Fichte ve Alman Romantizmine Etkisi
Ahmet Ayhan Çitil
Genel olarak romantizm ve özel olarak Alman Romantizmi estetik, siyasi ve felsefi boyutları bulunan bir akım olarak, döneminde hâkim olan ve aklı, oranı, simetriyi yücelten, sanat eserini akıl tarafından bilinebilen ideal formların duyusal alanda temsil edilmesi üzerinden anlamlandıran anlayışlara bir karşı çıkış içermektedir. Felsefi açıdan her şeyin akılla açıklanabileceği düşüncesine karşı bireyi, bireyin iradesinin ve imgeleminin önemini savunmaktadır. Siyasi olarak ise bireyin özgürlüğünü yaşayabileceği bir mekân olarak millet fikrinin ve buna bağlı olarak da milliyetçi yaklaşımların gelişmesine önemli etkilerde bulunduğu düşünülmektedir. Bu ifadeler dikkate alındığında ortada ne olduğu ve ne olmadığı belli olan bir sanat ya da düşünce akımı olduğu sanılabilir. Oysa mezkur alanlarda bir uzlaşma olduğunu söylemek zordur.
Öte yandan özelde Alman Romantizmi’nin genelde de romantizmin üzerinde önemle durulması gereken bir fenomen olduğunu, hatta Avrupa tarihinde İngiltere’deki Sanayi Devrimi, Fransa’daki Siyasî Devrimi ve Rusya’daki Toplumsal – İktisadî devrimlerle kıyaslanabilecek öneme sahip devrimci bir hareket olduğunu söyleyen düşünürler vardır. Bu ikinci görüşe göre, Alman Romantizmi’nin gelişimi, bugünkü Batı dünyasını (ve Batı’nın diğer coğrafya ve medeniyetler üzerindeki etkisi dikkate alırsa günümüz dünyasının tamamını) sadece sanatsal anlamda değil, tarihi olarak da belirleyen mühim olaylardan birisidir. Romantizmin önemi “Akıl, neyi nasıl ortaya koyarsa ve neyden nasıl şüphe ederse etsin, birey kendi iradesi ile birşeyleri var kılabilir, kendini gerçekleştirebilir ve kendisinden daha büyük (yüce) bir şeyin parçası olabilir” mottosu ile ifadesini bulan aslî bir yönelimden kaynaklanmaktadır. Bu yazı Alman filozofu Johann Gottlieb Fichte’nin (1762 – 1814) Alman romantizmine etkisini belirlemek üzere bu ikinci fikre daha yakın bir çizgide şekil bulacaktır.
Romantik akımın temsilcileri birbirlerinden ne kadar farklı düşünürlerse düşünsünler sanatçının eserinde kendi iç dünyasını dışavurmasının esas olduğunu düşünme eğilimindedirler. Bu düşünce biçiminin ilk nüveleri Johann Gottfried von Herder’in yazılarında bulunabilir. Bir sanat eserini sanatçının /zanaatkârın niyetlerinden, arzularından, iç dünyasında olup bitenden kopuk biçimde anlamak ve anlamlandırmak olanaklı değildir. Sanat eseri, sanatçının eseridir ve sanatçı o eserde kendisini gerçekleştirir. Bu açıdan bakıldığında romantik akımın önemli bir unsuru, birey olarak sanatçının ve sanatının bireyselliğinin dışavurumu olarak görülmesidir.
Öte yandan akım öyle bir dönemde ortaya çıkmıştır ki, bireyleri daha önce bir arada tutan dinsel inanışlar ağır eleştiriler almış, krallar devrimlerle alaşağı edilmiş ve dolayısıyla bireyin kendisini neye ait hissedeceği konusunda tereddüt, hatta korku hakim olmaya başlamıştır. Birey, kendi özgürlüğünü gerçekleştirebilmesine zemin sağlayacak ve kendini ait hissedebileceği bir bütüne aidiyetin özlemi içerisindedir. Romantik akım öyle bir estetik çerçevenin peşindedir ki bireysel özgürlük ve bireysel dışavurum ile bireyin bir bütüne ait olmasının tasdik edilmesi bu çerçevede bir araya gelebilsin. Her şeyden kuşku duyabilen, her şeyi eleştiren, her şeyi sınıflandıran, doğayı ötekileştiren bir aklın yada akla dayalı bir aydınlanmanın böyle bir çerçeve sunabilmesi ise romantikler tarafından olanaksız görülmektedir. Bu noktada aynı zamanda milliyetçiliğin de fikir babası olarak görülen ve romantik akımı düşünceleriyle derinden etkilemiş olan Herder’in dili önermeleri temsil eden yansız bir araç olarak değil, insanların kendilerini ifade ettikleri ve kendi varoluşlarını belirleyen, atalarından tevarüs ettikleri bir mekan olarak tasarlaması anlamlıdır.
