Romantizmin Mavi Çiçeği
Senail Özkan
Rönesans, kilise tahakkümünden ve engizisyonlardan bunalan Avrupalının teokratik mutlakıyet karşısında yaktığı aklın ışığını keşfetmişti; ancak Aydınlanma ile birlikte belki zamanından önce ilan edildi aklın mutlak zaferi. Kilisenin zulmünden henüz kurtulmakta ve uyanmakta olan Avrupalı, daha ne olup bittiğini tam manasıyla anlamadan tamamen rasyonel ve dindışı bir alana sürükleniyordu.
Tefekkür mabedini inisiyatiflerine alan Aydınlanmacılar, kiliseye ve teolojiye duydukları kin ve nefreti o derece ileri götürdüler ki kiliseyle birlikte tüm dinleri hayattan kovabileceklerini zannettiler. Varlığın metafizik boyutunu ve insanın manevi ihtiyaçlarını tümüyle göz ardı ediyorlardı. Oysa insan sadece rasyonel bir varlık değildi; aksine insanın manevi bir dünyası, hayalleri, hasreti ve bir ruh dünyası vardı. Ancak Aydınlanmacılara söz anlatmak ne mümkündü; onlar manevi bir dünya tanımıyorlardı ve ısrarla hayalin, fantezinin, hasretin, hülasa muhayyilenin bütün ışıklarını söndürmek ve sadece aklın meşalesiyle yollarına devam etmek istiyorlardı. İçlerinde en insaflısı Kant idi; o da akla, yani ilme yer açmak için dinin alanını daraltmak mecburiyetinde hissediyordu kendini.
Rasyonalistlerin bu irrasyonel ısrarları, maneviyat ve din düşmanı tavırları zamanın insaflı entelektüellerini rahatsız etmeye başladı. Aklı kışkırtıcı bir zorba, bir despot ve hatta bir küfürbaz gibi kilisenin, dinin hükümran olduğu alanlara salan ve tüm mukaddesleri yıkmaya kalkışan Aydınlanmacı düşünürlere karşı insan kalbini bir mabet gibi koruyan ve insan zihninin ürettiği değerleri her halükârda muhafaza etmek isteyen aklıselim sahibi düşünürlerin itirazları yükselmeye başladı. Hatta Aydınlanmacıların haklı olarak başkaldırdığı kilise bağnazlığına ve engizisyona rağmen Ortaçağ düşüncesine ve bilhassa mistik ve felsefî düşünceye karşı önce merak, sonra temayül oluştu.
- yüzyıla hâkim olan güçlü Aydınlanma hareketine karşı koymak için hem felsefe ve hem de fikir ve sanat alanında fevkalâde kararlı bir düşünce hareketi gerekiyordu. Bunun için gençlik, ihtiras, irade, kudret ve ateşli hisler lazımdı. Sanat ve edebiyatta Sturm und Drang dönemi tam da bu misyonu yerine getiriyordu ve kuzeyden esen bir kasırga, bir fırtına misali girmişti sanat ve düşünce mahfillerine. Bu hareketin iki civanmert süvarisi vardı ki bir orduya bedeldi: Schiller ve Goethe. Almanya’da doğan ve gelişen bütün fikir ve sanat hareketleri birbirini tamamlayan bu iki dehanın yörüngesinde şekillenmeye başladı.
İmdi Aydınlanmacılar tarafından neredeyse hayattan tardedilmek üzere olan “Poesie” (şiir), Goethe ve Schiller ile en güçlü temsilcisini bulmuştu. Bundan böyle aşka, hayale, fanteziye, kalbin iç âlemlerine, romantizme ve tabiata yelken açılabilirdi. Esasen Romantizmin genç şairlerinin ve sanatkârlarının yaptığı da bundan başka bir şey değildi. Ne var ki bu genç romantiklerin hayal kanatları yeteri kadar güçlenmediği için birbirlerine yaslanmak ve daima çift olarak yola çıkmak durumundaydılar. Goethe ve Schiller zihin ikiziydiler, onlarsa birer kardeş: Schlegel kardeşler, Grimm kardeşler, Boisserée kardeşler, Tieck kardeşler (Ludwig ve Sophie Tieck), Brentano kardeşler (Clemens ve Bettina Brentano)… Bunlardan hiçbiri tek başına ne tam olabilmiş ne de varolabilmiştir. Schlegel, tecrit edilmiş bir güç kadar insan tabiatına aykırı bir şey yoktur derken, Novalis, “Camia, plüralizm bizim cevherimizde mevcuttur. Muhtemelen her insan benim düşündüğüm ve yaptığım işlerde pay sahibidir. Aynı şekilde ben de onların yaptıklarına ve düşündüklerine iştirak ederim.” diyecektir.
