Geleneğin sinemadaki izsürücüsü Tarkowski
Özay Aslan
Şeyh-i Ekber Futûhât’ında şöyle der: ‘‘Bil ki! Berzah, iki durumu ayıran ve hiҫbir zaman uҫ olmayan bir şeydir. Örnek olarak, gölge ve güneşi ayıran ҫizgiyi verebiliriz… Berzah, bilinen-bilinmeyen, var olan-olmayan, olumlanan-olumsuzlanan, akledilir olan-olmayan şeyler arasında bir durum olduğu iҫin berzah diye isimlendirildi. Çünkü onu algıladığında şayet akıllı isen varolan bir şeyi algıladığını bilirsin. Gözün onun üzerine düşer ve kesin bir kanıtla şunu anlarsın; Kendi başına ve asıl itibariyle, orada bir şey vardır. Binaenaleyh berzah, kendisi adına bir varlık şeyliği kabul edip, kendisini var sayarken, aynı şeyliği ondan düştüğün bir şey değildir. Hayal, berzah gibidir; ne vardır ne de yoktur, ne bilinir ne de bilinmez.’’
Hakk kendini, sûretlerle ete kemiğe bürünmüş, cisimleşmiş, madde düzeyindeki realitelerle hakikat olarak izhar eder. Bu durum tersinden şöyle okunabilir; suret yoksa hakikat, hakikat yoksa Hakk idrak edilemez. Bu nedenle sûret mânaya aҫılan bir kapıdır. Mâna ise bir üst dil olmadan vücuda gelmez. İslâm sanatının üst dili olan şiirin zirvesi tasavvuf ve tasavvufla ulaşılan vecd halidir. Vecd, insanın iҫinde sıkışıp kaldığı kafesi kaldırarak, hakikatin hâl, renk, koku, tat ve boyutlarını tecrübe ettirir. İşte insanın özü demek olan vicdan, vecd ile hâl, renk, koku, tat ve boyutlarını tecrübe ettiği hakikat ile vücuda gelebilir ancak.
İbn Arabi’ye göre insanı hakikate bağlayan sûretler ise üҫ alemdir; Ruhani, cismani ve hayâli alemler. En yüksek âlem olan Ruhâni âlem, canlı ve parlak, en düşük âlem olan cismani âlem ise cansız ve karanlıktır. Ara bölge olan hayâli âlem ise hem ruhanileşebilen hem de cismanileşebilen nötr bir âlemdir. Hem ruhâni âlemin hem de cismani âlemin özellikleri mevcut olmasına rağmen, Hayâli âlem yine de onlarla özdeş değildir. Burada önemli olan şudur ki; hem ruhâni âlem cismani âlem ile hem de cismani âlem ruhâni alem ile hayali âlem olmadan ilişki kuramaz. Hayâli âlem olmaksızın ruhani olan tecessüm edemez. Yine hayâli âlem olmaksızın cismani olan da bir canlılığa sahip olamaz. Hayâl, ruhâniden aldığı hakikati, sûretlere vererek bir varlığa büründürür. Çünkü hayal, İbn Arabi’nin ifadesiyle berzahtır, bir ara bölgedir.
Sûretin manaya, hakikate aҫılan bir kapı olduğu gerҫeği ise en ҫok sinemayı ilgilendirir. Hiҫ kuşkusuz sinema zamanımızın en önemli sanat türlerinden biridir. Bir varoluş hâl ve ifadesi, bir düşünme ve anlatma biҫimi olarak sinema, ҫok yönlü özelliklere sahiptir şüphesiz. İnsanlık tarihinde uygarlıklar girdikleri kriz dönemlerinde önemli sanat formları geliştirmişler ve krizi bu sanat formlarıyla aşmışlardır. Edebiyatta şiir, müzik ve resim gibi büyük sanat formları, bir yandan insanlığın ve uygarlığın düҫar olduğu bunalımın boyutlarını ve iҫeriğini gösterirken, diğer yandan da mevcut bunalımdan kurtulmanın yollarına işaret etmişlerdir. Müslüman coğrafyanın iç dünyasını ifadede kullandığı en önemli sanat formu şiirdir. Buna mukabil, Batı uygarlığının felsefeden sanata her alanda bir anlam ve varoluş krizine girdiği günümüzde, ortaya ҫıkan en önemli sanat formu ise sinemadır. Buradan hareketle şu husus gayet net olarak ifade edilebilir: ‘‘Günümüze kadar her medeniyet kendine özgü sanat formları ortaya koymuştur. Şiir Müslümanların, resim ve heykel modern zamanların, sinema ise postmodern ҫağın en önemli sanat formudur.’’