Aydınlanma düşüncesi bireyi sınırlayan biçimiyle dinsel olanı, monarkların egemenliğini sorgulamış ve bu anlamda bireyin özgürleşmesine hizmet etmiş olabilir. Ama yaşanmakta olan süreçlerde bireyin karşı karşıya kaldığı sıkıntıları çözebilmek adına yeterli bir zemin sağlamaktan çok uzaktır. Ancak hem bireyin eserinde kendini dışavurmasını, kendi bireysel özgürlüğünü neredeyse destansı bir biçimde gerçekleştirmesini olumlarken, aynı zamanda bireyi bir bütünün unsuru kılacak olan bir düşünsel çerçeve özü itibariyle paradoksal görünmektedir. Aslında öyledir de. Romantik akımı karakterize eden önemli yönelimlerden birisi de, insan tecrübesinin farklı düzeylerinde ortaya çıkan paradoksal yönelimleri tanımak, kabul etmek, belki aşılamayacaklarını onaylamak ama yine de aşmaya çalışmaktır. Bu itibarla, romantik akımın gerçeklik algısı, aydınlanma düşüncesinde merkeze yerleşen aklın tersine, çelişkilere ve paradokslara yer verir. Söz konusu bu çelişkiler ve paradokslar romantik yaratıcılığın ilham kaynağı olarak da yorumlanabilir.
Öncelikle ifade edilmelidir ki, Fichte, Alman Romantizmi’yle ilişkilendirilmesinden önce Aydınlanma Düşüncesi’ni kendi eserlerinde kemale erdirdiği düşünülen Kant’ın izleyicisi, onun felsefesinin bir bakıma devam ettiricisi olarak görülür. Fichte’nin erken dönem bir eserinin bizzat Kant’ın takdirini kazandığı bilinen bir gerçektir. Öte yandan Kant’ın bu desteğini, Fichte’nin bir yazısı dolayısıyla ateizmle suçlanmasından sonra geri çektiği de bir başka gerçektir. Ancak, Fichte’nin felsefî görüşlerinin çıkışını Kant’ta bulduğu kendi yazdıklarıyla da sabittir. Soru şudur: Pek çok eleştirmen ve fikir tarihçisinin, Aydınlanma karşıtlığı ile özdeşleştirme eğiliminde olduğu bir sanat ve düşünce akımı, nasıl olur da, kendi çıkış noktasını bir Aydınlanma düşünürü olan Kant’ta bulan bir filozofun görüşlerinden etkilenir ve güç alır? Bu soruyu yanıtlamak, bir bakıma Kantçı felsefenin nasıl olup da Alman idealizmi dediğimiz felsefî akıma yol açtığı sorusuna da cevap verebilmeyi içermektedir.
Aydınlanma Düşüncesi, bir yanıyla, İsaac Newton’un fizikte başardığının ahlak, siyaset ve estetik alanlarında da başarılabileceği fikri iyimserliğine dayanır. O zamanki algıya göre Newton, sadece deneyimde bize sunulan verilerle işe başlayıp, doğanın işleyiş yasalarını ortaya koymayı başarabilmiştir. Kant da bu bilimsel dünya görüşünden hareket etmiş, saf aklı eleştiriye tabi tutarak neyi bilebileceğimiz, neyi yapmamızın iyi olacağı ve neyi umabileceğimiz konularında bütünlüklü cevaplar sunmaya çalışmıştır. Kant’ın kendisinden önceki spekülatif metafiziğe getirdiği temel eleştiri, söz konusu metafiziğin dayandığı, akıl sahibi varlığın kendi yetileri marifetiyle kurduğu nesnelerin dışında, aşkın bir nesnellik alanının olduğu iddiasıdır. Kant kendi başına, zamanı aşan bir surette kalıcı bir varlık alanı bulunduğu anlayışını eleştirmiştir.
