Ahlakın Kaynağı Üzerine Bir Deneme
Ömer Türker
Düşünce tarihi birbirinden oldukça farklı ahlak temellendirmelerine tanıklık eder. Kimi düşünürler ahlakın kaynağının haz, kimileri tabiat, kimileri insan duygularından biri –mesela korku-, kimileri sezgi, kimileri toplum, kimileri Tanrı’nın buyruğu ve kimileri de insan aklı olduğunu iddia etmiştir. Bu görüşleri birer birer tartışıp bunlar arasında tercih yapmak yerine bu görüşleri tartışmaya imkân verecek şekilde, “İnsanın ahlaklı davranmasını mümkün hatta zorunlu kılan nedir?” sorusuyla başlayabiliriz. Kuşkusuz bu soru bir bütün olarak insan kuvvelerinin dikkate alınmasını gerektirir. İnsan ister klasik metafizik geleneklerinde olduğu gibi bir ruh ve bedenden müteşekkil kabul edilsin, ister mütekaddimûn döneminin bir kısım kelamcıları ve çağımızın hâkim felsefi akımlarında olduğu gibi sadece bedenden müteşekkil bir varlık kabul edilsin esas itibariyle iki fakülteden oluşur. Bunların ilki, duyu yoluyla idrak etme gücüdür. Görme, işitme, koklama, tatma, dokunma ve tahayyül gibi dış ve iç duyulardan oluşan bu güç, insanın dış dünyayla temasını sağlayan araçlardan oluşmaktadır. İkincisi ise bu duyular yoluyla elde edilen duyumlar üzerinde tasarrufta bulunarak insanın tercih yapmasını mümkün kılan akletme veya düşünme gücüdür.
Duyular ne denli duyumsama işini gerçekleştiriyor ve algıladıkları varlık alanıyla insanın bağlantı kurmasını sağlıyorlarsa akletme gücü de o denli birleştirme, ayrıştırma ve tercih etme işlemlerini yerini getirir. Diğer deyişle insan olmak zorunlu olarak duyumsamayı ve birleştirme, ayrıştırma ve tercih yapabilme özelliğine sahip olmayı gerektirir. Bu anlamda insan, gerekçesi her ne olursa olsun istek ve tercihte bulunabilen bir varlıktır. İsteme ve arzu etme özelliği insana benzer duyu güçlerine sahip diğer canlılarda da bulunmaktadır. Fakat insanın dışında hiçbir canlıyı arzu etme ve isteme özelliğinden ötürü ahlaklı olmakla nitelemiyoruz. Bu durum, her ne kadar belirli bir ahlaki fiilin maddesini oluşturan algıları verseler de duyu güçlerinin insanı ahlaklı olmakla nitelememize kaynaklık etmediğini göstermektedir. Belirli olarak hiçbir duyu veya duygu insan fiillerini ahlaki fiiller olarak göstermeye elverişli değildir. Ebedîlik arzusu gibi insanın düşünme gücünün işlevselleşmesiyle maddesi ve amacı bakımından farklılık arzeden bir kısım duygular istisna edilirse bütün duyu ve duygular kelimenin tam anlamıyla hayvanidir. Bu duyu ve duygulardan kaynaklanan fiiller de maddesi itibariyle hayvanidir ve bunların hiçbiri kendisi olmak bakımından ahlaki fiiller kategorisine girmez. Bir fiilin iyi ve kötü gibi ahlaki sıfatlarla nitelenmesi, bir hareketler bütünü olmasından yahut tikel bir arzuya veya çıkara hizmet etmesinden kaynaklanmaz. Arzu ve çıkarlar bir fiili olsa olsa uyumlu olmak veya olmamakla nitelendirmeye elverişlidir. Nitekim hayvanların fiilleri uyumlu olmak ve olmamakla nitelendirilmesine ve bu anlamda iyi ve kötü sıfatlarına konu olmasına rağmen ahlaki fiiller olarak değerlendirilmez. Sözgelişi biz bir atın iyi koştuğunu, bir bıçağın iyi kestiğini veya bir otomobilin iyi olduğunu söyleriz. Fakat bu kullanımların hiçbirinde ‘‘iyi’’ ahlaki bir yüklem değildir. Bir fiil, tam da insan iradesi tarafından tercih edilmiş olması nedeniyle iyi veya kötü olmakla nitelendirilmeye elverişli hâle gelir. Bu bakımdan ahlak insana tercih etme (ihtiyâr) özelliğini kazandıran düşünme gücünün eseridir. Fakat insan irade eden bir varlık olmasa idi onun ne akli bir ruha sahip olması ne de Tanrı’nın emirlerine muhatap olması, insanı ahlaklı bir varlık olarak nitelendirmeye yetmezdi. Nitekim akli varlıkları kabul eden meşşâî filozoflar ayrık akılları ve meleklerin Tanrı’nın emirlerine muhatap olduğunu söyleyen kelamcılar melekleri ahlaki olmakla nitelemezler. Çünkü gerek ayrık akıllar gerekse melekler, irade sahibi varlıklar değildir. Öyleyse ahlakın kaynağı tek başına ruhun akli varlık oluşu veya Tanrı’nın emirleri de olamaz. Bütün bunlar tercih gücüne eklenen ve onu insani tercih hâline getiren ikincil unsurlardır. Bu yargı, belirli bir ahlaki önermenin maddesini oluşturan her türlü “kaynak” için de geçerlidir. Diğer deyişle belirli bir eylemin iyi ve kötü oluşunun dayanağı ile iyilik ve kötülük değerlendirmelerinin bir bütün olarak dayanağı birbirinden farklıdır.
