Gelenek ve Toplumsal Bir Ayrıştırma Aracı Olarak Gelenekselcilik
Nuri Sağlam
Düşüncenin temel kodları olan kavramlar, ister zihinsel birer temsil olsun, ister doğuştan gelsin, ister toplumsal tecrübelerden aynen kopya edilmiş yahut bireysel izlenimlerin güçlenmesi suretiyle sonradan öğrenilmiş olsun, öteden beri daima sosyal pratiklerle ilişkilendirilmiş ve pek çok felsefeciye göre bir sınıfsal ayrım ve toplumsal kategorize aracı olarak kullanılagelmişlerdir. Diğer bir deyişle kavramlar, zihnin dış dünya ile kurduğu ilgiyi ve bu ilgiye göre teşekkül eden zihniyeti, en geniş anlamıyla zamana ve mekâna bağlı muhtelif algı faktörleriyle biçimlendiren soyut dilsel olgulardır. Dolayısıyla bu yazımızda, yaklaşık iki asırlık bir geçmişe dayanan ve zaman içinde çok farklı anlamlar kazanan “gelenek ve gelenekçilik” kavramlarının, günümüzde özellikle siyasî ve dinî açılardan nasıl bir toplumsal ayrım ve düşünsel esaret unsuru olarak kullanıldığına dikkat çekmek istiyoruz.
Bunun için evvela oylumlu bir kavram analizi yapmak gerektiğini belirtelim. Ancak yazımızın sınırları böyle bir analize teknik olarak müsait olmadığı için özellikle René Guénon, Seyyid Hüseyin Nasr, Eric Hobsbawm gibi bu alanda maruf çeşitli düşünürlerin “gelenek ve gelenekselcilik” üzerine yaptıkları kavramsal analizlerde öne çıkan bazı ortak noktalara değinerek meramımızı ana hatlarıyla dile getirmeye çalışacağız.
Gelenek ve gelenekselcilik üzerine yapılan muhtelif analizlerde, bu kavramlar, genellikle “âdet”, “görenek”, “din”, “vahiy”, “akıl” ve “tarih” gibi farklı kavramlarla açıklanmaya çalışılmıştır. Nitekim söz konusu düşünürlerden Guénon, herhangi bir düşünce yahut eylem biçiminin “gelenek” olarak nitelendirilebilmesini, ancak manevî âleme ait bir hususiyet içermesine ve aynı zamanda kuşaktan kuşağa nakledilmesine bağlar. Ona göre beşerî olan “âdet” ve “görenek”le hiçbir ilgisi bulunmayan gelenek, tamamen din ve inançla ilgili bir alanda ancak anlam kazanır. Guénon’la benzer bir düşünceye sahip olan Seyyid Hüseyin Nasr da geleneğin en geniş anlamda insanı İlâhî olana bağlayan inançsal ilkeleri içerdiğini ve bu ilkelerin kuşaktan kuşağa nakledilmesi şeklinde tezahür ettiğini belirtir. Bu analizlere göre gelenek, doğrudan doğruya dine ve kutsala ait bütün bir muhtevanın şu ya da bu şekilde “nakli” veya “elden ele aktarılması” anlamına gelmektedir. Dolayısıyla öteden beri “modernlik” kavramının karşısında konumlandırılan ve ana ekseni itibariyle daima din ve inanç üzerine oturtulan “gelenekselcilik” kavramı, “modern” toplum mühendislerince yirminci yüzyıl başlarından itibaren artık sadece sosyal bir kategorize aracı olarak kullanılmaya başlanmış ve ötekileştirilen toplumsal kesim, yani Müslümanlar hakkında birçok menfî çıkarımlara ve yaftalamalara yol açmıştır. Bu yüzdendir ki “yobaz”, “gerici”, “mürteci”, “örümcek kafalı” ve pejoratif anlamıyla “mutaassıp” yahut “muhafazakâr” gibi sıfatlar sadece Müslümanlar; buna mukabil “muasır”, “çağdaş”, “ilerici” ve “aydın” gibi birtakım olumlu sıfatlar ise daima kendilerini modern olarak tanımlayan seküler kesimler için kullanılır olmuştur. Daha da kötüsü böylelikle Müslüman bir insanın asla aydın ve ilerici olamayacağı algısı yaratılmıştır ki bugünkü toplumsal gerilimleri körükleyen çeşitli faktörler içinde bu algının hiç de azımsanamayacak bir rolü olduğu bilinmektedir.
