İbnü’l-Arabi’yi İslam Mirasının Bir Şahidi Olarak Okumak Endülüs’ten Doğu’ya Entelektüel Bir Yolculuğun Hikayesi
Ekrem Demirli
İbnü’l-Arabi ve eserlerine yönelik artan ilgi, onunla ilgili birbiriyle çelişen tasavvurları da beraberinde getirdi. Artık tek bir İbnü’l-Arabi tasavvurundan söz edemeyeceğimiz bir muhipler sınıfıyla karşı karşıyayız. Bu garip durum kısmen çağımıza mahsus olabilir: İbnü’l-Arabi gibi kapsamlı bir düşünür ve eserleri üzerinde derinlikli araştırmadan yoksun ‘‘ilgiler’’ neticede farklı kaynaklardan beslenen hükümler ve yorumlar intaç edecekti. Üstelik bu emeksiz ilginin neticelerini sadece İbnü’l-Arabi’de değil, Mevlana, Yunus Emre gibi sufiler başta olmak üzere başka pek çok düşünüre yönelik yaklaşımlarda da gözlemleriz. Pek çok insan için bu isimlerin ne dediğinin bir önemi yoktur, önemli olan, onların insanların hâlihazırdaki düşünce ve duygularını ifade etmede araç olmalarıdır. Bununla birlikte İbnü’l-Arabi’yle ilgili yaklaşımın bir kısmının tevarüs edilmiş olduğu da aşikardır. Pek çok insan için “şeyh-i ekber” olan İbnü’l-Arabi insafsız suçlamalara muhatap olmuş bir düşünür idi. Vasiyetlerinden birisinde, ‘‘Kanım, malım ve şerefim Müslümanlara helaldir.’’ derken daha sonra hakkında söyleneceklerin bir kısmını sezmiş gibidir.
İbnü’l-Arabi üzerinde çelişkili hükümlerin ortaya çıkmasının pek çok sebebi akla gelebilir. Bunlardan birisi İslam’da düşünce hayatının karakteristik yapısını anlamamıza katkı sağlayabilecek bir vasfı haizdir. İbnü’l-Arabi’nin içinde doğduğu ve geliştiği zihinsel ortam, bilhassa, Hristiyanlık ve bir ölçüde Yahudilikle karşılaştırıldığında ‘‘merkezi’’ kurum ve otoritelerden yoksundu. İslam’ın bir kilisesi veya kelimenin teknik anlamıyla meşruiyetini dinden kazanan bir ‘‘din adamları’’ sınıfı yoktu. Bu nedenle hiçbir düşünüre mutlak ve tartışılmaz bir otorite izafe edilmediği gibi kimse hakkında kesin bir hüküm de verilmemiştir. Bu nedenle İslam’ın herhangi bir disiplinindeki bir düşünür, sözgelimi, Hristiyanlıkta kilisenin referans aldığı düşünürler kadar güçlü ve yaygın bir ‘‘otorite’’ kazanmamıştır. Özellikle Sünni İslam yorumunda yaygın bir otorite sahibi düşünürler bulmak nadiren mümkündür. İslam geleneği kişisel karizma ve otorite etrafında teşekkül etmemiştir. Günümüzde Müslümanların İslam düşüncesiyle ilgili gözden kaçırdıkları temel hususlardan birisi budur: İslam yaygın bir otorite ve tartışılmaz bir karizmaya imkân vermeyecek kadar özgür ve çoğulcu bir zihin dünyası ortaya çıkartmıştır. Bunun neticesinde ise en büyük ve yaratıcı düşünürler bile acımasız eleştirilere muhatap kalmıştır. İslam’ın düşünce hayatında tartışılmak ve eleştirilmek, bütün düşünürler için müşterek bir kaderdir. ‘‘Vallahu a’lemu bi’s-savab (doğruyu en iyi Allah bilir)’’ düsturuyla mühürlenen bir literatürün sahipleri için bu kader, ‘‘rıza’’ ve sükunet ile karşılanmış bir kaderdir. İbnü’l-Arabi’nin vasiyetname’sindeki cümleleri ortak bir metin sayılabilir, bu düşüncenin kurucu düşünürleri arasında! Tasavvuf söz konusu olduğunda ise durum daha sorunlu bir hâl kazanır. Sufilerin tarikatlar üzerinden kazandıkları bir otorite olsa bile tasavvuf İslam düşüncesindeki hâkim gelenek tarafından en çok bir ahlak hareketi şeklinde görülmüş ve sufilerin ‘‘hâl’’ ilmi dedikleri tasavvuftan bir metafizik üretmiş olmalarını hiçbir zaman kabullenilmemiştir. Bu nedenle İbnü’l-Arabi üzerindeki çelişkili hükümlerin bir kısmını bu tarihsel süreçle irtibatlandırabiliriz. Fakat bu çelişkili hükümlerin dikkat çekenlerinden birisi onun Endülüslü olmasıyla, buradan üretilen ‘‘romantik’’ İbnü’l-Arabi yorumudur. İbnü’-Arabi’nin ‘‘sıra dışı’’ üslubuna ve düşüncelerine bakan pek çok insan bu düşünceleri merkezî İslam düşüncesi ve onun geleneksel okullarından daha çok Avrupa’nın bir parçası olan Endülüs ile irtibatlandırmak istemiştir. Bu yaklaşım üzerinde biraz durabiliriz.
