William Chittick ile Gelenekselcilik, Modernite ve Tasavvuf Üzerine
Lisans öğrenimini Ohio Wooster Koleji’nde, tarih alanında yapan William C. Chittick Fars edebiyatı üzerine yaptığı doktorasını ise, 1974’te Tahran Üniversitesi’nde tamamlar. Akabinde, yine Tahran’da bulunan Aryamehr Teknik Üniversitesi’nde karşılaştırmalı dinler alanında öğretim görevlisi olarak çalışır. İran İslam devriminden kısa bir süre öncesine kadar İran Kraliyet Felsefe Akademisi’nde yardımcı doçent olarak akademik hayatını sürdürür. Devrimden sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne döner ve dini araştırmalar alanındaki akademik çalışmalarını burada sürdürür.
Otuzun üzerinde tercüme ve telif eserin altında imzası bulunan Chittick’in uzmanlık alanı İslam felsefesi, tasavvuf ve Fars edebiyatıdır. Özellikle Muhyiddin Arabi ve Mevlana Celaleddin Rumi gibi ünlü mutasavvıf âlim ve şairin eserlerini İngilizceye tercüme edip yorumladığı çalışmalarıyla tanınan Chittick, hâlen tasavvuf ve İslam felsefesi alanındaki çalışmalarını sürdürüyor. Eserlerinin bir kısmı Türkçeye de tercüme edilen ve son olarak İlahi Aşk (Divine Love) isminde bir kitabı yayımlanan Prof. Dr. William C. Chittick ile, 30 yıldır öğretim görevlisi olarak çalıştığı Stony Brook Üniversitesi’ndeki mütevazi odasında görüşme fırsatı bulduk.
Gelenekselci ekolün temel görüşlerinden biri, bütün kadim din ya da inanışların ilahi menşeli olduğu, nebevi öğretilerden izler taşıdığı, hasılı; dinlerin aşkın birliği. Siz de Allah’ın her topluma bir peygamber gönderdiğine -bir rivayete göre 124.000- sık sık atıfta bulunuyorsunuz. Bu konuda hiçbir Müslümanın itirazı olamaz elbette. Ancak soru şu; bütün bu kadim din ve inanışların, ilahi kökenli olsa da, değiştirildiği/tahrif edildiği Kur’an’ın ifadeleriyle de sabitken, onlardaki batıni yönü, ilahi izleri bulmaya çalışmak, İslam ile ‘‘ortak olan’’ kimi yönlerinin izini sürmek ne kadar anlamlı/yararlı? İslam ayan beyan ortadayken, hak ile batılın birbirine karıştığı bu dinleri araştırmak ne kadar gerekli ve bu çaba bize ne kazandırabilir?
Her şeyden önce kendimi ne ‘‘Gelenekselci’’ olarak adlandırdığımı ne de herhangi bir fikri ekole mensup olduğumu belirtmem gerekiyor. Frithjof Schuon gibi, genelde Gelenekselci olarak adlandırılan yazarlardan pek çok şey öğrendiğimi kabul ediyorum. Ancak bir üniversite öğrencisiyken, Schuon’un yazılarını keşfettiğimde Amerikan rüyası (ilerleme miti vs.) hakkındaki birçok şüpheyi kavramsallaştırabilecek seviyedeydim…
İlk sorunuzu yanıtlamadan önce, ön kabullerinize dair birkaç şey söylememe müsaade edin. Diyorsunuz ki, ‘‘bütün bu kadim din ve inanışların, ilahi kökenli olsa da, değiştirildiği/tahrif edildiği Kur’an’ın ifadeleriyle sabitken…’’ İslami entelektüel geleneğe dair yaptığım okumalardan anladığım kadarıyla, daha önceki dinlerin tahrifinin sabit (tartışmasız) olduğunu söylemek için bir temel/dayanak bulunmuyor. Kur’an ayetlerinin tefsiri üzerinde çalışan biri, sizin öne sürdüğünüz gibi yorumlanabilecek ayetlerin kimi Müslüman âlimlerce çok çeşitli şekillerde yorumlandığını keşfedecektir ki bu yorumların (tefsirlerin) tamamı daha önceki dinlerin artık geçerli olmadığını ima etmez.
Diğer pek çok din mensubu gibi, Müslümanların büyük çoğunluğunun inançlarını, onun inceliklerini ve çok da açık olmayan kimi yönlerini onlardan gizleyen vaizlerden öğrendiğini hatırlatmama müsaade edin. Onlar genel olarak, Tanrı’nın haşmetini, gazabını ve adaletini vurgular. Tanrı’nın çok açık konuştuğunu, sadece tek bir şey söylediğini ve bunu izlemezlerse onları cehenneme yollayacağını ısrarla belirtirler. Bununla birlikte, halka rehberlik etmek gibi bir sorumluluk taşımayan, farklı tip âlimler de vardır ve bu sebeple onlar vahyin çok açık olmayan kısımlarını ve ilahi gerçekliğin ağır basan rahmet yönünü önemsememek gibi bir ihtiyaç hissetmemişlerdir. Bu âlimler, ‘‘Rahmetim her şeyi kuşatır.’’ ayetini önemle vurgulamışlardır, aynı şekilde onlar sık sık, ‘‘Allah’ın rahmeti gazabını geçmiştir.’’ hadisini zikrederler. Bir diğer ifade ile, onlar Allah’ın sadece “kahhar” olmadığını, daha ziyade, zatı itibariyle rahmet ve merhamet sahibi olduğunu söylerler.
