Modern Sanat ya da Modern Sanat Algısı Üzerine
Yahya Kurtkaya
Sanat nedir, sorusuna cevap vermek üzere çıkacağımız yolun girift oluşu, sanatı kavramaya dair çaba yürüten teorisyenlerin çokluğu kadar olacaktır. Her teorisyen, kendi sanat kuramını inşa ederken, nesnel yargılardan ziyade, biraz da meselenin özü gereği, öznel görüş ve duyumsamalarından hareket eder. Zira sanatın icra edilen bir ‘eylem’ olarak kendi sınırlarını belirlememiş oluşu, onun oluş hâlinin süreğenliğinden kaynaklanmaktadır. Bilimler gibi sanat da son bulmuş değildir. İlk insandan son insana kadar türlü hâllere evrilerek/kalbolarak varlığını müdafaa edecektir.
Türlü tanım farklılıklarına ya da benzerliklerine rağmen sanat üzerine kafa yoranların son tahlilde iki ana kola ayrıldıkları fikrindeyiz. Bunlardan birincisinde sanat, beşerî bir ‘eylem’ olmasıyla yüzü dünyaya dönük bir uğraştır. İkincisinde ise sanatın icrasından ziyade izahının zorluğu, onun bu dünyaya aidiyetinden ziyade bir yere oturtup metafizik bir alanda seyrettiği görüşü vardır. Felsefi zeminde tasnif edilecek olursa birincisinde fayda eksenli; ikincisinde ise haz eksenli bir seyir vardır.
Celâl Fedai’nin ‘Sözcükler İçin Savaş’ isimli poetika kitabında Carl Gustav Jung’dan bizlere aktardığı bir hikâye vardır. Bu hikâyeye kulak verip, sanatın modern sanata dönüşmesine giden yolun seyrine devam edelim: “Bir zamanlar köylerin gürültüsünden kaçıp sığındığı bir mağarada yaşayan tuhaf yaşlı bir adam vardı. Büyücü olarak nam saldığı için ondan büyü sanatını öğrenmeyi ümit eden öğrencileri bulunmaktaydı. Ama o, hiçbir zaman böyle şeyler düşünmüyordu. Tek isteği, bilmediği ama sürekli gerçekleşeceğinden emin olduğu şeyin ne olduğunu öğrenmekti. Üzerinde düşünülmesi mümkün olmayan şeyin üzerinde uzun bir süre düşündükten sonra, içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için çareyi, eline bir parça kırmızı tebeşir alıp mağarasının duvarlarına türlü türlü şekiller çizmekte buldu. Amacı bilmediği şeyin neye benzediğini bulmaktı. Birçok denemeden sonra aklına bir daire çizmek geldi. “Bu doğru” diye hissetti, “Şimdi içine bir de dörtgen çizmeli” ve böylesi çok daha iyiydi. Öğrenciler merak içindeydi ama tek bildikleri yaşlı adama bir hal olduğuydu; ne yaptığını öğrenmek için yanıp tutuşuyorlardı. Ona, “İçeride ne yapıyorsun?” diye sordular. Ama yaşlı adam yanıt vermedi. Sonra duvardaki şekilleri keşfettiler ve “İşte bu!” dediler ve onu taklit ettiler. Fakat böyle yapmakla, tüm süreci tersine çevirdiler. Sonucu başa alarak bu sonuca yol açan süreci baştan başlatmayı umdular.” (Jung’un Dört Arketip’inden aktaran Cihad Kısa)
Bu kısa hikâye, sanatın neşet ettiği noktayı göstermesi bakımından manidardır. Ayrıca, neyin sanat olmadığını göstermesi de, hikâyenin önemini arttırmaktadır. Kısaca dendikte sanat, ne herhangi bir fayda için üretilen bir nesnedir; ne de sayesinde itibar kazanılacak bir metaa. Sanat, bilmediğimiz bir şeyin neye benzediğini idrak edebilmek için peşi sıra koştuğumuz, ancak anlamak ve bilmek makamına bir türlü varamadığımız bir gayrettir. Sanat, sonuç değil; süreçtir.