Aydınlanma, bir bakıma aklın iblisleşmesi ve ulûhiyetten uzaklaşması demekti; Romantizmin biricik meselesiyse Allah’a ve tabiata dönüştü. Bu hedefe götürecek yegâne yol fantezi, hayal ve hasretti. Aydınlanmacılar sadece akla ve tabiata itibar ediyorlardı. Romantiklerse tabiatı hakikatin tecelligâhı olarak kabul ettikleri gibi, ulûhiyetin de renkli ve esrarlı olduğuna inanıyorlardı.
Romantikler, Sturm und Drang’tan iki şey öğrenmişlerdi: 1) Ben kültü; Ben’i yüceltme, hisse her şeyin üstünde bir değer atfetme ve 2) Aydınlanma hareketine karşı nefret. Diğer taraftan Alman geçmişine ve Ortaçağ mistik felsefesine meftun idiler. Meister Eckhart, Tauler ve Jacob Böhme gibi mistik filozoflara büyük hayranlık duyuyor ve onları rehber kabul ediyorlardı. Öylesine bir duygu sağanağı altında yaşıyorlardı ki bazan sanatla hayat, din, felsefe, şiir ve mitoloji arasındaki sınırları birbirine karıştırıyorlardı. Hatta bazan münferit duyuları birbirinden tefrik edemiyor, renkleri ses, sesleri koku olarak algılıyorlardı. En fazla alegorik bir mana ifade eden ve müzik gibi dolaylı bir tesir icra eden şiir hayal ediyorlardı. O meşhur kozalite prensibinden müstağni bir hayat hasreti içinde olduklarından ister istemez masal ve efsaneye, din ve ilahiyata yöneliyorlardı. Novalis, “Şairane söylenen her şey masalvari olmak mecburiyetindedir” diyordu. Zira masalda kozalite, yani illiyet (nedensellik) prensipleri değil, hayal ve fantezi esastır, masal transandantal bir âlem gibi kozalitenin hüküm sürmediği bir varlık alanıdır.
Bütün romantik edebiyat ve felsefe Novalis (1772-1801) ile farklı bir derinlik kazanmıştır. Hardenberg, yazılarını kaleme almaya başladığında “arazi işleyen, bayındır hale getiren” anlamında Novalis adını kullanmıştır. Novalis’in babası mistik “Herrnhuter” tarikatına mensuptu ve Novalis “mistik mizacını ve ruhunu” babasından aynen tevarüs etmiş görünür. Parlak zekâsı, geniş muhayyilesi ve hissi yapısı onu haricî dünyadan koparmış, kendi iç derinliklerine yöneltmiştir.
Ailesine, bilhassa annesine çok bağlı olan Novalis tahsil için baba ocağından ayrılmak zorunda kalır. İlk tahsiline 1790 yılında Jena’da başlar. Kant felsefesine yönelir. Kafasında büyüleyici bir idealizm tasavvur eden şair, transandantal felsefeyi Kant’tan öğrenecektir. O yıl aile dostu Schiller’in tarih derslerine de girer; ancak bu çok kısa sürer. Schiller 1991 yılında hastalanır: Novalis, Schiller’e samimi olarak bağlıdır ve şair hasta yatağında ecel terleri dökerken yanında nöbet tutar, terini siler. Ancak sadece birkaç ay Schiller’i dinlemek nasip olmuştur. O yıl hukuk, matematik ve kimya okumak üzere Leipzig’e gitmek zorunda kalmıştır. Burada Schlegel ile tanışmış ve tahsilinin yanı sıra tarih okumalarına devam etmiştir. Schiller, bu birkaç ay içerisinde yaratılıştan romantik olan Novalis üzerinde öylesine bir tesir icra eder ki bundan sonra felsefe ve tarih şairin ana meşguliyet alanı haline gelir. Novalis’in ne derece Schiller’in tesir sahasında olduğu notlarından da anlaşılmaktadır: „Schiller, Herder, Lessing, Kant ve ben“; „Schiller, Tacitus ve ben”. Evet, Schiller, daima Schiller!… Her ne kadar Schlegel, alakasını Kant ve Fichte’ye yönlendirmeğe çalışsa da Novalis, tarihten asla kopmamıştır.
