Edebiyatın İdeolojiyle İmtihanı
Melek Paşalı
Edebiyatımızın çağdaşlaşma serüveni, süreklilik arz eden bir yapının zaman ve şartlar dahilinde kendini yenilemesi şeklinde vücuda gelen bir “akış” sürecinden ziyade bir inkar ve kopuş, ardından da eklektik bir montaj sürecini izler. Kaba hatlarıyla bu şekilde tanımlanabilecek sürecin içinde “sürekliliği” muhafaza etmeye çalışan gayretler elbette mevcuttur fakat bunlar genel yapıyı belirleyecek, ona rengini verecek nicelikte değildir.
Klasik edebiyat ne kadar metafizik bir dünyanın içinde yitmiş ve onun tasavvurlarıyla meşgul görünüyor idiyse, yeni edebiyat da o denli sosyal hayatın, siyasi değişimlerin ve hatta ideolojinin gölgesinde kendine “yeni bir yurt” inşa etmekle meşguldur. Bu meşguliyetin en ilginç örneklerinden biri ve ilki Halide Edip’in bugün çok az bilinen bir eseridir: Yeni Turan.
1912’de yayımlanan bu romanında Halide Edip yeni edebiyatın dayanakları ve imkanları noktasında kayda değer ipuçları vermekle kalmaz, bize edebiyatın imkanlarıyla kurgulanan ideolojik bir ütopya sunar. Edebi anlamda Halide Edip’in en zayıf metni olarak kabul edebileceğimiz romanın kahramanları dört ideolojik tipten ibarettir. Göçebe Türk kültürünün modern bir kurgusundan ibaret olan kadın kahraman Kaya, onun yoldaşı ve sevgilisi Oğuz, karşı kampta yer alan, Kaya’nın, sevgilisi Oğuz’u hapisten kurtarmak için evlenmek zorunda kaldığı Osmanlıyı temsil eden karakter Hamdi Paşa ve onun yeğeni Asım.
Romanın, dönemin Türkçülük akımının sözlüğünü üstlenen bir metin olmaktan öte bir varlık sebebi yok gibidir. Yazar ne edebi bir arayış, ne estetik bir kaygı ne de “insan”ın peşindedir. Roman boyunca kökeni Orta Asya’dan başlatılan, Osmanlıya rağmen inşa edilmeye çalışılan suni bir Türk kimliğinin, felsefeden, dinden, gelenekten ve tarihi gerçeklikten koparılarak yeniden hayal edilişine tanıklık ederiz. Hayal edilişi evet, çünkü roman bir “düşünme” çabası gibi görünmesine rağmen “hayal etme”den öteye geçemez. Bu hayal edişin çocuksuluğu özellikle Kaya tiplemesinde billurlaşır. Kaya’nın kıyafetinden hal ve tavırlarına dek detaylı tasvirleri bizi ikna etmez elbette ama gülümsetir: Bol ve uzun bir cüppe, tamamen Türk köylüsü gibi yapılmış bir çift çarık giyen Kaya, ayaklarında “ta doğadan, iki bin yıl önceki asıl Turan’dan gelen gürültüsüz, tabii bir güç” barındırmaktadır, bakışlarında “katiyen, kadın ya da erkek, insana cinsiyet hatırlatan hiçbir şey” yoktur.
İnsana ve hatta kadına dair hiçbir sahih duygu taşımayan, tek bir zaafı dahi olmayan bu kadın tiplemesi, sosyal gerçeklere sözcülük etme gayretindeki yeni edebiyatın aslında bu çabasında da başarılı olamadığının göstergelerinden biri sayılabilir. Burada daha ziyade sosyal gerçekliklerin “yeni ideolojiler” için edebiyat üzerinden yönlendirilişine tanık oluruz. Bir türlü oluruna bırakılamayan bir hayat, akışı dışarıdan gelen darbelerle sekteye uğratılan bir süreç söz konusudur. Yeni toplumu ve yeni insanı “kendiliği”nde değil, ideolojilerin tanımlarında arayan tek yazar Halide Edip değildir elbette; 20. yy Türk Edebiyatı farklı ideolojilerin tasavvur ettiği insanı ve toplumu edebiyatın yardımıyla inşa etme gayretlerinin yüzyılıdır adeta.
Yeni Turan ile başlayan bu ideolojik seyir Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Halide Edip’in, Yakup Kadri’nin, Peyami Safa’nın romanlarıyla macerasına devam eder. Peyami Safa’yı bu eğilim içinde “ideolojik” olanı “düşünce” düzeyine çıkaran isim olarak kaydetmek gerekir. Onda meseleler, Cumhuriyet ideolojisine hizmet etmek yerine, Cumhuriyet insanının meselelerine hizmet etmek mesabesindedir. Safa, sosyal gerçekliği içinde gözlemlediği ve hikaye ettiği insanın, “bir insan olarak” da peşindedir. Özellikle Yalnızız ve Biz İnsanlar romanları yazarın ideolojik anlamda tamamen hürleştiği, insanı kendiliğinde aradığı muhteşem metinlerdir. Fakat bu seyri Halide Edip’te ve Yakup Kadri’de göremeyiz.