İkinci kategoriye giren bu âlimler Allah’ın yarattığı her şeyi kusursuz şekilde yarattığına inanır. Diğer yaratılmışlardan oldukça farklı olan insanın kemâli Allah’ı olduğu gibi tanıması ve sevmesidir. Elbette insanlar Allah’ı olduğu gibi tanıyıp sevemez, zira Kur’an’daki pek çok ayette belirtildiği gibi, sadece Allah kendini tanıyabilir/bilebilir. Ancak -Kur’an’da da belirtildiği üzere- Allah’ın rahmetinin kuşatıcılığı bana çok aşikar görünüyor…
Sorunuza dönecek olursak; ‘‘Onlardaki batıni yönü görmeye çalışmak, ilahi izleri bulmaya çalışmak vs. ne kadar anlamlı/yararlı?’’ diye soruyorsunuz. Belki sizin için bir anlamı/yararı yoktur. Bu bütün Müslümanlar için yararsız olduğu anlamına mı gelir? Benim için yararsızsa, herkes için yararsızdır demek çok kibirlice olurdu. Biz bütün büyük dinlerin içlerinde hâlâ nebevi mesajlar barındırdığını ve bunları araştıran, din adına konuştuğunu iddia edenlerin kibrinden ve dar bakış açısından bıkkın herkes için bunun faydalı olacağını düşünüyoruz. Gereksizliğini savunanlar, bana kalırsa şeytanın Kur’an’da geçen, ‘‘Ben ondan daha hayırlıyım.’’ düsturunu uyarlamış oluyorlar; aslında, ‘‘Benim dinim diğer dinlerden daha iyidir.’’ demiş oluyorlar. Bu noktada, kişinin ‘‘İslam’’ algısının kendi anlayışı ve ameliyle mütenasip olduğunu hatırlatmak isterim. Esasen, ‘‘daha iyi/hayırlı’’ olmak ile ilgili bildiğimiz tek şey Allah’ın hepimizden iyi/hayırlı olduğu. O herkesten daha merhametli ve bizim onun hikmetini kavramaya yönelik cılız çabamızın çok ötesinde. Bütün bu dinleri yollayan o iken ve birçoğumuz kendi dinlerimizi hakkıyla bilmek ve uygulamak konusunda dahi bu denli zayıfken, biz kim oluyoruz da doğru yolda olduğumuzu iddia ediyoruz?
Diğer dinleri araştırmanın ne kadar gerekli olduğu ve bize ne kazandıracağı meselesine gelince… Bunun bir gereklilik olduğunu kim söyledi? Ve bu ‘‘biz’’ ile kimi kastediyorsunuz? Herkesin aynı olduğu şeklinde, tuhaf bir düşünceye sahipmiş gibi görünüyorsunuz. Belki herkese uyan çoraplar yapılabilir ama herkese uyan ayakkabı (ve din) olmaz. ‘‘Ümmetimin ihtilafında rahmet vardır.’’ diye meşhur bir hadis vardır. Herkes biricik olduğu için bu böyledir ve insanlar tek bir kalıba girmeye zorlanamaz. Herkesin ‘‘sırati müstakim’’i bulmak için, ruhlarını Allah’ın rahmetine ulaştırmak için aynı Kur’an ayetlerini farklı yorumlamaya ihtiyacı vardır. Ben ‘‘ümmetin ihtilafı’’nı çok daha geniş bir manada anlıyorum. Kur’an, Peygamber’in âlemlere rahmet olarak gönderildiğini söylüyor. Bu nedenle, Hz. Peygamber’in ‘‘ümmetimin ihtilafı’’ hadisi Hz. Adem’den bu yana var olan bütün insanları ima ediyor olabilir. Klasik İslami öğretiye göre, bahsi geçen 124 bin peygamber Hz. Adem’in halefidir. Bütün bu peygamberler onun gibi, aynı rahmet mesajını yeryüzünde yaymışlardır. Dolayısıyla, aralarındaki birçok ‘‘ihtilaf’’ da aynı ilahi rahmetin bir tecellisi olabilir.