Bugün sanat ya da sanat eseri dendiğinde anlaşılan şeyin hayli çeşitli oluşu düşündürücüdür. Öyle ki; ‘hangi şey’in sanat eseri olduğu hususunda ne teorisyenler ne de sanatçıların kendileri hemfikirdir. Geldiğimiz bu noktada Portekizli şair ve ressam Fernando Pessoa’nın şu satırları konumuzun şekillenmesi açısından son derece önemli: “Klasik ideallerin çöküşü bütün insanları potansiyel sanatçılar, dolayısıyla kötü sanatçılar haline getirdi. Sanatın sağlam bir yapı, titizlikle uyulması gereken kurallar gibi kıstasları varken, pek az insan sanatçı olmaya cesaret edebilirdi, edenlerin çoğu da gerçekten iyiydi. Ama sanat bir yaratım değil de duyguların ifadesi olarak görülmeye başlandı başlanalı, sanatçı olmanın yolu herkese açılmış oldu, çünkü herkesin duyguları vardır.” (Fernando Pessoa, Huzursuzluğun Kitabı, Çev.: Saadet Özen)
Pessoa’nın bu ifadeleri sanata dair ‘klasik’ bir tavırdan bahis açıyor. İcra edilen bir müziğin, yazılan bir şiirin ya da bir resim çalışmasının… Bunların sanat eseri olarak nitelenebilmelerinin, taşıdıkları klasik ideallere bağlı olduğunu vurguluyor. Klasik ideallerin kaybolduğu toplumlarda da herkese potansiyel sanatçılar olma yolunun açıldığını dile getiriyor. Bunun sebebini ise klasik ideallerin yıkıldığı toplumlarda, sanatın salt duyguları aktarma aracı haline gelmesine bağlıyor. Buradan çıkardığımız net yargı şu oluyor: Sanat, duyguları aktarma aracı değildir.
Sanatta klasik, modern gibi ayrımların en belirgin gözlemleri resim üzerinden yapılmaktadır bugün. Mimarî, bu değişimlerin fark edildiği ikinci alandır denebilir. Edebiyat ise bu keskin geçişleri yumuşatarak yansıtması bakımından daha arkadan gelir. On dokuzuncu yüzyılda belirgin bir şekilde ortaya çıkan modernizm, hem sosyal hayatta hem de sanatta klasik ideallerin hükümlerini kaybetmesine kapı aralar. Sert bir kırılmadır bu. Ve bu kırılmanın ilk somut örneklerini sanatta görürüz. Tabii Aydınlanma hareketlerinin modernizme, oradan da sanata giden yola taşıdığı taş da unutulmamalıdır.
Aynı yüzyıllarda ressamlar, müzisyenler ve şairler tarafından ‘üretilen’ sanat, hayat tarzı ile paralellik arz etmemektedir. En azından sanatçılar için durum vahimdir. Sanayi Devrimi, iktisadî değişimler, coğrafî keşifler gibi etkenler, toplumların değişim ivmesine hız kazandırmıştır. Önceleri bir sanat eserinin başarısı, içinden geldiği geleneğe; yani klasik olana raptı ile ölçülürken artık ‘farklı’ oluşuyla değerlendirilir hale gelmiştir. Bu, ilk bakışta olumlu gibi gözükse de sonuçlarıyla birlikte düşünüldüğünde oluşan kaos görülebilir. Bu hâli belki de en iyi tasvir eden sanatçılardan biri Picasso’dur: “Zevk-i selîm sahipleri, zenginler, aylaklar ve düşünürlerin hepsi sanatta yeni, ölçüsüz, rezaletvâri bir şeyler ararlar. Ben ise kübizmden itibaren aklımdan geçen her türlü tahrik edici tuhaflıkla bu bilgiçler ve münekkitlerle eğlendim; onlar onu ne kadar az anladılarsa o kadar daha fazla hayran kaldılar. (…) Ama kendimle yüzleşince, kendimi kelimenin klasik anlamında bir sanatçı olarak görme cesaretim yok. Giotto, Titian, Rembrandt ve Goya sanatçıydı. Ben ise sadece çağını kavramış olan ve ayrıca çağdaşlarının aptallığını, kibrini ve lakaytlığını becerebildiği kadar kullanan bir halk eğlendiricisiyim.” (Aktaran, Aliya İzzetbegoviç, Özgürlüğe Kaçışım)
Frankfurt Okulu’nun ise sanatın ve kültürün bir metaa hâline getirilmesi üzerine uzun uzun düşündüklerini biliyoruz. Theodor Adorno, Max Horkheimer, Leo Löwenthal, Walter Benjamin gibi isimlerden oluşan Frankfurt Okulu ekibi, özellikle kapitalizmle birlikte sanatın bir tüketim nesnesi hâline geldiğini vurgulayarak, gelinen noktayı net bir dille eleştirmişlerdir. Özelde sinema ve müzik sanatının, genelde de kitle kültür araçlarının toplumu yönlendirmede bir propaganda aracı olarak kullanıldıklarını öne sürmüşlerdir. Zira bu sayede sanat eseri, özünde taşıması gereken ‘haz’ değerinden uzaklaşıp ‘fayda’ değeri ile ölçülebilir bir hâl almıştır. Şöyle yazar Adorno Edebiyat Yazıları’nda: “Sanat, kültür endüstrisinin denetimine girip tüketim malları arasına karıştığından beri, şen yanı da yapay, sahte ve efsunlu hale gelmiştir. Şen olan hiçbir şey, keyfi biçimde tertip edilmiş olanla uyuşamaz. Neşenin doğayla olan barışçıl ilişkisi, doğayı manipüle eden ve hesaba vuran her şeyi dışlar… Bugün karşılaştığımız neşe örnekleri hep örnekle gerçekleştiği için bozulmuş ve çarpıtılmıştır.”