Şu var ki Schlegel, Fichte konusunda hedefine ulaşmış sayılır; çünkü Novalis felsefe tahsilini bitirdikten sonra da bu filozofu derinlemesine tetkik edecektir. Fichte’nin bütün varlığı Ben’den, şuurdan inşa eden aklı başlangıçta şairimizin aklına yatmış olsa da zamanla bu konuda acele hüküm verdiğini fark edecektir. Gerçekten Fichte’nin her şeye hâkim olan aklı, her türlü felsefi refleksiyona karşı koyacak kadar güçlü müdür? Filozofun ‘‘Wissenschaftlehre’’ (İlim Nazariyesi) vuzuh, iç mantık örgüsü ve üslûp itibariyle Novalis üzerinde derin bir tesir yaratmıştır; ancak şair, Kant sayesinde aklın zaaflarını keşfetmiştir. Aklın bu derece kudretli olamayacağını fark eden Novalis, tabiatıyla Kant’ı realiteye daha yakın bulmuştur.
Novalis’in hayatının en önemli vakası hiç şüphesiz Sophie von Kühn adındaki aşkıdır. Rüyalar ülkesindeki bir masal perisi gibi Novalis’in hayatının ve sanatının merkezine tahtını kurmuş Sophie von Kühn, aslında güzelliği dillere destan bir prenses değildi. Ancak ilahî bir cazibeye sahip olduğu muhakkaktı ve Dante’nin hayatında Beatrice’nin oynadığı rolü oynuyordu şairin hayatında. Ludwig Tieck de, “semavî bir varlık” olarak tasvir ediyordr bu asil kızı. İki buçuk yıl sonra hayata veda eden bu “semavî varlık”, Novalis’in hayatının bütün huzur ve sükûnuna mal olmuş, hayatının ve faaliyetlerinin esasını teşkil etmiştir. Peki, şairin hayatını, gönlünü ve ruh dünyasını böylesine belirleyen Sophie, gerçek anlamda bir talih miydi yoksa hayatın romantik bir ironisi mi? Dâhi şair, Sophie’nin neyine âşık olmuştu?
Esasen Novalis, Sophie’yi değil, bilakis Sophie’de kendi his dünyasını, rüyâlarını ve ideallerini seviyordu. O, kendi poetik ruhuna âşıktı; Fichte’nin tabiriyle kendi Ben’inden hayal kudretiyle bir gayri Ben, bir dünya, bir Sophie yaratmıştı. Şair hayal dünyasında yarattığı bu peri sûret ile gerçek Sophie’yi aynileştirmişti. Başka bir ifadeyle transandantal Ben ile tecrübî Ben’i birbirine karıştırmıştı. Hatta Novalis gerçekle hayalî dünyanın sınırlarını öylesine birbirine karıştırıyordu ki iki kadını aynı anda sevebiliyordu. İki kadına âşıktı şairimiz; biri ölü diğeri hayatta iki kadına. Sophie von Kühn öldükten bir yıl sonra şairimiz Julie von Charpentier evlenir. Kendisi bunu şöyle izah ediyordu: ‘‘Bu iki sevgili görüntüler âleminde farklılar, gerçek dünyada bir ve aynı kişi olarak kendilerini izhar ediyorlar.’’ Şairimizin gerçek dünyadan muradı tabii ki kendi iç dünyasıdır; bizim için irreel olan âlem onun için gerçek âlem olur; çünkü illiyet sınırlarının ötesinde, zaman ve mekândan arınmış transandantal bir boyutta yaşamaktadır o.
