Aaahlaaak, Aahlaak! Evveli de, Ahiri de Adalet!
Kadri Akkaya
Paris Per Laşez Mezarlığı’nın Müslümanlara ayrılan kabirlerinde yatan İsmail Hakkı Bey başta olmak üzere, tüm diğer rahmetlileriyle kuş diliyle vedalaştıktan sonra, kanat çırpıp gökyüzündeki bulutlara doğru henüz yol almaya başlamıştık ki, ardımızdan bir karganın “aaahlaaak, aahlaak!” diyen sesini duyduk. Epey sonra Akdeniz geride, aşağılarda kaldı. Bu denizin güneyinden kuzeyine yılın her günü bir göçmen akını var. Avrupa’nın Görünmeyen Hisarı’nı herhangi bir şekilde aşarak, bir an önce kendilerini Avrupa topraklarına ulaştıracağına inandıkları taka sahiplerine, en sonunda sahip oldukları tüm maddi ve maneviyatını teslim etmek zorunda kalmış yüzlerce insanın her gün ortalama yirmi kişisi hayatlarını da feda ediyor. Oysa ki, bu canlar ne zorluklarla ve de ne rüşvetlerle görünmeyen Avrupa Duvarı’nın göçmen akınına uğramaması için Avrupa fonları desteğiyle Afrika’nın kuzeyinde yapılmış ve aslında göçmenlere tuzak olan toplama kamplarından kendilerini kurtarmış olmalarına ne kadar da sevinmişlerdi.
Güvercinlerin Kurultayı
Yolumuzun üzerindeki bu durumları yüreğimiz sızlayarak algılayıp, şahit olduktan ve Tuna’nın başlangıcı olan Bregquelle Pınarı’nda mola verdikten sonra nihayet Köln ile Bonn kentleri arasındaki havalimanının yakınındaki, bir zamanlar binlerce ‘‘Turkos’’un da yaşam mücadelesi verdiği esir kamplarının olduğu Wahner Heide çayırlığındaki güvercinlerin kurultayına ulaştık.
Açılış konuşmasını güvercinlerin en yaşlısı sıfatıyla İsviçre’den gelen hürmetli bir büyüğümüz olan Aksakal yaptı. Bizi, birliğe ve dirliğe davet eden sözlerinden sonra, insanlar âleminden, yani yaratılan beşerler arasındaki sözde görünen ince farklılıklar ve buna rağmen ahlaklarındaki benzerlikler üzerinde durduğu sözleri de çok etkiledi.
Şıraya su karıştırmış olunacak ama aklımızda kalanı, şöyle demişti diyerek tekrar edelim: “Son Dünya Paylaşımı Savaş’ında Nazilerden kaçarak ilticada bulunduğu sözde tarafsız İsviçre’den tekrar Almanya’ya geri gönderilmemek için ezelden yaralı gönlünün yanına bir de bıçağı kendi baldırına saplayarak sürgününü vücuduna açtığı yara ile kendine hasta statüsü vererek engellemeye çalışan Haliç’in Kızı romanın yazarı Essad Bey, nam-ı diğer Kurban Said’in çile çektiği ve mekân tutmaya çalıştığımız yörelerin de, oraları artık mekânımız görmek isteyerek yoluna devam edenlerin de sizlere selamı var.
Onların Birbirine Benzeyişi Ahlaklarındandır…
Bu fani dünyada esasen insanda adalet ile ahlak meziyeti birlikte ve aynı anda çok az bulunuyor. Ki, bu durum çok gülleri solduruyor ve tabii ki heder oluyor bülbüller! Çırptığımız iki kanat arasında sadece açlıktan şu yeryüzünün –ne ilginçtir ki- hep de güney kesiminde her saniyede bir, tam beş bebek açlıktan ölüyor. Bu bir olgu. Göbek adı Hans olan, İsviçre’nin Vicdanı Jean Ziegler seksenüç yaşında olmasına rağmen, hâlâ UNO’su munosu gibi tüm oligarklara karşı, bir ayağı Cenevre’de, diğeriyle de yetişebildiği her yerde, o yaşlı bedeniyle bile delikanlılığın çağımızda tarifinin nasıl yapılması gerektiğini hâl ve gidişiyle, ‘‘Bu çocuklar ölmüyor, öldürülüyorlar!’’ diyerek gösteriyor.