Dinî olarak söylemek gerekirse; bana öyle geliyor ki, her şeyden önemlisi insanın kâinattaki yerinin anlaşılması. Bu hedefe ise kimse Tanrı’yı anlamadan ulaşamaz. Birçok insan, bırakın bizatihi Tanrı’yı, kendi dinini dahi araştırmıyor. İnançları söylentilere/dedikodulara dayanıyor, yaygın dünya görüşlerini takip ediyorlar, dinî ya da bugünlerde daha ziyade dinî hakikatleri –İslami terminolojiyle tevhidi ve Tanrı’ya dönüşü (mead’ı)- yadsıyan, bilimsel dünya görüşlerinin peşinden gidiyorlar… Diğer bir ifade ile, insanlar ebeveylerinden, toplumdan, hocalarından, bilim adamlarından vs. duyduklarını hakikat olarak nitelendirip kabul ediyor. İnsanlar soru sormuyorlar, daha ziyade güvendikleri otoriteleri izliyorlar. Müslümanlar da bu anlamda diğerlerinden farklı değiller. Onlar da körü körüne, kültürlerine ve toplumlarına itaat ediyor, hatta belki de daha fazla. Zira dinleri ellerinde/hayatlarında kalan son dayanakları…
Bir öğretmen (profesör) olarak kendi kişisel gözlemim; ben Müslüman öğrencileri özellikle kabahatli buluyorum, çünkü, sizin de sorunuzda ima ettiğiniz gibi, her şeyin gayet açık olduğunu düşünüyorlar ve bunu kabul etmenin onlara imtiyaz kazandırdığına inanıyorlar. Sonuç olarak da, ilim arayışındaki yükümlülüklerini doktor ya da mühendis olmakla yerine getirdiklerini düşünüyorlar. Modern öncesi dönemlerde, ilim arayışı kişinin (Tanrı ile ilişki içindeki) kendini/nefsini bilme arayışı idi. Bugünlerde ise Müslümanlar dinî birtakım kuralları bilmekle iktifa ediyor ve mesleki, ailevi, sosyal vs. hayatlarına devam ediyorlar. Birçoğu, ‘‘En iyi dine biz sahibiz, dolayısıyla başka bir şey yapmamız gerekmiyor.’’ gibi bir düşünceye sahip. Bu ise daha önce dinlerine hayat veren ilim ve hikmet arayışında olmanın bütünüyle göz ardı edilmesi anlamına geliyor ve kadim arayış artık can çekişiyor.
Gelenekselci ekolün temel görüşlerinden bir diğeri, Tanrı’nın kendini farklı yollarla, farklı dinlerle/inanışlarla izhar etmesi ve her bir inanç biçiminin kutsal bilginin farklı bir cephesini göstermesi… O yüzden kişinin kendi inancı nedeniyle diğer itikatları reddetmesinin doğru olmadığı savunuluyor… Diğer dinler/inançlar İslam’ın içermediği, eğer bir Müslüman’ın diğer dinlere bakmazsa, onları araştırmazsa göremeyeceği/öğrenemeyeceği birtakım hakikatler mi içeriyor?
Hayır, tam olarak değil. Ama bu diğer dinler hakkında bilgi edinmenin faydalı olmayacağı anlamına gelmez. Bu da sizin kim olduğunuza, kendi İslam’ınız (dininiz) hakkında ne bildiğinize, hayatınızda ne yapmanız gerektiği konusundaki ciddiyetinize bağlı.
Başka bir din hakkında araştırmada bulunmak, tıpkı başka bir dil öğrenmek gibidir, zira başka bir din aynı ilahi hakikatlerin farklı şekillerde iletimini temsil eder. Hiçbir zaman yabancı bir dil öğrenmediyseniz, kendi dilinizi özel/özgün kılan özelliklerin neler olduğu konusunda da hiçbir fikriniz olmaz. Kendi dilinizin özel doğasını ancak yabancı bir dili araştırarak öğrenebilirsiniz. Ve iki dilli olanlar gayet iyi bilirler ki, bir dilde söyleyebildiklerinizi asla tam olarak başka bir dilde söyleyemezsiniz.
Dinler farklı ilahi lisanlardır, zira Kur’an, Allah’ın her kavme onların dilini konuşan bir elçi gönderdiğini söyler. Bugünlerde insanlar kendi dinleri ve kültürel lisanları hakkında neredeyse hiç konuşmuyor,Türkler bu konuda bilhassa kötü durumda, çünkü alfabelerini değiştirerek, miraslarıyla olan bağlarını kestiler. Başka bir dili araştırmak kişinin kendi dilinde neyin özel olduğunu görmesi adına faydalı olabilir.
Benim şahsi tecrübem; birçok öğrencim ancak başka bir dini araştırdıktan sonra kendi dinlerini takdir etmeyi öğrendi. Yıllarca Katolik okullarına giden ve öğretmenlerinin Hristiyanlık hakkında onlara söylediklerini anlamaya çalışan birçok öğrencim, ancak benim İslam hakkındaki derslerime katıldıktan sonra kendi dinlerini anladılar ve daha ciddi Hristiyanlar oldular. Diğer taraftan, özellikle İslami okullara gitmiş olan birçok Müslüman öğrencim de derslerimin onlara daha önceki hocalarından duymadıkları, çok daha geniş ve aydınlatıcı bakış açıları kazandırdığını söylüyor.
Peki İslam dışındaki dinler –yine tahrif kelimesini kullanacağım ama- maruz kaldıkları tahrifata rağmen hâlâ tanınabilir bir ezeli hikmet (perennial wisdom) barındıyor mu içlerinde?