Kant’ın düşüncesinde insan aklının aşamayacağı sınırlar mevcuttur ve saf aklın eleştirisi her şeyden evvel bu sınırların tanınmasını gerektirir. İnsan aklı bu sınırları tanıdığında, bu sınırlar dahilinde yapabileceklerinin ve kurabileceklerinin de farkına varacaktır. Kant’a göre insan aklı doğanın bilimini yapabilmekte ve bu bilim üzerinden yaşamını kolaylaştıracak teknolojiler geliştirebilmektedir. İnsan aklı benzer şekilde ahlak deneyiminin temellendirilebilmesi için de yeterlidir. İnsanlar diğer akıl sahibi varlıkları amaç olarak gözeterek, Kant’ın tabiriyle bir “amaçlar krallığının” mensubu olabilmektedirler. Tarihsel süreç böyle bir gaye üzerinden anlamlandırılabilir. Ayrıca insan aklı sanatsal etkinlik için evrensel bir zemin de sağlamaktadır. Deha doğayı gayesine ulaştırabilecekmişçesine sanatsal bir eseri oluşturabilme melekesi olarak insan zihninde mevcuttur.
Fichte’nin Kant’ın bu muazzam sisteminde gördüğü olanaklar karşısında büyülendiğini söylemek yanlış olmaz. Öte yandan, Fichte, Kant’ın sisteminin bazı açılardan yetersiz kaldığını, insanın özgürlüğü ve bu özgürlüğünü gerçekleştirmesi bakımından bazı sınırlar içerdiğini ve belli ölçüde dönüştürülmesi gerektiğini de düşünmüştür. Fichte’nin Alman romantizminin yükselişi bakımından önemi, Kantçı felsefenin aslî unsurlarını da teşkil eden bazı sınırların ortadan kaldırılması ya da mahiyetinin değiştirilmesinde yatar. Fichte’nin neyi başardığını, Alman Romantizmi bakımından neden önemli olduğunu anlamak bu felsefî arkaplanda anlaşılabilir olmaktadır.
Bu noktada, Alman romantizminin arkasında yatan özleme ilişkin şöyle bir iddia öne sürülebilir: Aydınlanma düşüncesi, bizi dinsel ve geleneksel düşünce biçimlerinden kurtarmışken, kendi yapıp etmelerimizi bir başka (ahlakî) idealle sınırlamaksızın ve aklî bir kurgu ile kıyaslamak zorunda kalmaksızın, istediğimiz gibi yaratabilmemizin ve yaşayabilmemizin bir yolu olmalıdır. Madem akıl sahibi varlık, kendi tarihini yaratabilme kapasitesine sahiptir; deha doğayı gayesine ulaştırabilecekmişçesine sanatsal bir eseri oluşturabilmektedir, bu varlığı kısıtlayan her ne var ise ortadan kaldırılmalıdır. Kant’ın kritik felsefesinin alımlandığı dönem bu özlemin, Kant’ın felsefesinden yararlanarak ama Kant’ın felsefesini dönüştürerek gerçekleştirilmesinin felsefe düzleminde yolunun açıldığı dönemdir.
Fichte ve Schelling bu özleme felsefî yapıtlarıyla hizmet ettikleri ölçüde Alman romantizmini etkilemiş veya ona hizmet etmişlerdir. Ancak, asıl sorun Fichte’nin Alman romantizmini nasıl etkilediği değil, bu dönemde başta Almanya olmak üzere insanların doğayla ve kendileriyle olan ilişkilerinde yaşanan büyük dönüşümün hem felsefeyi hem de sanatı önüne katıp sürüklemesidir. Fichte bu sürece Kant’ın felsefesini insan iradesinin doğa ile bağıntısını dönüştürerek ve Alman romantizminin arkasındaki özlemlere uygun hale getirerek katkı sağlamıştır.