İslâm düşüncesi, genel bir ifade ile bize yakîn’in üҫ boyutunu, üҫ görünümünü verir: 1. İlme’l-Yakîn; Aklın, bilginin, epistemolojik olanın bulunduğu ma’kulat görünümdür. Buradaki akıl rasyonalist akıl değildir kuşkusuz. İslâmi akıl insanı Vücud ve Varlıkla buluşturur. Bunu sözle, kelimelerle ifade eder. 2. Ayne’l-Yakîn; fenomenolojik olandır. Gözün fonksiyonel alanıdır ve mahsusat görünümdür. Buradaki göz insanı vicdan ve onun süzgecinden geҫirilmiş fiille buluşturur. 3. Hakka’l-Yakîn; Gönül ve kalbin yeridir. Hakikat ve manevi olan burada algılanabilir. Bir başka ifade ile ontolojik görünüm alanıdır. Kalb, insanı vecde götürür.
Sinemanın sanat olabilmesi ancak bu üҫ boyutun aynı anda harekete geҫirilmesiyle mümkündür. Akıl/bilgi, göz ve kalb aynı anda işlediği zaman, ancak o zaman sinema insanı görüntü hapishanesinden kurtarabilir ve tüm insanlığa yeni mükaşefe alanları aҫabilir.
Sinema tarihinde bu üҫ boyutu aynı anda dikkate alıp sinemasına yansıtan ҫok az yönetmen vardır. Ve bu yönetmenlerin başında belki de Tarkowski gelmektedir. Genelde sanatın, özelde sinemanın asıl amacının hakikati aramak olması gerektiğinin bilincinde olmak, Tarkowski’yi sinema tarihinde ayrı bir yere koyar. Gişeyi değil, hakikati amaҫlayan bir yönetmen olarak SSCB’de sansüre uğramış, ancak aradığını iltica ettiği Batı’da da bulamamıştır Tarkowski. Bir sürgün olarak 1986 yılında, 54 yaşında kanserden ölmüştür, uzun yıllar ayrı kalıp ölümünden birkaҫ gün önce kavuştuğu oğluna duyduğu hasreti dindiremeden.
Manevi hakikat ve aşk, onun filmlerinde sadece bir olay, bir hikaye konusu değil, filmlerinin bütününde iҫkindir. O, Mühürlenmiş Zaman’da bunu şöyle dile getirir: ‘‘Gerҫek sanatın amacı, kendine ve ҫevresine hayatın ve insanlığın amacını aҫıklamak, gezegenimizdeki varoluş amacını göstermek olmalıdır. Hatta belki de sadece bu soruyla başbaşa bırakmaktır.’’ Sanat kutsaldır ona göre, ideale duyulan özlemdir. Beden kafesine sıkışmış ruhun, ait olduğu yere duyduğu özlem ve uyum arayışıdır. Mezkur kitabında ayrıca şunları söyler: ‘‘Sanat, Yaratıcının aynadaki cilvesidir. Biz bu cilveyi tekrar etmekten başka bir şey yapmıyoruz. Bu yüzden Yaratandan bağımsız bir sanata inanmıyorum. Tanrısız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışımdır. Eğer bir dua, bir yakarış olan filmlerim insanları Tanrı’ya yönlendirebilirse ne mutlu bana.’’
Tarkowski’ye göre sanat, insana sonsuzluğu tadtırır ama bu tad kelimelerle aktarılamaz. Rasyonalist akıl Hakikat ile ilişki kurulamaz; ‘‘Güzellik, kendini, peşinden gitmeyenden gizler.’’ diyen Tarkowski, güzellik dediği hakikate, ancak bir İzsürücü (Stalker) ile gidilebileceğine işaret eder. Kadim gelenekte de manevi bir mürşid olmadan hakikate yolculuk yapılamaz.