İlkin, diğer dinlerin tahrif edildiğine dair yoruma/tefsire katılmadığımı ifade edeyim. Bunun ötesinde, İslam’ın kendisinin çeşitli hoca ve vaizin ellerinde, özellikle son yıllarda bir tahrifata uğramadığını mı düşünüyorsunuz? Şayet bu değişikliklerin diğer dinlerde olduğunu, ancak İslam’da olmadığını düşünüyorsanız, sorunuzun cevabı başka bir soru olabilir: Şu anda dünyamızda mevcut diğer dinlerin temel metinlerine, bilgelerinin/âlimlerinin eserlerine göz atmadan, onlar hakkında yargıda mı bulunuyorsunuz? Avrupa dillerinde, büyük dinlere dair, içinden hikmet ve merhamet taşan sayısız eser bulunuyor. Tabii ki, şayet sadece İslam’ın doğru, onun dışındaki diğer tüm dinlerin yalnış olduğuna kaniyseniz asla böyle bir çabaya girişmezsiniz. Ancak, Tanrı’nın diğer peygamberlere gönderdiği hikmete ne olduğuna dair bir parça merakınız varsa şayet, birçok farklı kaynaktan neşet eden olağanüstü çeşitlilikte hikmetin/bilgeliğin hâlâ bulunduğunu görürsünüz. Kendi küçük dünyanızda mutluysanız, söylenecek birşey yok tabii! Başka birileri Tanrı’nın sonsuz rahmetini ve her yerde hazır ve nazır olan hikmetine hayranlık duyuyor olabilir ve Kur’an’ın tüm insanlara vahiy gönderdiğine dair açık teyidini görüp nereden gelirse gelsin hikmeti kabul etmeye daha açık olabilir. Bu noktada, çok bilinen bir hadisi hatırlıyorum: ‘‘Hikmet müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa alır.’’ Dünya müminlerin yitik malıyla dolu, ancak insanlar bütün dünyada bulunmayı bekleyen, kendilerine ait hikmetin varlığını farkedemiyorlar.
René Guénon Müslüman olmadan önce de Batı’nın kimi yönlerini eleştiriyordu ve bu eleştiri nihayetinde onu İslam’a ve tasavvufa ulaştırdı… Her ne kadar gelenekselci ekole mensup olmadığınızı söylemiş olsanız da, diğer gelenekselcilerin tavrını sormak istiyorum, onlar için durum nedir? Onların da başından beri Batı’nın kimi değer yargılarıyla dertlerinin olduğu ve bunlara yönelttikleri eleştirinin onları sonunda İslam’a ulaştırdığı söylenebilir mi?
Mesele Doğu’ya karşı Batı meselesi değil, Gelenekselcilerin ısrarla vurguladığı gibi, modernitenin geleneğe (tradition) karşı olması. Moderniteyi uzun uzun tanımlayacak zamanımız yok, ancak şu kadarını söylememe müsaade edin: Modernitenin özü bütün dinlerin kutsal bildiklerinin reddidir. Bu hakikatler İslam’ın üç imani kaidesi olarak çok iyi bir şekilde özetlenmiştir; tevhid, risalet ve ahiret inancı. Bütün dinler en üst gerçekliğin (reality) birlik (one) olduğunu kabul eder. Bundan hikmet ve hidayetin sadece Hakikat’ten gelebileceğinin kabulü çıkar: İnsan, Allah’ın yardımı olmadan ezeli mutluluğa erişemez. Yine bundan, insanın kendi düşüncesi, karakteri ve amelinin sonucu olarak ulaşacağı, sadece başka bir varoluş âlemine geçiş olan ölümün kabulü çıkar. Modernite bu üç hakikati reddeder. Batılı dinler olarak isimlendirebileceğiniz Hristiyanlık ve Yahudilik ise bu üç hakikati kabul eder.
Guénon moderniteyi eleştirmişti, Batı’yı değil. Müslüman oldu, çünkü Fransa’da onu Allah’a götürecek ameli rehberliği bulamadı. Bu onun, Hristiyanlığın hakikate dair öğretilerini reddettiği anlamına gelmez kesinlikle.
Guénoncu Gelenekselciliğin, dolayısıyla René Guénon’un temel hedefinin Perennialism olduğu, İslam’ın da bu hedef doğrultusunda bir aşama olduğu ve Guénon’un ölünceye kadar da bu hedefin peşinden koştuğu iddialarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Guénon Müslüman olduktan sonra da temel kaygısı Perennialism miydi?
Tradisyonalizm ya da Guénonizm, ‘‘izm’’ler beni çok fazla ilgilendirmiyor. 20’li yaşlarımdayken, Schuon ile aynı zamanda Guénon’u da okumuştum. Onlardan anladığım, gelenek (tradition) teriminin vahyedilmiş bütün dinleri içeren/imleyen, genel bir öğreti olduğu ve bu dinlerin her birinin Tanrı’ya giden yegane yolu sunduğuydu. İnsanlar Tanrı’ya giden yolu Gelenekselciliği takip ederek bulamazlar, vahyi dinleri takip ederek bulabilirler.