İslam Mirasının Bir Şahidi Olarak İbnü’l-Arabi ve Fütühat-ı Mekkiyye
İbnü’l-Arabi hem yaşadığı hayatıyla hem de düşünceleriyle geçmişte ve günümüzde insanların ilgisini çekmiştir. Eserlerinde hayatına atıflar yapmış olsa bile tekmilli bir İbnü’l-Arabi biyografisi henüz yazılamamıştır. Bunun mühim amillerinden birisi, bir düşünürün hayatının sadece o düşünür hakkındaki bilgilerimizden hareketle yazılamamasıdır. Bir düşünürün biyografisi yaşadığı dönemin ve düşünce hayatının tebellür etmesiyle anlaşılabilir. Bu nedenle İbnü’l-Arabi tıpkı öteki İslam düşünürleri gibi meçhul kalmaya devam edeceği gibi hakkında vereceğimiz hükümler her zaman bir ihtiyatı barındıracaktır.
İbnü’l-Arabi’nin hayatı hakkındaki atıfları sadece kendi hayatı hakkında bize ip uçları vermez. Onun eserleri yaşadığı dönemin mühim bir ‘‘şahidi’’ olarak okunabilir. Başta Fütuhat-ı Mekkiyye olmak üzere pek çok eseri bir ‘‘rical’’ kitabıdır; bu rical arasında kutuplar, veliler, mecnunlar, mürşitler kadar en sıradan insanlar ile İslam toplumunun en büyük âlimleri, yöneticileri vs. birlikte zikredilir. Fütuhat-ı Mekkiyye İslami bir terimleştirmeyle söylersek ‘‘cami’’ gibidir; toplumdaki herkes oradadır! Bu itibarla İbnü’l-Arabi’yi önemli bir gözlemci sayabiliriz: Yedinci asırda İslam coğrafyasının hemen hemen bütün bölgelerini dolaşmış, bu bölgelerde insana ve o insanı yetiştiren mirasa şahitlik etmiş birisidir İbnü’l-Arabi.
İbnü’l-Arabi’nin Endülüs’ten başlayan serüveni doğu İslam dünyasına ulaştığında tabii ortamını ve maksadını buldu. Onun kendisinden sonraki İslam düşünce tarihini etkileyen eserleri doğu İslam dünyasında ortaya çıktı. Bir faraziyeyle bunu şöyle açıklamak mümkündür: İbnü’l-Arabi’yi İbnü’l-Arabi kılan doğu İslam dünyasına olan hicretiydi ve Endülüs’te kalmış olsaydı muhtemelen ‘‘ekberilik’’ dediğimiz marifet-metafizik gelenekle karşılaşmış olmayacaktık. Bu meyanda İbnü’l-Arabi’nin beslendiği en önemli kaynaklardan birisi ilk sufilerin metinleri ve sözleri oldu. Dikkate değer en önemli kişilerden biri İbnü’l-Arabi’nin kendisine ‘‘ekber’’ vasfını verdiği Bayezid-i Bestami’dir. İnsanlar İbnü’l-Arabi’ye şeyh-i ekber demezden çok önce İbnü’l-Arabi Bestami’ye Bayezid-i ekber demişti. Öyle görünüyor ki Bayezid-i Bestami birkaç sufiyle birlikte İbnü’l-Arabi’nin bize aktardığı düşüncelerin büyük kısmını genellikle şatahatlar hâlinde söylemişti. Fütuhat-ı Mekkiyye’nin önemli bir kısmını bir Bayezid yorumculuğu metni olarak okumak, kitaba haksızlık olmayacağı gibi İbnü’l-Arabi’ye de haksızlık sayılamaz. İbnü’l-Arabi Bayezid-i Bestami, Cüneyd-i Bağdadi, Zünnun-ı Mısrî, Ebu Talib el-Mekki, Hakim Tirmizi gibi pek çok sufinin geride bıraktığı mirasa hayat verdi ve bu mirası felsefi ve kelami mirasın sorunlarıyla ele alarak yeni bir bilgi ortaya çıkardı. Öte yandan İbnü’l-Arabi’nin beslendiği kaynaklar arasında yer alan hadis, fıkıh, dil bilimleri vb. ilimler doğu İslam dünyasında