Novalis, Sophie von Kühn’e öylesine derin ve öylesine romantik aşk duyuyordu ki, “Sophie benim aşkım değil, dinimdir” diyordu. Novalis, küçük, sıradan bir ardıç kuşundan semavî bir bahçe bülbülü yaratmış ve ona prestij ediyordu. Oysa bu ardıç kuşunun ne şairin çalkantılı iç dünyasını, ne şiiri ve edebiyatı, ne mistisizmi ve dini, ne de mitoloji ve tabiatı kavrayacak zihin kudretine malikti. Ama aşk her şeye kadirdi ve Novalis bu haleti ruhiye ile daha aşk şarkıları söyleyemeden hayattan ayrılan bu küçük “ilâhe”nin peşinden gitmeye hazırdı. Hayır, intihardan bahsetmiyoruz; Novalis, zihin kudreti, derunî hisler, tasavvur istidadı ve ihtirasıyla maddi âlemin ve bedenî varlığın ötesine geçebileceğine inanıyordu. Sophie’nin ölümünden sonra şair, ‘‘zahirî bir neşe ve sükûn ile derunî murakabe ve aşktan gelen bir ölüm’’ arasında gelgitler yaşamaya başlamıştı.
Ruhuna bir kâbus gibi çöken Sophie’nin ölümünden sonra Novalis, yegâne teselliyi kendi içinde dinî-mistik bir dünya yaratmakta bulmuş ve bütün içtenliğiyle burada ölümün güzelliğini terennüm etmiştir. “Hymnen an die Nacht” (“Geceye İlahiler”) başlığı altında topladığı şiirlerinde mistik bir öte dünya hasreti ölüm hüznüyle karışmaktadır. Varoluşun bütün paradokslarını örten gece sessiz bir melodi gibi ruhları sarmaktadır. “Bizi büyüleyen her şey gecenin rengini taşımaz mı?” diye sorar şair.
“Aşk sessizdir”, der Novalis, Heinrich von Ofterdingen başlıklı romanında, “sadece Poesie (şiir) konuşur onun adına.” “Geceye İlahiler”de ise, tıpkı Hallac-ı Mansur gibi hayatla ölümü aynileştirir. Gece ve gündüz sembolleriyle anlatılan tam da bu haldir. Nasıl gün, şafak kızıllığıyla gecenin koynundan çıkıp bir müddet salındıktan sonra akşam kızıllığıyla tekrar gecenin kucağına dönüyorsa hayat ve zaman da faniliklerden kaçıp ölüme ve ebediyete sığınır:
Die Lieb‘ ist frei gegeben
Und keine Trennung mehr.
Es wogt das volle Leben
Wie ein unendlich Meer.
Nur eine Nacht der Wonne —
Ein Ewiges Gedicht —
Und unser aller Sonne ist Gottes Angesicht.
Sevgi serbest bırakıldı
Artık ayrılık yok
Coşkun hayat
Sonsuz bir deniz gibi dalgalanıyor.
Yalnızca büyük bir haz gecesi —
Ebedî bir şiir —
Ve hepimizin güneşi
Tanrının cemalidir“
Novalis, 13 Nisan 1797’de “koruyucu melek”ini kaybettikten sonra hayata küsmemiş, aksine ona hayat bahşeden şafak kızıllığını beklemiştir. Vakıa bu şafak kızıllığı çok geçmeden al kanatlarıyla çıkagelir. Tefekkürün şiirden başka bir şey olmadığına inanan Hardenberg (Novalis)’in zihninde hakikat şimşeği çakar: “Sonunda her şey şiire dönüşür.” Bütün varlığıyla yaşadığı bu hakikati iki cümlede ifade eder; “Hakiki ve mutlak hakikat şiirdir. Bu, benim felsefemin özüdür.” Hiç şüphesiz Novalis, bununla çok şey söyler ama her şeyi söylemiş olmaz; zira şairin kastettiği “Poesie”nin mahiyeti fevkalâde girifttir.