Benzer durum, ahlakı topluma dayandırmak için de geçerlidir. Toplum ahlakın oluşumunda değil, yalnızca tikel ahlaki değerlerin belirli hâle gelmesinde işlev görebilir. Evet, insanın tek başına yaşaması onun büyüme ve gelişme şartları dikkate alındığında imkânsız denecek denli güç olduğundan gerek düşünme gücünün gerekse diğer güçlerin yetkinleşmesi bir toplumda yaşamayı zorunlu kılmaktadır. Fakat bu, insan olabilmenin bir toplumda yaşamayı gerektirmesi anlamında değil, insan olmanın kaçınılmaz olarak bir toplumu gerektirmesi anlamında bir zorunluluktur. Bir kimsenin başka hiçbir insan olmaksızın tek başına yaşadığını varsaysak onun ahlaki tercihlerde bulunduğunu düşünebiliriz. Diğer değişle herhangi bir anlamsızlığa düşmeden İbn Tufeyl’in Hayy b. Yakzan’ının ahlaki tercihlerde bulunduğunu düşünebiliriz. Zira irade ve tercih, insan söz konusu olduğunda ontolojik olarak toplumsal varlığı önceleyen insani durumlardandır. Ayrıca söz gelişi karıncalar, fiiller, sırtlanlar ve aslanlar gibi başka pek çok hayvan türü de toplumsal varlık oluşturdukları hâlde biz onların fiillerini ahlaki fiiller olmakla nitelemiyoruz. Çünkü bunlar Farabi’nin ifadesiyle “ihtiyârî fiiller” değildir.
Şimdiye kadar söylenenlerden ahlakın doğayla uyum içinde yaşama çabasına da dayandırılamayacağı ortaya çıkmaktadır. Çünkü doğayla uyum içinde olma çabasının kendisi ahlaki olmakla nitelenebilen ve insan tercihinin sonucu olan fiillerden oluşur. İnsan bilerek ve isteyerek doğayla uyum içinde yaşamayı veya doğaya aykırı davranmayı tercih edebilir. Dolayısıyla doğayla uyum, sebep değil bir sonuçtur. Sonuçların tamamı, belirli bir ahlaki eylemin maddesini oluşturmaya ve ahlaki davranışları yönlendirmeye elverişlidir ama hiçbir sonuç, bir fiilin ahlaklı sayılmasının dayanağı olmaya elverişli değildir.
Öyleyse insan fiillerinin ahlaki sıfatıyla nitelenmesini sağlayan şey, düşünme gücü başta gelmek üzere insanın diğer güçlerinden oluşan kuvveler bütünü olarak bizzat insanın kendisidir. İnsan ahlaklı olabilmek için insan olmaktan başka hiçbir şeye muhtaç değildir. Bunun nedeni, insanın tercih eden bir varlık olduğunun ispata muhtaç olmamasıdır. İnsan özü gereği tercih eden bir varlıktır. Pekala baştan beri sözünü ettiğimiz temel hangi zeminde durmaktadır? Aslına bakılırsa ahlakın kaynağına ilişkin farklı görüşlerin ortaya çıkmasına ve ahlakı temellendirme çabasına sebep olan şey, tercih dediğimiz şeyin içeriksiz bir fiili ifade ediyor olmasıdır. Şayet tercih, içeriksiz bir insani edimi ifade ediyor ve ancak insanın değişik güçlerinden kaynaklanan yönelişler sayesinde anlamlı hâle geliyorsa ahlak, tercihi işlevselleştiren bu anlamlara dayanmaz mı? Kuşkusuz bu soru bizi tercihin konusu olan herhangi bir durumu iyi ve kötü nitelemelerine konu yapan şeyin ne olduğu sorusuna götürmektedir?
