tıpkı Evren’deki öteki varolanlar gibi zorunlu bir doğaya sahiptir; bu nedenle, zorunlulukları yerine getirerek varolmasını sürdürür. Beşer de tıpkı öteki varolanlar gibi imkânlarını bi’l-fiil kılıp kemâlini tamamlar ve zevâle erer; Bütüne geri döner; Sürece dahil olur.
Akıl ise imkândan melekeye dönüşme sürecinde, beşerî gelişim kadar yeni bir öğeye gereksinim duyar; o da bilgidir. Beşerî süreç için maddî gereksinimler ne kadar gerekli ise aklî süreç için de bilgi o kadar elzemdir. Bu nedenle aklın kulluğu, sahip olduğu bu yapıyı, imkândan bi’l-fiil sürece geçirmesi, dolayısıyla yaratılış hâli üzere olmasıdır. Bu sürecin eylem hali tefekkürdür; tefekkür ise bilgiyle başlar, bilgiyle sürer ve bilgiyle tamamlanır. Bundan dolayıdır ki, kudema, etkinlik kazanmış aklı, sahip olduğu bilgiyle tanımlar. Bunun sonucu açıktır; akıllı olmadaki dereceyi, bilmek belirler. “Hiç bilenler ile bilmeyenler bir olur mu?” âyet-i kerîmesini yorumlarken bazı müfessirlerin “akıllı olanlar ile olmayanlar” yorumu, akletmenin bilmeye, bilmenin akletmeye müteradif olarak kullanıldığını gösterir.
Ârifler, İslâm’daki biçimsel ibadetlerin derûnî manâlarından bir tanesinin beşerî organları terbiye etmek olduğunu; başka bir deyişle, her bir maddî organının terbiye için bir ibadeti bulunduğunu söyler ve eklerler, “Aklın ibadeti ise tefekkürdür”; ibadet yani kulluk… Bu nedenledir ki, tanınmış Osmanlı düşünürü Taşköprülü-zâde, “İlim aklın ibadetidir” demektedir. İlim/bilgi konusunda ulema ve urefa arasındaki bu vurgu son derece dikkat çekicidir; o kadar ki, bazı müfessirler Kur’an-ı Kerîm’de kullanılan ibâdet (Zariyat Sûresi, 65) ve emânet (Ahzab Sûresi, 72) kavramlarını, biçimsel fıkhî ibadet yanında ilim olarak yorumlarlar. Sonuç açıktır: İnsana yüklenen emanet akıl, dolayısıyla tefekkür ve yine dolayısıyla ilim/bilgidir.
Yukarıda, sahip olduğu imkânları bi’l-fiil hale getirerek kemâle eren her varolanın zevâlinin de başlayacağına değinmiştik. Bir imkân olarak akıl, tefekkürle bi’l-fiil hale geldiğinde, bilgiyle donanıp kemâle erdiğinde ne olur? İşte, insan aklının imkânlarını bi’l-fiil hale getirip kemâle ermesi, beşerî durum ile öteki varolanlardan farklı olarak, zevâlini doğurmaz; tersine aklın kemâli yeni bir eşik için ilk adımdır. Bu nedenle irfânî geleneğimizde nefsin halleri, makamları vb. kavramlardan bahsedilir. Bu durum, bir yanıyla da, insan-olmanın akıl üzerinden devam etmesi ve tekâmülün sürekliliğidir (insan-i kâmil).
