Türk Edebiyatının “Eski İle Yeni” Arasında Kaybettikleri
Melek Paşalı
Yeni Türk Edebiyatı’nın başlangıcı kabul ettiğimiz Tanzimat Edebiyatı iflah olmaz bir “eski” muhalifliği üzerinden kendine “yeni” bir varlık alanı açmaya çalışırken az önce inandığı değerler uğruna canını feda etmeye hazır bir şövalye görünümündedir. Bu keskin muhalefet daha ziyade eski dil ve edebiyatın metaforlarının sıradan halkın nezdinde anlaşılabilirliği ve bu edebiyatın insanın sosyal meslelerine ilgisizliği maddeleri üzerinden gidiyor görünse de temelde çok daha derin açılımları vardır.
Yüzeyde görünen tadilat ve yenilikler, çağdaş Batı Edebiyatı’nın (daha ziyade Fransız Edebiyatı’nın) manzum ve mensur türlerinin aceleyle denenmesi şeklinde karşımıza çıkar. Şinasi bu dönemde, deneme, makale, fıkra ve tiyatro eseri yazar, Fransız şiirinden çeviriler yapar. Sanki bir an önce yetişilmesi gereken bir menzil vardır da edip bunun için akıl almaz bir gayrete gark olmuştur. Diğer taraftan Namık Kemal romanla ve henüz terk edemediği eski şiirin kalıplarıyla yeni meseleleri dile getirme gayretindedir.
Tanzimat Edebiyatının karakteristiğini en iyi temsil eden isim kuşkusuz Namık Kemal’dir. O, “Eski” elbiselerinin içinde yeni bir şarkı terennüm eden bir sanatkar olarak karşımıza çıkar. “Yeni”yi üretirken içine düştüğü sarhoşluk aklı ile hafızasının birbirine zıt düştüğünü farketmesine müsaade etmez. Bunu yaparken o denli samimi ve kendinden geçmiş vaziyettedir ki ona dönüp de “acaba bu konuda yeterince düşündünüz mü?” diye sormaya cesaret edemeyiz. “Yeni” her ne ise ona çoktan inanmış, coşkulu bir aşık gibi teslim olmuştur. Peki nedir bu yeni ve yeniliği neresindedir? Bunun cevabını aramadan önce eskinin neliğini hatırlamakta fayda var.
Klasik edebiyatın sembolik dili ve kendine mahsus mazmunları (metaforları) okuyucusunu önceden talime teşvik eden bir durum arz eder ve edip ile karinin zihninde aynılaşmış bir dünyayı ve o dünyaya dair tasavvurları bıkmadan usanmadan üretmeye devam eder. Aslında amaç üretmekten ziyade zevk etmek gibidir. Keşfedilecek yeni bir hakikat yoktur bu tasavvurda, sadece zevk edilecek, meşk edilecek güzellikler vardır. Böylece sanatın gayesi “güzelliğe” sanatçının vazifesi de “güzelleştirene” hamlomuş olur. Akabinde anlamı üzerinde uzlaşılmış bir alem, sembollerin yardımıyla soyutlanarak metafizik bir boyuta yükseltilmeye çalışılır. Muhtemelen sanat gerçek anlamını orada gösterecek, sanatçı ile kari aradıkları doyumu orada elde edebilecektir.
Asırlarca devam eden bu döngü 19 yy’a geldiğimizde akşam uyuduğu alemi sabah bulamayan çocuk şaşkınlığı ile yörüngesinde yalpalamaya başlar. Alem elbette yerindedir, lakin “yeni” insanın alem hakkındaki zanları yavaş yavaş değişmektedir. Bu değişimin nerede nasıl başladığı elbette ayrı bir alanın dikkat noktasıdır, fakat şunu tesbit etmekte yarar var; edipler bu değişimin öncüleri gibi görünseler de aslında ardıllarıdır. Onları öncü gibi gösteren sanatın o kendine mahsus “gösterme” gücüdür.
Namık Kemal’ın İntibah romanının klasik edebiyatın leitmotifi ‘aşk’ı ele alırken tercih ettiği yol, eski ile yeni arasındaki değişimin ipuçlarını ihtiva etmesi bakımından ilginçtir. Romanın baş kahramanı Ali Bey, varlıklı bir ailenin iyi eğitim almış oğludur. Aşık olduğu kadın Mahpeyker ise İstanbul’un meşhur hayat kadınlarından biridir ve Ali Bey’i tuzağına düşürüp sömürmek derdindedir. Cariye Dilaşup ise saf ve temiz bir genç kız olarak Ali Bey’e annesi tarafından sunulan bir kurtuluş reçetesidir. İki kadın arasında kalan Ali Bey bir türlü içinden çıkamadığı entrikaların sonunda kendisini hapiste bulur. Romanın finalinde Mahpeyker Dilaşup’un, Ali Bey ise Mahpeyker’in katilidir.
