Masal Şehrin Şizofren Şairi Tübingen ve Hölderlin
Ahmet Faruk Çağlar
Trajedi neden hep ‘‘sevimli’’ gelir izleyicilerine? Özellikle de seyirci olunan/kalınan bir dehanın trajedisiyse. Sadece tiyatro sahnesindeyken değil, dekor hayatken de. Aristo haklı mıdır tiyatronun seyirciler üzerindeki arındırıcı (katarsis edici) etkisi hususunda? Belki de… Başkalarının ızdırabı hep çekicidir, izleyen ızdıraptan yeterince uzakken, emniyetteyken. Acımak bizi yüceltir adeta, bizi, yani ham ervahı. Acınacak birilerinin olması çevremizde daima iyi hissettirir bize kendimizi. Onlar hep oldukları yerde kalsınlar isteriz, içten içe. İstediğimizde izleyebileceğimiz kadar yakında, ama sadece biz istediğimizde. Acınmaktansa nefret ederiz, ekseriyetle. Acınıyor olmaktan fayda devşirmiyorsak, acınacak duruma düşmektense yok olmayı tercih ederiz. Büyük utançtır acınıyor olmak ve bizler en çok utancımızdan yerin dibine girmek, yok olmak isteriz. O yüzden ilginç bir duygu durumudur acımak; acınan başkasıyken sevimli, kendimizken kaçınılası…
Tutkularınca ya da tutkularıyla birlikte felakete sürüklenmiş hangi dehayı getirsek aklımıza, hayranlıkla karışık, hatta hayranlıktan çok acıma duyarız. Ve belki de acıyor olmamız bizatihi ona hayranlık duymamızı mümkün kılar, en azından kolaylaştırır. Buna mukabil, başarı sahibi olmuş hiçbir deha muteber değildir gözümüzde. O almıştır yeteneklerinin karşılığını ne de olsa, yukarıdadır, bizim çok üstümüzde… Dehasının farkına yeterince erken varılmıştır, hem başkaları, hem kendisince. Bu farkına varış hele bir de kibre ve küstahlığa yol açmışsa, duyulan hayranlıktan ziyade kıskançlık olur, bazen de garip bir öfke.
Allah vergisi bir yetiye farkındalığın eşlik etmemesi mi sahip olunan o değerli meziyeti eşsiz ve muteber kılar? Nitekim naifliğin eşlik ettiği güzellik de daha değerlidir nezdimizde, güzelliğinin farkında olmayan bir dişi, tıpkı dehasının farkında olmayan bir dahi gibi her daim daha değerlidir gözümüzde. Güzelliğe hep hesapsız bir masumiyet de eşlik etsin isteriz. Ve masumiyet savunmasızlık kadar bilinçsizliktir de…
‘‘Şair masumdur’’ diyen Hölderlin de o acınası dehalardandır, Tübingen’deki kendi kulesinde, Hölderlinturm’da. Hayatının büyük bir kısmını, tam 39 yılını acınılarak geçirmiştir, bir ‘‘deli’’ olarak.
1770’de Neckar Irmağı kıyısındaki Lauffen’da doğar, 1843’de yine Neckar Irmağının kıyısında ölür Hölderlin, Tübingen’de. Varlığını hiçbir zaman hatırlayamadığı öz babasını iki yaşındayken kaybeder bu deli dahi, ölümünü hiç unutamadığı üvey babasını ise dokuz yaşındayken. Artık sığınabileceği tek ve son kale annesidir onun için, o da ona sığınır her seferinde, yaşamanın şiddeti nefesini kestiğinde. Ancak bu sığınak ‘‘delirmesine’’ engel olamamıştır. Kendisine şizofreni teşhisi konduğunda sadece 32 yaşındadır.
Hayatı Neckar’nın kıyısında geçmiştir Hölderlin’in, bazen Eberhard Köprüsü’nün (ünlü Eberhardsbrücke’nin) üzerinden bakar ona, bazen de kıyıdan Eberhard Köprüsü’ne. Hayatla ilişkisi de ırmakla ilişkisi gibidir, ömrü hiç içine giremediği, sıcaklığında ıslanamadığı hayatın kıyısında geçer. Gençliğinden itibaren onu tanıyanlar, yaşamdan zevk alamayan, yalnızlığa meftun, melankolik bir şair olarak bahsederler Hölderlin’den.
Schelling ile küçük bir çocukken tanışır, Hegel ile ise genç bir delikanlıyken. İkisiyle de 1536’da Dük Ulrich tarafından kurulan, şimdiki adıyla Evangelische Stift’de. Çok küçük yaşlardan itibaren antik felsefeye ve sanata ilgi duymaya başlar, her daim puslu bir mistitizmin gölgesinde. 1790’dan itibaren, biraz da Hegel’in etkisiyle Kant’ın felsefesine yoğunlaşır, 1794’ten sonra Fichte’nin felsefesiyle tanışır ve ilk felsefi makalelerini yazar, ancak şiir yazmayı hiçbir zaman terk etmez. Hegel ve Schelling ile birlikte Almanca’ya çeviriler yapar, çoğunlukla hayran olunan Yunan’dan. Bu arada Schiller ile görüşmeye devam eder, onun aracılığıyla geçimini sağlamak için özel dersler vermeye başlar ve Goethe ile tanışır. Yine bu yıllarda tek romanı Hyperion üzerinde çalışmaya başlar ve romanın ilk cildi 1797 yılında yayınlanır. Hyperion bugün de Alman idealizminin en önemli ürünlerinden biri kabul olarak edilir, hatta tek başına ‘‘Alman idealizminin romanı’’ olarak.