Özhuy… İbn Haldun asabiya demiş. Özhuylarında ahlak ile adalet olanlardan biri de doksan sene önce Hannover’de Musevi olarak doğmuş, Uri Avnery. Vicdanı çocuk saflığında kalmış bu ihtiyar hâlâ, ‘‘Filistin’lilere adalet’’ ahlakı üzerinde olduğundan yaşadığı mekâna bir türlü ‘‘vatanım’’ diyemiyor. En son Viyana’da Almanca çıkmış kitabından birkaç satırı, minareye izin vermeyen İsviçre’de azınlıkta kalmışlara, yani çokkültürlü yaşama sıcak bakan bir avuç dinleyicisine okuyor.
Eğer uçarken yolunuz düşer de, bir ara çeşitli çam ağaçları ve diğer nadide bitkilerle dolu Cenevre’nin sevimli yeşilliğinde bir mola versek mi dediğiniz olursa, aman dikkat edin! Ne yazık ki, çevresindeki görünmez elektronik koruyucu duvarlardan dolayı niyetiniz kursağınızda kalacaktır. Onsekiz hektarlık büyük bir arsa içinde göze batan bu devasa malikanede, yılın sadece bazı günlerinde yaşayabilmek için Latifa bin Fahd al Saud’un geçenlerde 47 milyon avroya satın aldığı bu emlağı ve çevresindeki alanı kuşgillerden olduğunuzdan dolayı oradaki yaşayan insanlardan ayrıcalıklı bir şekilde gökyüzünden görerek geçebileceksiniz ancak. Güya, bu malikanenin daha da büyüğünü, aynı şehirde, birkaç sene önce Nursultan Nazarbayev’in kızı 60 milyona satın almış. Burayı görelim ve bir mola verelim derseniz başınıza ne gelir bilemem…
Evveli Adalet, Ahiri Adalet
Söz, evsahiblerinden biri sıfatıyla, son neslin kendini yetiştirmiş nadide örneklerinden biri olan genç bir hanıma verilmişti. O da şunları söyledi: “Buraya çok az uzaklıktaki eski başkent Bonn ile eyaletimizin en kuzeyindeki Bielefeld şehirleri arasındaki yerel yönetimlerin yüzde yirmisi ekonomik olarak iflasta. Sadece Köln’ün nüfus başına düşen borcu neredeyse sekiz bin avro. Ama bu kentin güney batısındaki malikanelerde yaşayanların, ki en fakirleri milyoner, ne bu borçtan, ne şehirdeki binlerce evsiz barksız yaşayan düşkünlerden haberi var. Onları rahatsız eden her konu, kamuoyunun henüz gündemine gelmeden ve de her zaman için onların en çok isteyebileceği şekilde hallonuluyor: Uçak gürültüsü duymamaları için havaalanına iniş ve kalkışların rotası rüzgardan ve iklim şartlarından ziyade, onların muhtemel isteklerine göre planlanma aşamasında halloluyor. Tüm kent halkının ihtiyacı olan ilkyardım helikopteri kalkış pisti bile, muhtemel gürültü kirliliğinden dolayı tabii ki kentin en çok sosyal yardım alan nüfusunun olduğu yere yapılıyor.
Toplumun çoğunluğunu birincil ilgilendiren konular nedense hep demokratik usûle uygun bir azınlıkça karara bağlanıyor. Öyle ki, tarihte bir veya birkaç deli kuyuya bir taş atıp, insanların başına iki dünya savaşını bela etmedi mi? Şimdi de, bir yandan toplumsal ‘‘öteki’’ yapılarak bizlerin üzerinden, kendi kimliklerini yeniden tanımlarken, değişen dünyadaki en iyi yeri almaya hız verecek toplumsal yapılanmalarını da yeni baştan gerçekleştiriyorlar. Ne verdiğimiz milyonlarca avroluk ‘‘dayanışma vergisine’’ sembolik olsun bir teşekkür, ne de birinci neslimizin artık toprak altında olsun rahat edebilecekleri bir mezarlık kültürüne şartsız izin var.
Anadolu insanları Batı’nın bin yıldır kendilerine “Türk” demesine iltifat etmedi. Ne zaman ki biz, kendimize bizzat “Türk” dedik, işte o andan beri, bir yandan aslında farklı olduğumuz iddia edilirken, bir yandan da şimdi buralarda “Türk” diye seri bir şekilde katl edilir olduk.