Ahlak insanın tercih etme özelliğine dayanmakla birlikte belirli ahlaki fiiller, tercih ediminin yönelimini belirleyen teorik kabuller ile yine tercih ediminin icrasını sağlayan şartlara bağlıdır. Bu noktada insani bir durum olarak ahlaklı olma ile ahlakilik kriterleri arasındaki fark ortaya çıkar. Tercih yalnızca insani bir durum olarak ahlakı zorunlu kılarken tercih ediminin yönelimini belirleyen teorik kabuller, neyin ahlaki olduğuna yönelik uygunluk ölçütlerini belirlemeyi sağlar. Çünkü ahlaki anlamda neyin iyi, neyin kötü olduğu ancak iyinin ve kötünün ne olduğuna ilişkin bir kabulle veya tanımlamayla tespit edilebilir. Ahlak, insanın potansiyellerini aktif hâle getirme yollarından biri olduğundan hangi eylemin insan için bir yetkinleşme sayılacağına –zira pratik yetkinleşme ahlaklı davranışlarla gerçekleşir- önceden karar verilmesi gerekir. Söz gelişi bir kişinin tefecilik, ticaret, işçilik veya hırsızlık yollarından biriyle geçimini temin etmesi mümkündür. Fakat bunların hangisinin ahlaki, hangisinin gayrı ahlaki olduğu, iyi ve kötü hakkındaki mülahazalara bağlıdır. Bununla birlikte insan bütün bunlarda iyi ve kötünün ne olduğunu sormakla yükümlüdür. Ahlakın temelini oluşturan şey de başka her şeyden önce insan olmanın dayattığı bu zorunluluktur. Bu bağlamda ahlak, insanın özgür bir varlık oluşuna dayanır ve insanın özgür olduğu değil, olmadığı ispata muhtaçtır. Çünkü insan özgür olduğundan ziyade olmadığını bilmemektedir. Dolayısıyla insanın muhtemel bir ahlaki yaşamdan yoksun kalması mümkün değildir. Bu demektir ki insanın belirli bir ahlak teorisi ve ahlaki yaşam modelinden yoksun kalması da mümkün değildir. Sorun, bu teori ve modelin hangi ölçüye göre belirleneceğidir. Aslına bakılırsa farklı ahlak teorilerinin ortaya çıkmasına yol açan durum da ahlaki ilkeleri belirlemenin ahlakilik ölçütlerini gerektirmesidir.
Herhangi bir insani fiil, maddi veya manevi bir hareketler bütünü olmak anlamında iyi ve kötü olmakla nitelenmeye elverişli değildir. Bir fiilin, iyi ve kötü olarak nitelenebilmesi için o fiile iyilik ve kötülük değerlerini katan bir unsur bulunmalıdır. Ayrıca fiile değer katan şeyin kendisi değerli yahut en yüksek değer olmalıdır. Kanaatimizce insanın herhangi bir tercihi iyi veya kötü olmakla nitelemesinin nihai dayanağı, onun herhangi bir kuvvesinden kaynaklanmayan ve yine kendisinin bilincinde mevcut olmasının zorunlu kıldığı var olma talebidir. Bu talep, insanın herhangi bir duyu gücünden kaynaklanan arzu ve duygulardan kökten farklıdır. Hatta insanın bütün duygu ve arzularını yönlendiren asli bir muharrik unsurdur. Bir fiili, ahlaki olmakla nitelememizi sağlayan bütün muhtemel durumlar, gerçekte var olma talebinin şu veya bu şekilde özelleşmiş hâlleridir. Bu bağlamda bir fiile değer katan şey, o fiilde olduğu düşünülen var olma imkânıdır. İnsan varlık imkânını belirgin bir mevcuda dönüştürürken var olmanın kendisinin değerli olup olmadığını sorgulamaz. Eğer varsa bir sorgulama, o tamamıyla varlığın bir durumuna yöneliktir. Yani şu veya bu şekilde var olmaya ilişkindir. Çünkü varlığın bizatihi kendisi iyinin de değerin de ta kendisidir. Yalnızca var olmak, değerin ve iyinin mastar hâliyle yüklenebildiği tek anlamdır. Bu, insanın ahlaki tercihlerinin metafizik bir temeli bulunduğunu gösterir. Bundan dolayı herhangi bir arzu veya fiilin varlıktan aldığı pay, onu değerli ve iyi hâline getirir. O arzu veya fiil, eksik olduğu ölçüde de değersiz ve kötüdür.