Tam bu noktada, zorunluluk ile sorumluluk ayrımına işaret edilmelidir. Beşerin zorunlulukları vardır; ama insanın sorumlulukları mevcuttur (emânet). Sorumluluğun kaynağı akıldır; çünkü Evren’de her var-olan, kendi zorunluluğunu, dolayısıyla sınırını kendi içinde taşır; bu zorunluluğun gerektirdiği imkânları bi’l- fiil haline getirdiğinde, sınırına vardığında tükenir. Ancak insanın tarihî deneyimine bakıldığında, aklın sınırlarının sürekli genişletildiği görülür; beşerî olarak uçamayan insan, insanî aşamada âlet yaparak uçar; ya da hafızası yeterli olmayan insan, yazı ve günümüzde genel ağı icad ederek hafızasını kuşatıcı ve kalıcı kılar. Bu durum insan aklının, ahlâkı mümkün kılan başka bir özelliğini ortaya çıkarır; çünkü akıl söz konusu olduğunda zorunluluk yeni bir anlam kazanır. Maddî zorunluluk doğaldır ve yapılması gereklidir; var-olanın bir seçim hakkı yoktur; tersine bir biçimde yapılmaz ise var-olan ortadan kalkar. Kadîm tabirle, var-olanların doğası mûcibtir. Canlılarda ise mûcîb zorunluluk mürîd bir zorunluluğa dönüşür; belirli bir istek ve seçme/tercih aşamasına… Akıl ile muhtar olma aşamasına ulaşılır; muhtar olmada, yalnızca seçme/tercih değil seçmeme/tercih etmeme de bir seçme/tercih imkânıdır. Örnek olarak, bir atomun hareketi mûcîbtir; bir hayvanın acıktığında onu değil de şunu yemesi bir seçimdir(mürîd); insanın aç olmasına karşın yememesi; hatta kendini ifnâ etmesi muhtarlıktır. Bu nedenle irâde, yapma isteği iken ihtiyar, yapmama özgürlüğüdür. Kınalızâde’nin de ifade ettiği üzere, mücerred akıl, bedeni mutalaa ederek isteklerini müzakere eder; ifrat ve tefrit arasındaki vasatı ihtiyar ederek bedeni itidal üzere tutar. Açıktır ki, ahlâk, beden için değil akıl içindir; başka bir deyişle ahlâk, insanî olanın, beşerî olanı mütâlaa etmesidir; bunun sonucu da erdemdir; akıl olmadan tefekkür, tefekkür olmadan bilgi, bilgi olmadan erdem olmaz…
Tefekkürün konusu hem duyulur(mahsus), hem de akledilir(makul) alandır. Öyle ki, mahsusata ilişkin bilgisi eksik olanın aklî kemâli de eksiktir. Abdülkerim Cilî, Meratib el-vucud adlı eserinde, görme engelli bir insanın Tanrı’nın masnûâtındaki görme duyusuna ilişkin bilgiden mahrum olacağı için makulâtında da sorun bulunacağını, dolayısıyla kemâlinin nakıs kalacağını belirtir. Benzer bir örneğin, duyma engelli bir kişi için de geçerli olduğunu vurgular… Bu nedenledir ki, kudema nazarî düşünme yöntemine ilişkin bilgilenmeden sonra, insanın duyu ve aklına konu olan her türlü bilgiyi elde etmeye çalışırdı. Çünkü Varlık, hem hariçte [âlem-i şehâde], hem de akılda [âlem-i ğayb] tecellî eder.
Kadîm geleneğimizde, insan üç türlü kullukla yükümlüdür: taabbüd, tefekkür ve tezekkür… Taabbüd ameli, tefekkür fikri/düşünceyi, tezekkür ise irfânı meydana getirir. Bu üç kavram, geleneğimizde üç farklı bilim dalının da ortaya çıkış nedenidir: fıkıh – kelâm/felsefe – irfan… İnsan aklının kemâli de bu üç kulluğun niteliğine bağlıdır. Bu nedenle, ulema ve urefa akılda, ilimde ve ibadette tatili caiz görmezler; çünkü akılda tatil, bizi insanlıktan çıkarır; ilimde tatil hayattan koparır; ibadette tatil ise kulluktan eder. Başka bir deyişle, akılda tatil, saadeti; ilimde tatil, siyâdeti; ibadette tatil ise selâmeti yok eder. Aklı, insan için ışık gibi kabul eden kudema şöyle der: Işığını kaybeden, geceye/karanlığa kalır; geceye kalmak geçe kalmaktır, gecikmektir.
Son söz: “De ki, O, Var’dır; O, Allah’tır; O, Bir’dir/Tektir.” diyen bir mümin-müslümanın, var-olmanın ve bir/tek-olmanın hesabını vermesi zorunlu ise tefekkür/nazar, her mümin-müslüman için olmaz-ise-olmaz bir şarttır.