kemaline ulaşmış ve zirve eserlerini ve düşünürlerini yetiştirmiş ilimlerdi. Buna kelam ve felsefe, özellikle de metafiziği eklemek gerekir. İbnü’l-Arabi’nin düşünce hayatında kelam ve fıkhın kritiği mühim bir yer tutar. Öyle ki insan yüzeysel bir okumadan, buradan bir ‘‘karşıtlık’’ bile çıkarabilir. Hâlbuki böyle bir hüküm İbnü’l-Arabi’nin maksadını ve tarih tahlilini anlayamamak demektir. İbnü’l-Arabi bir ‘‘ihya’’ ve tecdit yapmaktaydı. Nitekim Fütuhat’ın girişinde maksadını ortaya koyar. Burada zikrettiği rüya bu maksadı gösterir. İbnü’l-Arabi dinî düşüncenin kelam ve fıkıh bilginlerinin ‘‘statik’’ ve ‘‘tutarsız’’ yorumlarıyla tıkandığını düşünüyordu. Bu düşünceye ulaşmasında başta Gazali olmak üzere kelamı eleştiren pek çok düşünürün katkısı olmalıdır. Tıkanıklığın en önemli sebebi fakihlerin ‘‘tevil’’ yoluyla naslardaki dinamik Allah-insan ilişkisi yerine, statik bir yorumu getirmiş ve ‘‘dayatmış’’ olmalarıydı. İhya faaliyeti, bu dilin bozulmasıyla mümkün olacaktı. Bu nedenle İbnü’l-Arabi fıkıh ve kelamın eleştirilmesine büyük bir emek harcadı. Fakat buradan varmak istediği netice fıkhın ve kelamın yıkılması veya zayıflatılması değil, onları maksadı dini anlamak olan ve buna hizmet eden bir işleve döndürmekti. Bu itibarla İbnü’l-Arabi bu ilimleri ikmal etmek istemişti. İbnü’l-Arabi’nin bu alandaki kaynakları hep doğu İslam dünyasının eserleri oldu ve Bağdat’ı, Kahire’yi, Anadolu’yu, bir ölçüde Maveraünnehr’i ve buradaki ürünleri takip ederek düşüncesini ikmal etmeye çalıştı.
Bununla birlikte Endülüslü olmak İbnü’l-Arabi’de kendini başka bir noktada gösterir: Üslup ve mensubiyetsizlik! Hiç kuşkusuz üslubundaki serazatlık, İbnü’l-Arabi’nin en önemli hususiyetlerinden birisidir. İbnü’l-Arabi hiçbir ekole ve mezhebe sığdırılmayı, hatta nispeti kabul etmeyecek birisidir. Bu tavır kendisine sıra dışı bir yorumcu gücü kazandırmışken aynı zamanda düşüncesini kırılgan ve ‘‘ana akım’’ tarafından takip edilemez hâle getirmişti. Bu tavrın Endülüs kökenli yazarlarda doğudaki yazarlara göre daha yaygın görüldüğü söylenebilir. Endülüs doğudaki bilim ve siyaset merkezlerinden ve geleneklerden uzak kaldığı için burada yetişen düşünürler daha özgür hareket edebildi. Bununla birlikte Endülüs pek çok alanda hep arayışı temsil etti; mesela tasavvufun Endülüs’teki serüveni inişli çıkışlıdır. Tasavvufun yasaklandığı dönemlerden İmam Gazali’nin eserleri üzerinden öğrenilmeye çalışıldığı dönemlere kadar pek çok çelişkili çıkış yaşanmıştır Endülüs tasavvuf geleneğinde. Felsefe için de benzer şeyler söylenebilir: İbn Bacce ya da İbn Rüşt gibi filozoflar doğrudan Grek felsefesinin eserlerine yönelerek ve yeni bir şey yaparak doğu İslam dünyasının mirasını aşmak istediler. Bunu yaparken belirli bir özgür tavır geliştirmiş olsalar bile, vardıkları neticeler doğu İslam dünyasında ulaşılmış neticelerden pek farklı olmadı. Bu meyanda İbnü’l-Arabi’nin kendi kaynakları arasında