Fichte’ye göre Kant her ne kadar ampirik deneyimin ve ahlak deneyiminin nasıl kurulduğu konusunda bize yeni ufuklar açsa da, kurmaya çalıştığı dizgenin dayanması beklenen temel ilke bakımından bir eksiklik taşımaktadır. Kant’ın dizgesinde tamalgı (Apperzeption) ve tamalgının birliği nesnelliğin kuruluşunun zemininde yer almakla beraber, “Ben” kalıcılığını kendi-başına olanın temsillerini dışsal his yoluyla edinmesine borçludur. Fichte’ye göre bu son derece temel bir eksikliktir ve Kant’ın dizgesinin kendi ayakları üzerinde durmasına izin vermemektedir. Bir bakıma “Ben” kendi dışında olan ve bilgisini kuşatamadığı bir şeye dayanmak durumunda kalmaktadır. Kant ahlak deneyiminden söz edebilmek için kendinde şeyi dizgesi içerisinde ama bilginin ulaşabildiği alanın dışında tutmaya mecbur olduğunu düşünmektedir. Her bir varolan hem bir tezahür (fenomen) olarak hem de kendi başına (numen) olarak düşünülebilmekte, tezahür olması itibariyle doğa yasalarına tâbî olmakta, ama kendi başına olması itibariyle de özgür bir neden olarak düşünülebilmektedir. Bu suretle, doğal bir varlık olarak insanın nasıl olup da özgür bir neden olarak ahlak tecrübesine sahip olabildiği bir açıklama zeminine kavuşmaktadır.
Öte yandan akıl herhangi bir eylemin mekanik bir nedensellikten mi, özgür bir nedensellikten mi kaynaklandığını bilememekte, hem sadece mekanik nedenselliğin olduğunu hem de iki tür nedenselliğin birlikte bulunduğu bir nedenselliğin olduğunu düşünebilmekte ve hangisinin doğru olduğuna karar veremediği için bir antinomiye (bir tür paradoksa) kapılmaktadır. Bu soruna bağlı bir biçimde, Kant’ın yaklaşımı, bu dünyada, karşılıklı haklara ve yükümlülüklere sahip, doğal olanın alanında bulunan nesneleri sahiplenen ve mülkiyet ilişkileri içerisine giren, birtakım yaptırımları ortaya koyan ve bu yaptırımları kabullenen, kısacası bir hukuk deneyimine sahip somut bir şahsın oluşumu ve bu şahsın deneyimlerinin temellendirilmesinde yetersiz kalmaktadır.
Kant’ın kurguladığı birey numenal alanda ahlâkî bir deneyime, fenomenal alanda ampirik bir deneyime sahip ancak bu iki alan arasında ikiye bölünmüş, parçalanmış bir bireydir. Ayrıca, Kant’ın ortaya koyduğu anlayışa göre bireylerin ahlâk yasasına uygun bir biçimde düsturlarını oluşturuyor olmaları, bireylerin özgünlüklerini kaybettikleri bir sürece de karşılık gelmektedir. Ahlâkî düsturların içeriklerinin öznel oluşu, birarada yaşayan ve hem nesnelerle hem de birbirleriyle ilişkilerini düzenlemeye çalışan bireylerin hangi zemine dayanarak bir hukuk düzeni oluşturacakları konusunda yetersiz kalmaktadır. Tüm bu nedenlerden hareket eden Fichte önceliği hukuk deneyiminin ve buna bağlı olarak siyasî olanın metafiziksel temellendirilmesine vermiştir.
Fichte hukukun ahlâka dayandırılması gerektiğini ya da ahlâkın bir biçimde hukuka önceliği olduğunu düşünüyor olmasına karşın, iş, hukuk deneyiminin temellendirilmesine geldiğinde, işe ahlâkın metafiziksel temellendirilmesi ile başlanılmasının sonuç vermediğini, bu bakımdan da ahlâk ile hukuk deneyimleri arasında metafiziksel bir bakış açısından gündelik deneyim içerisinden bakıldığında bu kadar net farkedilmeyen bir farklılaşma, bir ayrım hatta bir karşıtlık olduğunu düşünmektedir.
Fichte’nin tarihsel-toplumsal koşulların baskısı nedeniyle, modern devletin metafiziksel temelleri konusunda görüş üretmeye yönelmiş olduğu da söylenebilir. Ancak burada tüm bu koşullar ve koşullanmalar bir yana, metafiziksel düşüncenin kendi içsel dinamiklerinin de belli bir yöne doğru evrildiğini gözardı etmemek gerekir. Kant’ın teorik aklın faaliyetine dair bir sınır ortaya koyması, bu sınırı dikkate alarak ahlâkı metafiziksel olarak temellendirmeye çalışması, ancak bu temellendirme çabasının, konu hukukun metafiziksel temellerine geldiğinde kendi içinde barındırdığı yetersizlikler ve tüm bunların sonucunda da hukukun metafiziksel olarak temellendirilebilmesi için farklı bir düşünsel yaklaşımın benimsenmesi, tüm bu düşünüş zinciri kendi içsel dinamiklerine göre ilerlemektedir. Bir bakıma, gerek toplumsal ve tarihsel koşullar gerekse düşünsel tartışmaların kendi dinamikleri Fichte’yi “Ben”in kuruluşu ve doğa ile ilişkisi bakımından belli bir çizgiye doğru yönlendirmiştir. Fichte’nin düşüncesinde Ben “kendi kendini vaz ederek” var kılandır; kendisi saf eylemdir. Ben kendini vaz eder ve Ben-olmayan’dan ayırır. Ben-olmayan ise varlıksal dayanağını Ben’de ve Ben’in kendisini var kılmasında bulur.