Guénon’un hayatına gelince; onun hakkında pek birşey bilmiyorum. Hiçbir zaman karakterlere ve biyografilere ilgi duymadım. İnsanların ne söylediğini geçmişleri ve psikolojileri yoluyla anlamaya çalışmak modern bir takıntı.
İslam Batı’ya/Batılılara pek de çekici gelmezken, Tasavvuf onların gözüne oldukça cazip görünüyor. Tasavvuf, İslam’dan nispeten bağımsız, daha ‘‘liberal’’ bir alternatif olarak mı değerlendiriliyor? Öyleyse, bu algının oluşmasının sebepleri neler sizce?
Tasavvufun Batılılara cazip görünmesinin birçok sebebi var. Bunlardan biri, geçmiş iki yüzyıllık zaman zarfında İslam dünyasının artan politizasyonu ve bunun sonucu olarak ilerlemeye, gelişmeye ve modernitenin bu tarz diğer hedeflerine odaklanması. Batılılar modern İslami hareketlerde, politik ve sosyal hedeflerin hizmetinde bir dini fanatizm görme eğiliminde. Kendi Hristiyan ya da Yahudi kökten dinci oluşumları ile İslam arasında hiçbir fark görmüyorlar, aynı dar fikirliliği, bağnazlığı ve nefreti görüyorlar. Buna mukabil, tasavvufla ise genelde güzel şiirler formunda karşılaşıyorlar; onda sevgi mesajı, merhamet, hikmet, nezaket ve insani iyiliği buluyorlar. Bu nitelikler psikolojik olarak sağlıklı herkese çekici gelir.
İbn Arabi bir keresinde şöyle yazıyor: ‘‘Müslümanlar İslam’ın mesajını duyan, ancak kabul etmeyen herkesin Allah tarafından reddedileceğine inanıyor.’’ Bu doğru diyor İbn Arabi ve ekliyor; ‘‘Ancak bugün İslam’ın mesajı nerede?’’ (İbn Arabi’nin bunu 13. yy’ın başında yazdığını hatırlatırım.) Aslında o şöyle diyor: Allah, İslam adına öğretilen ancak esasen Kur’an ve Peygamber’in İslam’ını temsil etmeyen bu mesajı reddettiklerinden dolayı kimseyi suçlamayacaktır. İbn Arabi kendi döneminde -ki birçok büyük âlimin yetiştiği bir çağdır- İslam’ın kimilerince kendi şahsi menfaatleri doğrultusunda, insanlar üzerinde iktidar kurup etkili olmak için tahrif edildiğini görüyor. Bu fenomen bugün de geçerli ve şiddet ile çok daha fazla bağlantı içinde. Bir Batılıya, kendi Batılı dinî hareketleriyle pek bir farkı olmayan bu tarz bir dindarlık neden cazip gelsin? Bununla birlikte, Mevlana ve İbn Arabi gibi büyük mutasavvıflar onlara sevginin ve güzelliğin dünyasına açılan, Allah’a ve peygamberlere imana, Allah’a geri dönüşü merkeze almış bir hikmet (anlayışı) sunuyor/teklif ediyor. ‘‘Allah güzeldir ve güzeli sever.’’ diyor Peygamber. Ve Allah insanı kendi suretinde yaratmıştır. Dolayısıyla insanlar da güzeli ve -genelde tasavvuf ile bağlantılı olan- İslam’ın güzel formlarını sever.
Şunu da eklememe müsaade edin: Tasavvufun İslam’dan farklı bir şey olduğunu söylüyor değilim. Defalarca yazdığım gibi, ‘‘tasavvuf’’ İslam’ın yaşayan kalbi olarak anlaşılır. Şeriatın uygulamalarına ve kelamcıların öğretilerine hayat ve anlam veren tasavvuftur. Bu anlamda, şayet tasavvuf eksik kalırsa, İslam’ın ruhsuz bedeniyle meşgul oluyoruz demektir.
Avrupa’da geleneğe yönelinmesi, Urreligion olarak görülen sufizme, yani öze dönüş talebi, benzer birçok örnekte olduğu gibi, bazı açılardan tökezleyen Batı’nın, Batı medeniyetinin, tökezleyen kimi yönlerini sağaltma teşebbüslerinden biri olarak değerlendirilebilir mi?
Ben ‘‘Batı medeniyeti’’ gibi bir nitelendirmeye pek sıcak bakmıyorum. Bu mevcut durumu açıklamak için çok genel bir terim. Şayet bazı Batılıların çağımızın hakim paradigmalarına alternatif arayıp aramadığını sormaya çalışıyorsanız, cevap kesinlikle evet olurdu. Peki bu anlamlı bir hareket/çaba mı? Bu soruyu kime sorduğunuza bağlı olarak değişir. Eğer kimi entelektüellere, politikacılara ya da kanaat önderlerine sorarsanız, size bunun anlamsız olduğunu söyleyeceklerdir. Eğer geleneksel öğretilerle hayatları bütünüyle değişmiş Hristiyan, Yahudi, Budist, Hindu ya da Müslüman bireylere soracak olursanız, bunun hayatlarının en anlamlı parçası olduğu cevabını vereceklerdir.