zikrettiği Endülüs sufilerine bakınca, onların çoğunun esas itibarıyla müstakil görüşlere sahip kişiler olamayacakları hemen anlaşılır. Endülüs’te İbnü’l-Arabi çapında bir düşünürü besleyebilecek ve onun düşüncesini ortaya çıkartabilecek bir gelenek hiçbir zaman oluşmadı. İbnü’l-Arabi bir kadirşinaslık örneği olarak başka pek çok düşünür gibi Endülüslü düşünürleri zikredince, geride büyük bir miras bulunduğu zannedilebilir. Bu zan, söz konusu tekil düşüncelerin ve kavramların büyük bir nazariye içerisinde anlam bulmasından kaynaklanır. O kavramları üreten düşünürlere baktığımızda ise durum aydınlanır: Ne İbn Meserre, ne İbn Kasi, ne de İbn Arif veya İbn Berracan müstakil görüşleri olan ve tasavvuf düşüncesine mühim katkı sağlayan kişilerdi. İbnü’l-Arabi, İbn Kasi’nin ilahi isimler görüşünü zikretmeseydi, muhtemelen o düşünce dikkatimizi hiç çekmeyecekti. Aynı durum İbn Berracan’ın hakikat-i Muhammediye’yi anlatmak için kullandığı kavramlar için de geçerlidir. İbnü’l-Arabi büyük bir kurucu düşünür olarak onlarca düşünürü ve onların ürettikleri kavramları irtibatlı hâle getirdi ve onların düşüncelerini büyük bir sistem içinde canlandırdı. Onun gayesi bütün İslam bilim ve düşünürleri –ki buna insanlık mirasını katmak mümkündür- arasındaki irtibat noktalarını keşfetmektir.
İbnü’l-Arabi’nin bakış açısını anlamak için bakmamız gereken metinlerden birisi Fususu’l-hikem’de zikredilir. Metin aslında Hz. Peygamber’in bir rüyasına düşülmüş bir dipnot mesabesindedir. Hz. Peygamber bir hadisinde kendisini Kâbe’nin eksik kalmış bir tuğlasına benzetir. Peygamber olmasıyla birlikte duvar ikmal olmuş, varlık gayesine ermiştir. İbnü’l-Arabi vahiydeki sürekliliği anlatan hadisi zikreder ve bir rüyada gördüğü kendi durumunu da ona benzetir: O da duvardaki tuğla mesabesindedir ve duvar o tuğla ile tamamlanmıştır. Başka bir metninde yaşadığı devri önceki devirlerle karşılaştırırken ‘‘ağacın meyveye durduğu’’ dönem tabirini kullanır. Ağacın meyve dönemi ile Kâbe’nin duvarı arasında yakın ilişki vardır. Daha doğrusu meyve ile son tuğla aynı şeyi anlatmak için kullanılmış iki kelimedir. Bu noktada, İbnü’l-Arabi’yi anlayabilmek için dikkatimizi ağaca ve duvara vermemiz gerekmektedir: Ortada bir ağaç veya duvar vardır ve bu ağaç/duvar uzun asırlarda çeşitli kaynaklardan beslenmiş, nihayetinde meyve vermiş veya duvar tamamlanmıştır. Her iki örnekle de İbnü’l-Arabi dikkatimizi mirasa çekmektedir. Onun ‘‘meyvesi’’ olduğu mirasın mühim kısmı, yedi asır boyunca İslam dünyasının çeşitli bilim ve düşünce merkezlerinde üretilmiş, İbnü’l-Arabi ise bu mirası bir ‘‘maksat’’ ekseninde bir araya getirmiş, irtibatlarını göstermiş, mirası yeni bir gözle yorumlamış ve mirasa katkı sağlayan herkesi kadirşinaslık gereği olarak zikretmiştir. İbnü’l-Arabi’den öğrenebileceğimiz güzel huylardan birisi de eserlerine hakim olan bu kadir-şinaslıktır, yani: Duvara taş taşımış herkesi hürmetle yâd etmek!