Fichte’nin modern devleti ve hukuku metafiziksel olarak temellendirme girişimlerinde Kant’ı aşabilmek için geliştirdiği temel düşüncelerden birisi, kronolojik ya da doğal olarak önce ortaya çıkanın varlıksal olarak önceliğe sahip olduğunun zorunlu olarak öne sürülemeyeceği düşüncesidir. Örneğin, insanın kronolojik ya da genetik açıdan bakıldığında öncel olarak biyolojik-fizyolojik bir varlığa sahip olması insanın varlığı/özü bakımından biyolojik-fizyolojik bir varlık olduğunu göstermez. Hatta insanın doğal ya da fiziksel varlığının yanısıra ahlâkî bir varlığa sahip bulunması yine insanın varlığı /özü bakımından salt ahlâkî bir varlık olduğunu göstermez. Fichte’nin yaşadığı dönemde, Fransız devrimi sonrasında modern devletlerin ortaya çıkmaya başladığı düşünülürse, Fichte’nin hukuku ve modern devleti temellendirmeye çalışırken öne sürdüğü görüşlere evrensellik atfedebilmek amacıyla yukarıda ifade edilen yaklaşımı benimsediği söylenebilir.
Fichte hukukun metafiziksel olarak temellendirilmesi girişiminde öncelikle üç ayrı düzlemde, üç ayrı sentetik birlik tanımlar : “Ben ve nesnenin sentetik birliği”, “erdem ve mutluluğun sentetik birliği” ve “birey ve devletin sentetik birliği”. Fichte bireyin ancak bu üçüncü düzlemde devletle karşılıklı bir bağımlılık içerisinde varolduğunu, diğer iki düzlemde gerçek anlamda bireyden söz edilemeyeceğini, dolayısıyla da birey-devlet birliğinin varlıksal olarak diğerlerine önceliği olduğunu düşünür. Bunun anlamı şudur, ampirik deneyim ya da ahlâk deneyimi düzlemlerinde bireyin ya da şahsın kurulması olanaksızdır. Birey ya da şahıs ancak devletin bir unsuru, bir ferdi olarak varlık kazanabilir .
Fichte, bireyin Kant’ın düşüncesinde parçalanmış olarak ortaya çıktığını öne sürer ve Kant’ın bazı düşüncelerinde değişiklik yaparak Ben’in birliğini sağlamaya ve bu parçalanmışlığı gidermeye çalışır. Fichte’nin önemli eleştirilerinden birisi üçüncü antinominin Kant tarafından ele alınış biçimine yöneliktir. Fichte mutlak Ben’in hem pratik hem de teorik faaliyetin zemininde yer aldığını, dolayısıyla teorik olanla pratik olanın Kant’ın yaptığı gibi ayrılamayacağını öne sürer. Kant’a çelişikmiş gibi görünen iki ayrı nedensellik aslında bir ve aynı nedenselliktir ve antinomi olarak Kant’ta ortaya çıkan gerçekliğin ta kendisidir. Fichte’nin üçüncü antinomiyi bu şekilde ele almaktaki amacı numenal olanla fenomenal olan arasında Kant’ın düşüncesinde varolan kopukluğu gidermektir.
Fichte bu görüşüyle mülkiyetin metafiziksel olarak temellendirilebilmesinin yolunu açmıştır. Bir başka deyişle Fichte, üçüncü antinominin geçersizliğini iddia ederek, eylem ile nesne arasındaki bağıntıya dair teorik kavrayışın imkânını sağlamaktadır. Bu bağlamda özgür emek kavramını ilk kullanan ve teorik çerçevede tartışan kişi de Fichte’dir. Fichte’ye göre bireyin özgürlüğünü teminat altına alan devlet, esasen bireylerin iradesi ile bu iradelerin yöneldiği nesne (mülkiyetin nesnesi) arasındaki bağıntıları düzenleyen, kaynağı ahlâk yasası olan ve hukukî yasaya göre tesis olunan devlettir. Fichte birey ya da şahıs olabilmek ile devlete mensubiyet arasında karşılıklı olarak birbirini vareden esasa dair bir bağıntı bulunduğunu ve bireyin özgürlüğünün devlete mensubiyetle sınırlanmadığını, aksine devletin tesisinin bireyin özgürlüğünün zemininde yer aldığını ifade eder .