Mühürlenmiş Zaman’da, modern Batı’nın pragmatik olduğunu, demokratik taleplerin aslında Batılıların kendilerinden başka hiҫbir şeye inanmadıklarını gösterdiğini şöyle ifade eder: ‘‘Batı:“işte ben buyum!’’ diye bağırıyor. Bana bakın, beni dinleyin, acıyı ve sevgiyi bir tek ben bilirim.Yanlız ben hem mutlu hem mutsuz olabilirim. Ben! Ben! Ben!.. Doğu ise kendiyle ilgili tek kelime söylemez. Tanrı’nın, doğanın ve zamanın iҫinde kendini tamamen kaybeder ve onların iҫinde yeniden bulur.’’
Şiirsel Sinema adıyla yayınlanmış kitabında Doğu ile Batı sanatı arasındaki farkı, Coomaraswamy, Schuon, Burckhard ve Nasr gibi, Gelenekselci Ekolün öncüleri kadar derinlikli bir şekilde tahlil eder. Günümüzde her ne kadar Batılı bir sektör olsa da Tarkowski, sinemanın doğulu bir sanat olduğunu söyler. Ayna adlı filmiyle ilgili olarak, işҫi bir kadın mektubunda ona şunları yazar: ‘‘Filminizi bir hafta iҫinde dört kez seyrettim… Her şeyi; bana acı veren, eksikliğini duyduğum, özlemini ҫektiğim her şeyi, beni bunaltan veya sevindiren, mahveden ya da umutlandıran her şeyi tekrar tekrar gidip filminizdeki bir aynadan izledim.’’ Bu sözler Tarkowski’nin sinema ve sanat hakkındaki amaҫ ve düşünceleriyle ilgili önemli ipuҫlarıdır, belki de onları en vazıh şekilde özetler.
‘‘Kutsal, yani manevi olan ancak yalın olarak ifade edilebilir.” cümlesi Gelenekselci düşünürlerin kitaplarındaki ortak yargılardandır. Bu yalınlığın sağlanabilmesi iҫin ise dil kafesinden firar gereklidir. Tarkowski bunu şöyle ifade eder: ‘‘Her eser yalınlığa ulaşmaya ҫabalar. Yalınlığın peşinden koşmak hayatın derinleştirilmesi demektir… Yalınlık, sanatҫı tarafından kavranan doğrunun en uygun biҫimde ifadesini aramaktır. Ne eziyet dolu bir arayış!’’
Yönetmenliğini yaptığı, topu topu yedi filmiyle hakikat arayışına ҫıkmış bir bilgedir Tarkowski. İvan’ın Çocukluğu ile başlayan bu arayış, Solaris, Stalker (İzsürücü), Andrei Rublev, Nostaghia ve Ayna ile devam eder ve Kurban ile biter. Ona göre hakikat güzeldir ve onu aramak sonsuz bir süreҫtir. O asla bütünüyle kavranamaz ve ancak arayış ҫilesine katlanana aҫar sırlarını. Bunun iҫin zordur filmleri Tarkowski’nin. Pasif izlemeyi değil, manevi tecrübeyi talep eder izleyiciden. Bu tecrübeden yoksunlar iҫin yavan, yavaş, sıkıcı ve anlaşılmazdır. Bunu kanıtlayan belki de en iyi örnek Ayna filminin Moskova’daki galasında yaşanır. Gösterimden sonra filmle ilgili tartışma o kadar uzar ki, temizlik görevlisi kadın, salonu temizleyebilmek iҫin tartışmanın ne zaman biteceğini sorar. Eleştirmenlerden biri, zor ve anlaşılmaz bir film hakkında tartıştıklarını ve daha uzayacağını söyleyince temizlikҫi kadın: ‘‘Filmde anlaşılmayacak ne var? Sevdiklerinin ve kendini sevenlerin hakkını asla ödeyemeyeceğini düşünen ve bunun iҫin vicdan azabı ҫeken bir adamın hikayesini anlatıyor film.’’ deyince herkes Tarkowski’ye çevirir gözlerini.Tarkowski ise kadının söylediklerine ekleyecek hiҫbir şey yok der ve tartışmayı bitirir. Ona göre hakiki sanat anlaşılmak iҫin entellektüel birikim talep etmez. Bilakis aҫık bir gönül, iyi niyet ve samimiyet ister.
Yaptığı filmler ile Tanrı’ya dua eden, yalvaran, yakaran Tarkowski sanatıyla hakikatin peşinden koştu. Arayışına bir başka boyutta devam etmek iҫin olsa gerek, dünyadaki koşusunu, yakalandığı kanser hastalığı nedeniyle erken denilebilecek bir yaşta, 54 yaşında bitirdi.