Modern sanatın girdiği çıkmazı fark eden düşünürlerden biri de Jean Baudrillard’dır. Sanat Komplosu isimli kitabında meseleyi etraflıca irdeleyen düşünür, fikirlerinden ötürü Batı’da görmezden gelinir. Ona göre bugünkü reel hayat, türlü imkânları kullanarak –medya, kitle kültür araçları vs.- sanatın yerini tutmuştur. “Sanat, bayağılığa, atıklara, vasatlığa, değer ve ideoloji diye el koyuyor.” demektedir Baudrillard. Sanat Komplosu kitabına tanıtım metni yazan Sylvère Lotringer ise şunları söylemektedir: “Günümüzde sanat, tıpkı herhangi bir ticarî işletme gibi, kariyer fırsatları, kârlı yatırımlar ve yüceltilmiş tüketim nesneleri sunuyor. Sanatla ilgisi olmayan her şey sanata dönüşmekte. Roland Barthes, ‘Amerika’da cinsel ilişki dışında her yerde cinsellikle karşılaşabilirsiniz’ derdi. Şimdi her yerde sanat var, sanatta bile.”
Sanat kavramına dair şimdi aktaracağım yaklaşımı da okuyunca, sanatın son iki yüz yıllık serüveninde nerelere geldiğini anlamak sanırım daha kolay olacaktır. Katiller, Sanatçılar ve Teröristler isimli kitapta sanatın geldiği son nokta (11 Eylül saldırılarından sonra) Karlheinz Stockhausen’ın yorumu çerçevesinde değerlendiriliyor. Stockhausen, “Kozmosun gördüğü en muhteşem sanat eseri!” demişti ve hemen ardından kızı tarafından reddedilmiş ve konserleri iptal edilmişti. Bunu demekle neyi kastettiği anlamak aslında çok da güç değildi. Bugün modern ve ötesi adları altındaki sanat, kendine tarz ve üslup edindiği tüm nitelikler, görsel olanın kullanılması ve kitlelere sunuluşunda getireceği şaşkınlık ve tedirginlikle ölçülür hâle gelmiştir. Bu manada 11 Eylül, icrası tek, provasız, seyircileri hazırlıksız bir sanat eseri olarak algılanmaktadır Stockhausen tarafından. Batı’nın son iki yüzyılda geldiği doyumsuz noktayı, açmazı ve kaosu gözler önüne sermesi bakımından, kendi içinden yapılan bu tespitler hayli düşündürücü.
Sanat, insanoğlu yaşadığı müddetçe yaşayacaktır. Toplumlar hangi sosyokültürel ve iktisadî aşamalardan geçerse geçsinler; kalabalık ve sermaye hangi seviyede güç biriktirmiş olursa olsun, sanat, kendi ontolojik sebebini kaybetmeyecektir. Bunun nedeni, sanatın Tanrısal bir armağan olduğu ve yaşayan tek bir hakikî sanat eserinin dahi, sanatı yaşatmaya yetecek oluşudur. Henry Wadsworth Longfellow’un, Yapıcılar isimli şiirindeki şu pasaj sanatın varlığını sürdürmesi için muhtaç olduğu ‘şeyi‘ külliyle göstermese bile, ona işaret ediyor oluşuyla hayli manidardır: “Sanatın eski günlerinde / Yapıcılar, işliyorlardı büyük bir özenle / Tanrıların o her gün her yerdeki / Görünmeyen varlığını gözeterek.”