Ancak, burada söz konusu olan devlet, tarihsel olarak belli bir dönemde ve mekânda varolan, ampirik bir devlet değildir: mevcudiyeti ve kuruluş ilkeleri Ben’in faaliyetinden a priori olarak türetilebilen transandantal devlettir. Bu mânâsıyla her bir akıl sahibi varlık, kendi yabancılaşamayacağı haklar üzerinden bu devlete mensuptur. Fichte’ye göre, tarihsel olarak içinde yaşanılan ampirik bir devletin belirlenimlerinden kurtulmak ve transandantal esaslara dayalı devlete yönelmek anlamında siyasî devrim meşrudur. Bu yönelim ise, aklın kendi sınırlarına çekilmesi ve kendi tesis ettiğini esas alması anlamında bir “yanılsamadan kurtulma” edimidir.
Fichte’nin ortaya koyduğu düşüncelerin, bir yanıyla Alman Romantizmi’ne yol açarken, diğer yandan, tarihi akılcılaştıran mantıksal bir kurguya yol açtığını ifade etmek gerekir. Fichte’nin fikirleri bir yanıyla Schelling’e ilham verirken bir diğer yanıyla da Hegel’in sistem fikrine ilham vermiştir. Fichte’nin Alman romantizmine etkisini bu arkaplanda şöyle özetleyebiliriz: Tıpkı Kant gibi Fichte de bireyi özgür olarak tasarlamaktadır. Fichte, Kant’ın düşüncesinde açıklanamayan bir konuyu, somut nesnelerin – ki bunlara sanat yapıtları da dahildir – nasıl olup da özgür insan iradesinin bir sonucu olduğunu açıklamayı denemiştir. Bu itibarla, romantik akımın ana unsurlarından biri olan sanat yapıtının sanatçı öznenin dışavurumu olarak düşünülmesinin metafiziksel bir temellendirmesini sunmuştur.
Öte yandan bireyin söz konusu özgürlüğü; Ben ile devletin birliğini, diğer özgür benlerle Ben’in zorunlu birliğini gerektirmektedir. Bu itibarla da, romantik akımın bireyin kendisinden daha büyük bir bütüne temas etme, ait olma özlemlerine de kendi düşüncesinde bir cevap önermiştir.
Fichte’nin felsefesinin merkezinde Kant’ın antinomi (paradoks) olarak gördüğü hususların birer gerçek olarak kabul edilmesi yer almaktadır. Ayrıca Fichte somut tarihsel koşullarda gerçekleşen Fransız devrimini transandandal devleti ortaya çıkaran bir olay olarak yorumlamaktadır. Bu itibarla da Fichte romantik akımın en temel özelliklerinden birisi olan, paradoksal olanı kabul etme ve kendi fikri eserinde bir araya getirme çabası içerisinde girmiş ve kendi çalışmalarıyla romantik akımın bir örneğini sunmuştur.
Alman romantizmini bir devrim olarak görenlerin bakış açıları bu bağlamda anlaşılır olmaktadır. Genelde romantizm ama özellikle Alman Romantizmi bir çağla ya da sanat felsefesi tartışmalarıyla sınırlanmayan bir etkisi bulunmaktadır. En genel anlamıyla söz konusu bu etki, dini ya da metafiziksel bir açıklama biçimine itibar etmeyen, hatta gerçekliğin böyle bir açıklama biçimine uygun olmadığını düşünen insan öznesinin kendini özgür olarak tahayyül etmesi, mensubu olduğu egemen devletin içerisinde kendisini gerçekleştirebileceğini düşünmesi ve en nihayetinde görünürdeki tüm çelişkilerine rağmen bu dünyayı olumlamasıdır. Ama belki de asıl soru, insanlığın geçirdiği ve sonuçlarını yaşamakta olduğumuz bu dönüşümün radikal bir eleştirisinin nasıl yapılacağıdır.