Felek bu millete de, diğerlerine de daha ahlaklı üzere olan ve daha adil bir toplumsal çevrede yaşamayı nasib etsin! Bu milletin Muşlu çocukları salt Yemen’de ya da Çorumluları Çanakkale’de değil, bir söz uğruna ve yanında olduğunu sandığı toplumlar için taa Kore’de de, Köln’de de can vermiştir. Birinci Dünya Savaşı’nda kaderine Alaman ile dayanışma yazılan Eyüplü asker mesela, ta Köln Mülheim’deki Hacketäuer kışlasından, yüreciğindeki dertlerle uğraşmaktan postaya vermeye nasib olamadığı ve terekesinde kalan kartpostalın üzerine sıladaki sevdiklerini ürkütmeden şunları yazmış: “Kardeşim, kartını aldım. Emin ile Selahaddin’in derslerine çok sevindim. Sen ne yapıyorsun? Bir garibanın muamelesine sıkılma… Sen ve himayendeki iki evladına münasib bir şey alırsan tabii hoş olur… Eğer merkezi Eyüp’e kadar yürüyüp de bir çift, güzel boyası çıkmaz beşikden alırsan çok makbule geçer… Ve tefarruatı sailesiyle ben…” Sonrası malum.
Daha sonrası ise başka bir olgu. Ve yine bir başka Alamanya sevdası kendini Türkiye’den işgücü göçü olarak gösterdi. İlk resmi işçi göçünden önce Almanya’ya gelen ve burada işçi olanlar da var. Resmi işçi göçü kafilelerinden önce, 1958 yılının Ekim ayı kafilerelerinden birinde A. İhsan Temizel ile dört kişi Ford fabrikasına, bir kişi de KHD’ye geldi. İlk gelenlerden biri Bursalı Ömer Dutluca idi. Şimdi Köln’ün kuzeyinde, şirin bir mezarlıkta yatıyor.
Köln şehrinde 1963 yılında oniki bin İtalyan vatandaşı yanında sadece üç bin altı yüz Türk vardı. 1966 yılında ise Türkler 12 bin olmuştu.
Heyetler geldi, heyetler gitti. 1963 yılında Çalışma Bakanı Bülent Ecevit, daha sonra Ali Naili Erdem Köln’deki Türkleri ziyaret etti. Dert dinledi, dosyaya ekledi. Dertler çoğaldıkça dosyalar da çoğaldı.
Türkiye’den Almanya’ya resmi işçi göçü sürecindeki işaret taşı İsmail Bahadır’a kadar sadece Köln’e gelen Bursalı Ömer Dutluca, Hanife Şanlı, Antrantik Yalçın Demirci ve Yılmaz Taşkan ve diğerleri gibi bir milyon işçi geldi. Daha sonra gelenler hariç…
Şu toplandığımız çayırın karşısında gördüğünüz uçak pistinden buralara altı haneli bir numara ile ‘‘dipdiri gelenler’’, şimdi her gün tabutlarına ekli yine çok haneli bir tereke kağıdında ‘‘ölü’’ olarak dönüyorlar.
Köln’e resmi işçi göçü kafilesiyle gelen ilk onüç kişi içinden Necdet Ölçerman haricinde, neredeyse hepsi öldü. O, bir ara kendisinden önce ahirete giden arkadaşlarını rahmetle yad ederek, A. İsan Temizel’in yanında şöyle demişti: ‘‘Kimimiz terzi, berber ya da marangoz gibi birer meslek sahibiydik; kimimiz Rum, kimimiz de Ermeni kökenliydi; hatta kimimizin teni İhsan rengindeydi ama hepimiz de kendimizi Türk hissederdik.”
Şimdi ‘‘kadın’’ kotasından CDU’da ‘‘Hristiyan demokrat’’ olunuyor, Kürt kotasından ‘‘solcu ve sosyalist’’, ama her halükârda ‘‘Türk’’ olarak yakılıyor ya da seri bir şekilde katl ediliyoruz.
Kurultayın olduğu çayırın karşısındaki tepede kargalar da toplanmaya başlamıştı. Ne kadar ‘‘aaahlaak, aahlaak’’ diye çevresine doğru bağırsalar da, özde değil sözde kalacak bu ikaz bile, nerede yaşanırsa yaşansın, önderleri kargagiller olan diğer kuşgillerin burunlarını tezekden kurtaramayacak.