Bununla beraber çoğunlukla dine ve vahye bağlanan “gelenek” kavramı, “nakledilen” yahut “elden ele aktarılan” şeklinde tanımlanacak kadar basit ve nahif bir nesnel olgu değildir. Tam aksine soyut ve somut görünümleriyle bütün bir toplumsal yaşam tecrübesinin oluşturduğu kültürel bir birikim sürecidir ki Eric Hobsbawm’un da belirttiği üzere alenen ya da zımnen kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve tarihsel bir süreklilik içinde belli değerler ve davranış normları aşılamaya çalışan çok yönlü pratikler kümesi olarak düşünülmelidir. Bir başka deyişle gelenek, geçmişin şimdide var olduğunu idrak etmemizi sağlayan bir tarih şuurudur. Bu yüzden istisnasız bütün toplumlar ve toplumsal kesimler, öteden beri kendilerine uygun düşen yakın veya uzak bir tarihsel geçmişe bağlanarak bir süreklilik kurmak ve bu münasebetle birtakım gelenekler icat etmek ihtiyacı hissetmişlerdir. Nitekim bizim toplumumuzda özellikle Cumhuriyetin ilanından sonraki süreçte birtakım yeni değer yargılarını ve davranış biçimlerini aşılayıp kuşaktan kuşağa aktarmak ve bu yolla ulusal birlik ve beraberliği sağlamak amacıyla icat edilen muhtelif ilkeler, bu kabil gelenekler arasında yer almaktadır. Esasen gelenekselci ve modern ayrımını anlamsız kılan bu durum, söz konusu kavramların toplumsal bir kategorize aracı olarak kullanılmaya hiç de uygun olmadığını göstermektedir.
Ancak her toplumda mevcut olan birbirinden farklı siyasal, kültürel ve inançsal temayüller kadar birbirinden farklı gelenek anlayışlarının bulunduğu ve hatta Özdemir İnce’nin Şiir ve Gerçeklik adlı kitabında yaptığı gibi geleneklerin bile “ilerici gelenekler”, “gerici gelenekler” şeklinde kategorize edilebildiği hatırda tutulmalıdır. Ayrıca çağımız insanlarının hayatlarını, salt kabullere dayanan geleneklerle ya da bürokratik devlet örgütü, karar alma mekanizmaları ve diğer bazı güçlerin seküler anlamda icat ettikleri yeni geleneklerle yapılandırmak artık eskisi kadar kolay değildir. Fakat geleneğin özellikle toplumların hızla değiştirilmeye ve dönüştürülmeye kalkışıldığı olağanüstü dönemlerde insanlara bir kurtuluş imkânı sunma yahut tam tersine otoriter ve buyurgan hususiyetleri dolayısıyla onları bir şekilde esaret altına alma potansiyeline sahip olduğu da hatırdan uzak tutulmamalıdır…
Sonuç olarak Gadamer’in de belirttiği üzere dünyada var oluşumuzu anlama ve anlamlandırmaya yarayacak bilgi ve hakikate ulaşmak için akıl ve geleneğe aynı ölçüde ihtiyacımız bulunduğunu bilmek, fakat bununla beraber hakikati kavrama noktasında âciz kaldığı gerekçesiyle aklı devre dışı bırakan “gelenekselcilik” tuzağına düşmemeye itina göstermek gerektiğini belirtmekle iktifa edelim.