İdeoloji ile sanat dengesinin başka bir cenahtaki “bozulmuşluğu”, Toplumsal Gerçekçilik olarak tanımlanan sol ideolojinin edebiyat çabasında karşımıza çıkar. Bu defa insan Marksist ideolojinin tanımları içinde edebiyata yedirilmeye çalışılır. Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Fakir Baykurt gibi yazarlar Anadolu insanının gerçeğini “emek ve adalet” kavramı üzerinden hikaye etmeye çalışırken ibrenin ideolojiden yana vuruşu değişmez. Yalnız Sebahattin Ali özgünlüğünden gazgeçmeyen bir yazar olarak tebarüz eder ve dikkatini “insan”da yoğunlaştırmaktan korkmaz. Bunun yanında köy hayatını edebiyatın merkezine alan, bu yüzden “köy edebiyatı” olarak da adlandırılan, genellikle Köy Enstitülü yazarların ortaya koyduğu eserlerden müteşekkil bu edebiyat, dönemin siyasi dengelerine hizmet etmekten öte bir işlev göremez. Bu eserler, bir sanatçının bakışıyla “köyden ya da köylü”den bahsetmez, bilakis bir siyasinin nazarındaki köyün ve köylünün anlamına odaklı, edebi anlamda “kör” eserlerdir. Gerçi Toplumcu Gerçekçiliğin “sanat” tanımı buna muhalif değildir, orada da aslolan sanatın toplumsal ödevidir ve bu tanım, içinde hiçbir aşkın unsur barındırmaz.
Sanatın aşkın unsurlar barındıran ideolojik tasarrufu için Büyük Doğu oluşumu ilginç bir örneklik teşkil eder. Necip Fazıl’ın önderliğindeki bu oluşum sanata metafizik bir anlam yüklerken, onu dönemin siyasal kamplaşması içinde ideolojik olarak “ödevlendirir” de. İdeolojik olarak ödevi, kesintiye uğratılan geleneksel Türk düşüncesinin ve kültürünün yeniden inşası olan bu edebiyat, bu çabanın temellerini ise İslam’ın metafizik imkanlarında bulmakla yükümlüdür.
Burada Nazım Hikmet üzerinden yürütülen “sol” ideolojiyle Necip Fazıl üzerinden yürütülen “sağ” ideolojinin “edebi” kavgasından söz edebiliriz. Üstelik her iki edibin şair olması hasebiyle bu “kavga” daha heyecanlı, duygulu ve etkin bir mücadeleye dönüşür. Her ikisinin de hayatı siyasi engellerle, hapislerle örülü bir biyografi özelliği taşır. Gerçi siyasi anlamdaki engellemeler edebiyatımızın kulvarını değiştirdiği Tanzimat’tan bu yana tanık olduğumuz, özellikle de Namık Kemal’in hayatında sembolleşen bir realitedir ve sosyal ve siyasi meselelerde söz hakkı olduğuna inanan Yeni Edebiyat’ın ayrışmaz bir unsuru gibidir. Edebiyat metafizik olandan uzaklaşıp siyasi olana yaklaşmayı ödev edindiği günden beri başı bu tür “dertler”den kurtulamamış, “yukarıdan” bakıp da dillendirdiği dünyanın “içine” girmekle zaten bu türden belalara talip olmuştur.
Yirminci yüzyıl edebiyatının bu ideolojik kamplaşması içinde meseleye “yukarıdan bakmaya” devam etme konusunda ısrarlı olan nadir sanatçılardan da söz etmek gerekir. Ahmet Haşim, Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Asaf Halet Çelebi gibi isimler, sanata sanattan başka gerekçe aramayan edipler olarak zuhur ederler. Onlar için sanatın sosyal ödevinden değil sanatın işlevinden söz etme mümkün olabilir. Sanatı kendi alanı dışında bir alanın ya da disiplinin yan unsuru ve hizmetkarı kılmak sanatı daha doğmadan varlık sahnesinden çekmek olacaktır. Tanpınar’ın dilinden söylersek: “Sanat eserinde, sanattan başka endişe olmamalıdır. Ama bu, meselesiz olmak demek değildir. İnsan, kendi meseleleridir. Ben herhangi bir devrenin açıkça müdafaasını yapan eserden hoşlanmam. İnsanı bütünü il ele alan ve arasından meseleleri veren eseri tercih ederim.”
Bu anlamda 20. yy edebiyatı “insanı kendi meseleleri” üzerinde düşünmek yerine ideolojik bir insan-toplum-tarih-kimlik algısı üzerine düşünmeye teşvik eden, bunu yaparken “kendini” unutturan bir edebiyat çabasıdır. “Neden artık büyük sanatçı çıkmıyor” sorusunun cevabı da bu eğilimde saklı olmalıdır. Belki de asıl “büyüklük” insanın kendi üzerine eğilebilmesindedir.