Şu hâlde bir fiili iyi veya kötü yapan şey, o fiildeki varlık anlamının gücü, sürekliliği ve tamlığının bulunma derecesidir. O fiili ahlaki anlamda iyi veya kötü yapan şey ise ondaki varlık anlamının insanın tercihiyle inşa ediliyor oluşudur. Dolayısıyla insani tercih, metafizikten fiziğe geçişte köprü oluşturur. Varlık anlamının bedîhîliği ve ispata muhtaç olmaması, ahlakın metafizik temelinin ispata muhtaç olmadığını gösterir. Yine insanın özü gereği özgür ve tercih eden bir varlık oluşu, ahlakın insani temelinin de ispata muhtaç olmadığını gösterir. Fakat tercihle inşa edilen fiilin değerli veya değersiz olduğu varlık anlamının tamlığına, gücüne ve sürekliliğine ilişkin tespitlerle dolayımlandığından hem genel olarak tikel ahlaki fiillerin dayandığı ahlaki ölçütler hem de bu ölçülere göre değerlendirilecek tikel ahlaki fiiller, zorunlu olarak varlık anlamının insan fiillerinde tahakkukuna dair genel ve özel tespitlerle çevrelenir. Bu tespitler, insanı varlığın mutlaklığına yaklaştırdığı ölçüde iyilikten, uzaklaştırdığı ölçüde kötülükten pay almaya vesile olacaktır. Bu bağlamda ahlaki anlamda iyi ve kötü, metafizik anlamda iyi ve kötüye bağlanır. Şu hâlde ahlaki ölçütleri belirlemenin ve ahlakın kaynağına ve ahlaki iyi ve kötünün ölçüsünün ne olduğuna ilişkin farklı teorilerin yarattığı kafa karışıklığından kurtulmanın yolu, insanın kendi tercihleriyle inşa ettiği özgür varlık alanının doğrultusunu belirlemede varlığın mutlaklığına yaklaşmayı gaye edinen bir yetkinleşme nosyonunu dikkate almaktır. Zira insanın her bir edimi, onun kendi türsel ve kişisel yetkinliklerini var etmesini amaçlar. Bu anlamda ahlak, insan özgürlüğünün yine insanın kendisi tarafından inşası demektir ve ahlaklı yaşamın zorunluluğu, insanın mecburen özgür bir varlık olarak kendisinde kuvve hâlinde içerilen yetkinlikleri fiil hâline getirmesini zorunlu kılar. Ahlakın ilk öncülünün apaçık olduğunu söylerken Farabi’nin kastettiği de bu olsa gerektir.
Evet, insan vazgeçemeyeceği şekilde özgür bir varlıktır ve İslam filozoflarının “ikinci yetkinlikler” adını verdiği var oluş seviyesini yine kendisi inşa eder. Bu açıdan bakıldığında ister bireysel ister toplumsal olsun özgür bir iradeye dayandığı sürece insanın ahlakilikle nitelendirilemeyecek hiçbir fiili yoktur. Ahlaki iyi ve kötünün ölçütü ise insanın yetkinliğidir. Bir fiil, insanda kuvve hâlinde içerilen varlık anlamını tahakkuk ettirip yetkinleştirdiği ölçüde iyilikle ve aksi durumla kötülükle nitelenir. Diğer deyişle kaynaklandığı kuvveyi veya organı tüketen ve onun varlık imkânlarını yok eden bir fiil, gayrı ahlakidir ve bunun tersi de doğrudur. Bu dünyanın bir parçası olarak var olduğu sürece insanın sınırları, onun aktif hâle gelmesi muhtemel yetkinliklerinin de sınırı olacaktır. İbn Sînâ bu durumu, “Bir nesnenin yetkinlikleri onun tanımında içerilir.” şeklinde genel ilke olarak vazetmiştir. Dolayısıyla insanın yapısına, kuvvelerinin işleyişine, kuvveler arası ilişkisel düzene ve bu dünyanın bir parçası olarak insanın varlıktaki yerine dair bir tasavvura sahip olunmalıdır ki insanın bu dünyadaki eğreti ve mecazi bulunuşunu onu yetkinleştirerek olabildiğince hakikate dönüştüren bir ahlaki ölçütler dizisi bu tasavvur üzerine inşa edilebilsin.
Ahlak, insan olmanın zorunlu kıldığı bir özgür fiiller alanı olduğu sürece insanın kendisine ilişkin farkındalığını ve kendi imkânlarını keşfetmesini gerektirir. Dolayısıyla insanın insan olduğunun farkında olması, kendisini yetkinleştirecek bir ahlaki ilkeler dizgesini de oluşturma sürecine girmesi demektir ve bir insan veya toplum ister seküler ister dinî bir dünya görüşüne sahip olsun ahlaki tercihlerden kaçınamaz. İnsan hayatında gaye ve yetkinlik nosyonuna dayalı ve bedeli ahlaki yaşamın veya davranışın kendisi olduğu yahut gayrı ahlaki yaşam veya davranışın kendisi olduğu bir ölçütler dizgesi ve davranış modelleri bulunmak zorundadır. Gaye ve yetkinlik anlayışından yoksun bir insani yaşam, aklın sefaleti ve arzuların sahteliğiyle yalnızca kendisini ve evreni anlamsızlaştırma çabası içinde olabilir.