Batı medeniyetinin bir felakete doğru yol aldığını düşünüyor muyum? Hayır, halihazırda bunun çok ötesine geçti bile. Bu umudumuzu yitirmemiz anlamına mı geliyor? Neden umudumuz? Neden sizin ya da benim Batı medeniyetinden umudumuz olsun? Umut, ruhun Allah’a kanatlanmasında gerekli iki kanattan biridir (diğeri korkudur.) Her iki durumda da amaç Allah’tır. Şayet umut ve korkuya bir denge içinde sahip olunursa, o zaman Allah çok yakınımızdadır ve önemli olan da budur.
Bırakın Batı medeniyeti neredeye gitmek istiyorsa oraya gitsin. Bu ne benim ne de sizin sorununuz. Hesap gününde Allah ne size ne de bana, “Neden Batı’yı kurtarmaya çalışmadın?” diye soracak. Bilakis, O “Neden kendi nefsini kurtarmaya çalışmadın?” diye soracak.
İnsanların eskiden (kadim zamanlarda) daha mutlu olduğuna dair benim ciddi şüphelerim var. İnsan ilk günden bugüne benzer zorlukla/çelişkilerle boğuşmak zorundaydı ve iç huzuru yakalayanlar hep azınlıktaydı gibi geliyor. Fakat hemen her dönemde, mevcut durumdan şikayetçi olan herkes geçmişte her şeyin çok daha güzel olduğunu düşünme eğilimi gösteriyor, hasılı hemen her dönemde bir geçmişe öykünme görülüyor… Nietzsche; “er ya da geç herkes, kendisi için, içinden doğup çıkmak isteyeceği bir geçmiş yaratacaktır” diyor. Gelenekselcilik de böylesi, her şeyin bir ve bütün olduğu, daha doğrusu olduğunun tahayyül edildiği bir geçmiş yaratma çabası mı?
Her şeyden önce, sadece İslami değil, bütün dinî öğretilere göre en mükemmel zaman Hz. Adem’in cennette olduğu zamandır. Bununla birlikte, Hz. Adem unutmuş ve yasak meyveyi yemiştir. Akabinde Hz. Adem Allah’ın halifesi olarak yeryüzüne gönderilmiştir ve (halifelik) görevini iyi de yapmıştır, ancak daha sonra Kabil, Habil’i öldürmüştür. Hikaye böyle devam eder… Peygamberler ardı arkasınca bunu hatırlatıp durmuştur ama insanlar unutmaya devam eder. Vazifesi İslam dininin tesisi olan son Peygamber’in ölümünden sonra ise insanlık tarihindeki en büyük unutkanlık vuku bulmuştur. Hz. Peygamber’in döneminden sonraki süreçte ve bugün her şeyin daha iyi olduğunu düşünen biri kesinlikle İslami öğretiler (ya da diğer vahyi dinler) dışında başka kıstaslar kullanıyor demektir.
Gelenekselcilerin geçmiş ile ilgili herhangi bir yanılsama içinde olduklarını düşünmüyorum. Mesele geçmişte her şeyin bir ve bütün olması meselesi de değil. Mesele neyin kaybedildiği ve neyin kazanıldığı. İnsanların modern öncesi zamanlarda imkânsız olan, bugünkü dünyanın sağladığı şeylerle akıllarının başlarından gittiğini görmeniz için kahin olmanız gerekmiyor. Eskiden insanların bizimkiyle kıyaslandığında çok daha az karmaşık ve küçük dünyaları vardı ama hayatın anlamını bulmak çok daha kolaydı.
Bununla birlikte, vahyi dinlerin olduğu yerlerde –yani her yerde- insanlar ilahi hakikatin kusursuzluğuna kıyasla kendi eylemlerinin anlamsızlığına dair bir hisse sahipti. Eşyanın ve ruhların imkânı felsefi bir kavram değil, ‘‘uygarlığın’’ ve ‘‘gelişmenin’’ kibriyle kafaları henüz karışmamış insanların bizzat yaşadığı bir gerçeklikti. İnsanlar Allah’ın nezdinde önemli olduklarını bilirdi. Ancak Rönesans ve sonrasında insanlar kendi kendilerini ve ilahi rehberlik (hidayet) olmadan dünyalarını var kıldıklarına inanmaya başladılar. Ve nihayet Batılı entelijansiya Tanrı ‘‘varsayımını’’ ortadan kaldırdı. Bu geleneksel medeniyetlerin üzerine inşa edildiği temel hakikatlerin modernite tarafından reddinin bir başka ifadesiydi. Hasılı, İslam’ın, Hinduizm’in vs. bakış açısından modernite bir yanılsama üzerine inşa olunmuştur ve çökmeye mahkumdur. Ki Guénon da bunu Niceliğin Egemenliği ve Çağın Alametleri kitabında gayet açık bir biçimde yazmıştır.