Hölderlin’in de tek amacı, tıpkı Romantikler gibi, bilimleri sanatla, sanatı dehayla, duyguları akılla, gerçeği ülküyle, kültürü doğayla birleştirip uzlaştırmaktır. Bunun asla ulaşılamayacak bir amaç olduğunu bildiği halde gayri iradi çırpınır ve sonunda çıldırır… Ama o da Romantikler gibi hiçbir zaman yılmaz, son nefesini verene kadar Caspar David Friedrich’in tuvalindeki ufka erişmeye çalışır, erişilecek bir ufkun olmadığını bile bile, hayalinin peşinden koşar. Zira Hörderlin için, ‘‘İnsan, hayal kurduğu kadar bir tanrı, düşündüğü kadar bir dilencidir.’’
Hayata hiçbir zaman tutunamaz hayalperest dilenci Hölderlin, daha 19 yaşında hipokondri teşhisi konur filozof şaire, hiçbir işte istikrarlı ve başarılı değildir. 32 yaşında, aşk-ı memnu’su Susette’in ölüm haberini aldıktan sonra ise bir daha toparlanamaz, telafi edilemez bu kayıptan birkaç ay sonra artık ‘‘resmen’’ delirmiştir. Hayatının geri kalan 39 yılını bir deli olarak geçirir döneminin en önemli romantik şairi. Kliniklere kapatılır, yüzüne maskeler takılır, deli gömlekleri giydirilir dirençsiz bedenine. Çoğu zaman kapatıldığı kliniğin tek ‘‘ruh hastası’’ odur.
Tımarhanede tutulmasına gerek olmadığına karar verildikten sonra Ernst Friedrich Zimmer adında, Hörderlin’in dehasına hayran bir marangoza emanet edilir, marangoz öldüğündeyse marangozun kızı Charlotte’a ve ömrünün geri kalan kısmını, 36 yılı, Zimmer ailesinin evinin bir odasında geçirir, daha sonraları Hölderlinturm denilen o meşhur sarı odada. 36 yıl boyunca nefes almaya devam edebilmek için yaptığı yegane şey piyano çalmak, kitap okumak ve şiir yazmaktır. Romantik şairin bu dönemde bin üç yüz sayfa şiir yazdığı söylenir. Yine bu dönemde Sophokles’in trajedilerini Almanca’ya çevirmiştir ve bütün bu el yazmaları üzerinde yapılan araştırmalar, eserlerinin en küçük bir dilbilgisi hatası dahi içermediğini gösterir.
Tübingen bugün de o sarı kule ile meşhurdur, bir odasında Hölderlin’den kalan, üzerinde şairin parmaklarının gezindiği yalnız piyano ile. Şehrin güzelliğine hep bir hüzün eşlik eder, Hölderlin’in hikayesi bu hüzünden müteessir herkesce bilinmese de. Neckar hâlâ Hölderlin’in kulesinin önünden geçerken sessizleşir, mecnununun fısıltısını, daha doğrusu çığlığını duyabilmek için.
Yüzyıllardır kimse kıyamamıştır bu hüzne, ikinci dünya savaşında dahi tek mermi sıkılmamıştır Tübingen’in güzelliğine. Meydanlarında yeniden cadılar yakılsın istenir, romantik şairlerin tımarhanelere kapatılması beklenir, şehrin bağrından bir Hölderlin daha çıksın diye. Ama nafile. Deha ve eseri, bilincinde olunamayandır; sebebi bilinemeyen, o yüzden tekrarlanamayandır. Hölderlin’in yalnızlığı da bir daha dolaşmayacaktır Tübingen’in dar sokaklarında, Tübingen Kalesi’nin (Schloss Hohentübingen’in) taşlarına yazdığı şiir tekrarlanamayacaktır. Şehrin içinden akan çaylar bir daha yansıtamayacaktır kasvetli gölgesini, hem şehrin ona, hem de onun şehre yaşattıkları biricikliğiyle kalacaktır, yüzyıllar geçse de eskimeden…
Her şeye rağmen, bahar dokunulamayacak kadar güzeldir Tübingen’de, o yüzden kısa sürer hayat, ne kadar yaşanırsa yaşansın her ölüm erken ölümdür Tübingen’de. Her sevinç insanın boğazına tıkanır orada, Hölderlinturm Neckar Irmağı kıyısında öylece durmuş sararırken…