Öyleyse onun kastettiği “Poesie” nedir? O, “Poesie”den, yani şiirden ne anlar? “Poesie”yi bütün tefekkürünün, sanat ve dünya görüşünün merkezine oturtan Novalis, beklenenin aksine bir şiir tarifi vermez. “Poesie”nin ne olduğunu doğrudan doğruya bilmeyen kimseye hiçbir kavram bunu öğretemez” der. Poesie’nin mistisizmle müşterek bir tarafı vardır. Daha doğrusu şiirin daima mistik bir tesiri ve boyutu mevcuttur ki bu hissedilir, yaşanır ama tarif edilmez. “İnsan yabancı kelimeler duyar ve bunların ne anlam ifade ettiklerini bilmez. Şairin sözcükleri sihirli, büyüleyici bir kudrete sahiptir” der Novalis.
Novalis’e göre şiirin en büyük kriteri içtenlik ve samimiyettir. “Derûna doğru her iniş, iç âleme her bakış aynı zamanda bir yükseliştir, semavî bir seyahattir ve gerçek harice bir atfı nazardır” derken haricî âlemi nasıl derûnileştirdiğini, yahut kendi iç dünyasından mistik, semavî bir dünyaya yükseldiğini vurgulamaktadır. O, bütün varlık âlemine mistik bir pencereden bakar; bütün kâinatı şiirleştirmek ve romantikleştirmek ister. Onun nezdinde her bilgi mistik bir karakter taşır. “Bütün güzîde şeyler” der Novalis, “mistisizme taalluk ederler. Bütün insanlar âşık olmuş olsalardı, o zaman mistisizm ile gayri mistisizm arasındaki fark ortadan kalkardı.”
Bu şekilde Novalis, bir taraftan fani varlığın, ferdî benliğin önündeki engelleri kaldırıp onu ebedileştirirken, diğer taraftan da ebediyete, kozmik varlığa ve tabiata munis bir çehre kazandırmak istemektedir. Novalis, “Dünya bir rüya değildir; ancak bir rüya olmalıdır ve belki olacaktır” derken sadece hayal kudretini kullanmaz, bilakis aynı zamanda ruhun rüya halindeki hafifliğine işaret eder ve buna ulaşmak ister. Nasıl düşünce kudretiyle hislerimizi baskı altında tutabiliyorsak, aynı şekilde hislerimize öylesine bir kesafet ve derinlik kazandırabiliriz ki bu surette objelerin özüne, yüreğine ve tabiatın iç derinliklerine intikal edebiliriz.
Novalis’in biricik meselesi fenomenler dünyasından kendi iç dünyasına, ruhun ulaşılamaz derinliklerine, kalbin iç mekânlarına, saf transandantal Ben’e ve dolayısıyla ruhun evvelemirdeki asli vatanına seyahattir. Bu bağlamda mütefekkir şairimiz, bütün felsefeyi bir “vatan hasreti”, “eve dönüş” olarak özetler; çünkü “bütün dünyaları, mazisi ve âtisiyle ebedîlik içimizden başka bir yerde değildir’’ der. Romantik şairimizin “vatan hasreti”, saf transandantal Ben, yaratılış ve ulûhiyat konularındaki bu mistik görüş ve mülahazaları sûfi şair ve düşünürlerimizin “neyistan” ve bezm-i elest hasretini andırmaktadır. Mesele ruhun aslî vatanına duyduğu hasrettir, gerisi farklı mecazlar ve semboller dünyasıdır ki bu esasen teferruattır.