Uzunca bir süredir modernizm eleştirisi çok revaçta, özellikle Müslüman toplumlarda… Ancak modernizmi tümüyle kötülemek makul bir davranış mı? İnsanların ortalama 40 yıl dahi yaşamadığı, doğan çocukların yarısından fazlasının çeşitli hastalıklar sebebiyle ömürlerinin ilk yıllarında öldüğü, en sıradan hastalıkların iyileştirilemediği, toplumların büyük çoğunluğunun sadece karınlarını doyurmak için saatlerce çalıştığı modern öncesi zamanları düşünürsek, modernizm bir yandan da hayatımızı kolaylaştırmadı mı, toplumların yaşam kalitesini arttırmadı mı? Dolayısıyla eşyaya modern bakışın mümkün kıldığı kimi avantajlar da yok mu?
Eğer modernizmi benim için tanımlayabilirseniz, ben de sorunuza cevap verebilirim. Şayet modernizm benim kullandığım gibi, modernite anlamına geliyorsa, o halde modernizm bize ilahi vahyi reddetmemizi ve ilahi rehberlik (hidayet) olmayan bir hayat sürmemizi öneriyor. Eğer öyleyse, modernizmin reddinde makul olmayan nedir? Bilgisayar kullanmamak mı? Ki, şayet öyleyse, tıpkı sizin gibi ben de hem felsefi duruşumu muhafaza edebiliyorum hem de e-mail gönderebiliyorum.
Tıbbi harikalara, ‘‘gelişme’’nin diğer ürünlerine gelince; her pozitif gelişme için, aynı şekilde negatif sonuçlar olduğu da söylenebilir. Bir şey kazanmak, her zaman başka bir şeyi kaybetmek demektir. İvan İllich, Medical Nemesis kitabında, bundan kırk yıl önce modern tıbba dair muhteşem bir eleştiri yazmıştı. Eğer benim gibi, siz de tıbbi alanda neler olduğuna biraz daha dikkat kesbederseniz, tıp adına işlenen cürümlerin kazanım sayılabilecek gelişmelerden hiç de az olmadığını farkedersiniz.
Her halûkarda, asıl mesele bu dünyadaki refah değil. Eğer İslam’ın gelip bu dünyadaki hayatımızı kolaylaştıracağını, birtakım maddi ‘‘gelişmeler’’ sağlayacağını düşünüyorsanız, Kur’an ve İslami gelenek hakkında açıkça yalnış bir kanaata sahipsiniz demektir. Bilim ve teknolojik gelişme sayesinde insanların bugün için elde ettiği faydalar, onlara Allah’ı, vahyi ve insanın ruhunun akibetini unutturuyor ya da bunlar anlamsız olduğu gerekçesiyle reddediliyor. Bu modern dünyanın hikayesi…
Özetle, modern bir dünyada yaşıyor olmanın kimi avantajlarını reddediyor değilim ve bunun için Tanrı’ya şükrediyorum. Her ne olursa olsun, hangi zamanda yaşayacağımı seçme şansım yoktu. Bütün bu olanlar bizim yazgımız ve biz sahip olduklarımız çerçevesinde, elimizden gelenin en iyisini yapmakla yükümlüyüz. Ancak bu bizlerin, otomobilleri ve çamaşır makineleri olmadığı için ortaçağda yaşamış insanlardan daha üstün olduğumuz anlamına gelmez. Ve ben o zamanlardan kalma tarihi ve edebi eserlerden edindiğim kanaat dolayısıyla eminim ki, o insanlar, insan olmanın ne anlama geldiği ve Tanrı’nın onlardan istediği gibi yaşamaya gayret hususunda bizden çok daha bilinçliydiler. Fakir fakat bilinçli tek bir an, gaflet içinde yaşanan yüz yıla yeğdir.
Bu bağlamda, Gelenekselcilerin diğer modernite eleştirileriyle birleştikleri ve ayrıldıkları konuları, onu orjinal kılan hususları sorsam…
Ben modern Batı tarihçisi değilim, moderniteyi eleştiren çeşitli düşünce ekollerine de ilgi duymuyorum. Gelenekselciliğe gelince; eğer onda orjinal bir şey yoksa, ona da ilgi duymam. Geleneğin (tradition) esas noktası, hakikatin köklerinin Tanrı’da ve hakikate açılan kapıların anahtarlarının (resullere ve nebilere ulaşan) geçmişte bulunduğudur. Bununla birlikte geleneğin yaşayan bir ağaç olması gerekir; bu kökleri geçmişte olan ama an itibariyle yaşamayan ağacın yeterli olmadığı anlamına gelir. Siz, İslam dışındaki bütün ağaçların ölü olduğunu düşünüyor gibisiniz. Ve siz, görece yakın geçmişte entelektüeller tarafından tasarlanan bu yeni düşünce fidanlarının fani görünümler alemine geçici bir dalıştan daha fazlasını vadettiğini öneriyor gibisiniz. Bu öyle bir alem ki, dinî anlayışa göre, kısa zamanda gözden kaybolarak yokluğa boyanacak ve geride sadece Hakikat’in yüzü kalacak.