Halk Edebiyatı’nda karşılaştığımız aşk hikayelerine, hatta Leyla ile Mecnun hikayesine benzer görünse de Namık Kemal’ın aşk hikayesi diğerlerinden bariz bir surette ayrılır. Bu ayrılık eski ile yeninin ayrılığı konusunda da yol göstericidir.
Klasik edebiyatın asırlarca dayandığı Leyla ile Mecnun hikayesi toplumun farklı sosyal sınıflarına mensup iki gencin bir türlü vuslata eremeyen aşk hikayesi gibi okunsa da biz onun derin katmanlarında bütüncül bir varlık ve aşk tasavvurunu, hakikat arayışını, hayatın anlamını serdeden metafizik bir boyutu gözlemleriz. Mecnun vasıtasıyla varlık, ayağımızın altından başlatılarak sürekli yükseltilir ve müteal bir noktaya getirilip bırakılır. “Leyla”dan Mevla’ya geçmek şeklinde vulgarize edilen bu varoluşsal deneyim kariin/aşığın bilincini metafizik olana çekme temrini olmak hasebiyle anlamlıdır. Bu yolculuk dünyadan yola çıkan bir deneyim olmakla birlikte dünyaya dair izler minimal düzeydedir ve herkesin sahiplenebileceği asgari müştereklerde sınırlı kalır. Sosyal gerçeklik, kültürel farklılıklar, bireyin bireyselliği neredeyse hiç dikkate alınmaz. Aslolan, ‘yolcu’nun kim olduğu değil, kim olacağıdır. Bu yüzden klasik hikayelerde kari, mevcut haline denk gelen detayları bulamaz, dikkati bulacağı umut edilen gelecekteki kendine odaklanmaya çalışılır. Eski’nin, eleştirilerin hedef tahtasına oturtulan en bariz vasfı da budur denebilir: “mevcut” insanı göz ardı eder, “müstakbel” insana odaklanır.
İntibah romanına geldiğimizde ise tamamen “mevcut insanla” başbaşa kalırız. Gerçi metnin ilk roman olmaktan gelen birçok nakısası vardır fakat dikkat noktası “mevcut” insandır, onun mevcut meseleleridir. 19 yy’ın ikinci yarısında İstanbul’da aşık bir gencin yolculuğu toplumun sosyal gerçekleri ve bu gerçeklere nizam vermek isteyen bir üst zihnin perspektifinden anlatılır. Hayat kadınlığı, iffet, namus, cariyelik gibi konular ‘toy’ bir aşığın yolculuğunda içinden çıkamadığı sosyal meseleler düzeyinde kalır ve öteye dair, müstakbel insana dair bir gönderme içermez. Aşkın metafizik boyutu doğal olarak mevzu bahis değildir.
“Eski” Edebiyatın, insanı metafizik bir varlık olarak algılayışı anlatılan her ne olursa olsun varılacak nihai noktanın “hikmet” olmasını öngörüyordu. Bu zaviyeden bakıldığında insanın “başına gelen şeylerin” kendi başına bir anlamı ve önemi yoktu, yalnızca çözülmesi gereken şifreleri ve sembolleri vardı. Yani bir hikaye, bir an veya bir durum, edip/sanatçı onda “bütün”ün izlerini görsün diye önüne bırakılmış bir zeminden ibaretti; sanatçının yalnızca ayağını basacağı bir zemin. Bakışın ise daima yukarıya dönük olması gerekiyordu.
19.yy “bakışı yukarıya dönük sanatçı”nın boynunun ağrıdığı yüzyıldır da denebilir. Yukarıya bakmaktan hemen önündeki, ayağının altındaki gerçekleri kaybettiği zehabı, onu telaşla “aşağıya” bakmaya sevk edecek, el yordamıyla bulduğu her şeyi edebiyata dahil etmeye çalışacaktır.
Bundan böyle “Yeni Edebiyat”ta insan günlük problemleri, sosyal meseleleri ve talepleriyle görünecektir. “Müstakbel” insan uğruna gözardı edilen bütün “basit” ve dünyevi vasıflarını keşfetmek, daha doğrusu dillendirmek ve göstermek kaygısı ağır basacaktır artık. Aynaya ilk defa uzun uzun bakan biri gibidir “Yeni Edebiyatçı”nın konumu; ne kadar önemsiz ayrıntı varsa ona dikkatle bakacak, önem atfedecek, önemsizliğini –bir umut– belki zamanla kendisi keşfedecektir.