Novalis, bu saf transandantal Ben’e, “aslî vatan” hasretini veya “eve dönüş” arzusunu “mavi çiçek” sembolüyle dile getirir. “Mavi çiçek”e duyulan ebedî hasret “Poesie” ile dindirilmeye çalışılır. Şair bu “mavi çiçek” fikrini harikulâde romanı Heinrich von Ofterdingen’da dile getirir. Mavi çiçek insanın içindeki metafizik hasrettir; adına ister Tanrı, ister aşk, ister transandantal Ben diyelim. Bu romanda Novalis, kahramanının şair olancaya kadar geçirdiği süreci, ruhi gelişimi ve değişimi mercek altına yatırmaktadır. Kahramanı Heinrich, bir gece rüyasında görür mavi çiçeği. Bu mavi çiçek Heinrich’in daha sonra tanışacağı ince, zarif ve narin Mathilde’dir. Romanın en can alıcı tarafı Heinrich’in rüyasında gördüğü “mavi çeçek”i arayışıdır; çünkü bu arayış esnasında o tüccarlarla, madencilerle, haçlı şövalyeleriyle; Şark’tan gelen Arap kızı Zulima, bir münzevi ve bir prensle karşılaşır. Bunların her birinden dinledikleriyle ruh dünyasını zenginleştirir. Sûfinin seyr-i sülûk esnasında çile doldurarak arınması gibi romanın kahramanı bu arayış esnasında çok çileler çekmekte ama ruhen arınmakta ve benliğini saflaştırmaktadır.
Şeyh Galip’in Hüsn ü Aşk’ını andıran bu alegorik romanda Novalis, tabiat, tanrı, metafizik, ölüm, hayat, mitoloji, şiir, romantizm ve tarih konularındaki görüşlerini şairane bir tarzda dile getirmektedir. Heinrich von Ofterdingen romanı Novalis’in felsefî rüyası, opus magnum’udur. Şair bütün dehâsını ve mesaisini bu romana harcamıştır. Bu romanda o, Mozart’ın apollinik, romantik, hafif, neşeli, hayalvari üslûbunu kullanmaya çalışmıştır. Bununla ilgili olarak şöyle der: “Son derece sade bir üslûp, fakat son derece cüretli, romansa benzer dramatik başlangıçlar, geçitler, sonuçlar – gerektiği yerde konuşma, bazen nutuk, sonra hikâye, sonra refleksiyon, tablo vesaire… Şurada ruhun aksi, burada duygu, öte yanda fikir, görüş, hayal, konuşma, müzik vesaire, durmadan değişiyor ve berrak, şeffaf, açık kütleler halinde yan yana geliyor.”
Her roman belirli ölçüde kozalite kanunlarını ihlal eder; çünkü aklımıza hâkim olan kozalite muhayyilemizde gücünü kaybeder. Muhayyilemiz fevkalade tutarlı şeyler de düşünebilir, fantezi, horor ve dehşet manzaraları da üretebilir. Yaratılışımızda zihnimize hâkim olan zaman ve mekân kuşatmasına karşı bir isyan taşırız. İçimizde daima sonsuzluğa, imkânsıza, transandantal bir dünyaya, bilinmeyene, sihre, fanteziye karşı bir temayül vardır. Akıl bir güneş misali geçtiği yerleri aydınlatırken ruhumuz alacakaranlıkların büyüleyici manzaralarını arar. Muhayyilemiz her kapıyı açacak bir altın anahtar peşindedir. Novalis, “Dünya romantikleştirilmek mecburiyetindedir. Böylece dünya tekrar aslî anlamına kavuşur” der.
Demek oluyor ki şiir, ancak görünürde maddi âleme yönelir; gerçekte ise bu dünyayı kullanmak suretiyle başka bir dünyayı, transandantal âlemi tasvir etmek ister. Bu yüzden Novalis, “Masal şiirin kanunudur, her çeşit şiir masalvari olmalıdır. Şair tesadüfe tapar” demektedir.
Hayatı ve dünyayı ebedî romantikleştirmek ve sonsuz bir roman olarak yaşamak isteyen Novalis, bütün gücünü bir gecede sarf ederek sonuna kadar açan ve sonra yapraklarını bir daha toplayamadan solan dağ lalesine benzemektedir. Geceye İlahiler başlıklı şiirleri hariç kaleme aldığı bütün eserleri fragman olarak kalmıştır. Mukadderat 29 yıllık hayatını da bir fragman olarak bırakmasına sebep olmuştur. Bu mistik dâhi, şair ve düşünür uzun yaşasaydı hiç şüphesiz romantizmin İncil’ini yazacaktı, yazabilirdi.