Gelenekselci ekolün Batılı düşünce dünyası içinde ortaya çıkmış ve yine sadece Batılılara, (ya da Batılılaşmış Müslümanlara) hitap eden bir akım olduğu söylenebilir mi? İslam coğrafyasında doğmuş, o kültürde büyümüş ortalama bir Müslümana (örneğin Yemenli bir Müslümana) bilmediği, farklı ne söyleyebilir/önerebilir Gelenekselcilik?
Bilmiyorum, ancak söyledikleriniz kulağa makul/mantıklı geliyor. Bildiğim kadarıyla Gelenekselcilik Batılı bir akım değil, aksine insani varoluşa dair evrensel bir olgu. Her yerde ve her zaman için insanlar hikmeti geçmişte ve aşkın olanda bulmuştur. Beşeri durum buydu ve bu durum tarihte ilk kez, eğitimli ve kültürlü elitlerin Batı’da, Tanrı’yı işin içinden çıkarmasıyla değişti. Günümüzde insanların Tanrı’ya ibadete pek fazla zaman ayırmaması bu beşeri durumun gerçekliğini değiştirmez. Diğer taraftan, dinin bir ideale (bir idol hâline) dönüştürülmüş olması da, -örneğin bu kadar çok Müslümanın camilerde Allah’a ibadet ediyor olması- modernizmin dünyanın her yerinde hâkim etkisini azaltmıyor.
Geleneğin –Gelenekselcilik demiyorum- Yemenli bir köylüye ne önerebileceğine gelince; ona da aynı şeyi önerecektir: kurtuluşu ve bu öbür dünyada saadettir, bu dünyada değil. Şayet Yemenli köylü bir gün üniversiteye giderse, o zaman ‘‘Gelenekselcilik’’in aslında geleneğe geri dönüş olduğunu bulabilir.
Peki insanlığın geldiği noktayı göz önünde bulundurursak, insanların eşyaya tekrar kadim bir bakış açısıyla yaklaşması, âlem, insan ve Tanrı tasavvurunu değiştirmesi konusunda ümitvar mısınız hâlâ?
Ben her ne kadar endişeli olsam da, Allah rahmet sahibidir. Ve bir hadiste buyurulduğu gibi, “Allah’ın ipine gerçek manada sarılan (tek) bir insan dahi bulunduğu müddetçe kıyamet günü gelmeyecektir.” Umut insan için son derece önemli ve aynı zamanda ilahi bir emir. Allah, Kur’an’da; ‘‘Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar.’’ buyuruyor. İnsanların %99.999’u Allah’ı ve rahmetini unutsa, bu onu hatırlayanlara ne kadar zarar verebilir?
Son olarak, merkezi ilgi alanınızın tasavvuf olmasına istinaden sormak istiyorum; sizce tasavvufa dair yeterince nazari çalışma var mı, sadece İngilizce konuşulan ülkelerde değil, tüm dünyada?
Hayır, kesinlikle yeterince çalışma bulunmuyor, ne İngilizce konuşulan ülkelerde, ne Türkçe konuşulan ülkelerde, ne de Çin gibi başka yerlerde. Türkiye’nin durumu özellikle üzücü, zira modern Türkler Osmanlıca ile bağlarını kopardılar ve dedelerinin dilini bir yabancı dil olarak öğrenmedikçe, kendi entelektüel miraslarıyla irtibat kuramıyorlar. Bütün Müslüman ülkeler, İslam’ın politizasyonu (=modernizasyonu) ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan geleneksel davranış ve tutumlara gösterilen düşmanlık nedeniyle ruhi bir çöküntü yaşıyor. Modern Müslümanlar tasavvufu İslam’a yabancı bir olgu olarak yaftaladı ve bu Müslümanları geleneğin kalbinden kopardı.
Peki sizin ilginizin/motivasyonunuzun sebepleri nelerdir?
Ben tasavvufu ve İslami felsefeyi, geleneksel hikmetin zengin kaynakları ve dolayısıyla İngilizcede halihazırda bulunan hikmetin diğer kaynaklarına ek, yararlı kaynaklar olarak buldum. Ben İngilizce konuşan, Tanrı ve insanın ruhuna merak duyan ve Tanrı’nın birçok dilde konuştuğu fikrine açık insanlar için yazıyorum. Yazdıklarımın Arnavutça’dan Endonezyacaya kadar birçok farklı dile çevrilmesi kimi Müslüman akademisyenlerin kendi entelektüel miraslarının önemli metinlerini okuyup anlayabildikleri ve onları günümüz insanı için bir anlam ifade edecek şekilde açıklayabildikleri anlamına geliyor.
Ben İslami geleneğin zenginliğini tevafuken keşfetmiştim, -Mevlana’nın şiirlerini tercümeye çalışmam vesilesiyle- ve bu beni konunun tarihi ve manevi bağlamını araştırmaya sevketti. Yaptığım ve yapmaya devam ettiğim şey budur, çabamın arkasında entelektüel bir merak yok, bilakis hakikate duyduğum susuzluk ve klasik İslami metinlerin hakikati ve hikmeti, ulaşılabilir ve anlaşılabilir bir şekilde ifadeye özellikle elverişli olduğuna dair inanç var.