İlk Dönem Türk Romanlarında Ahlak Kurgusu
Melek Paşalı
Batılılaşma denkleminde ‘‘kalkan’’ olarak bırakılan alandır ‘‘ahlak’’. Batı’nın her şeyine talip olanların ‘‘tenezzül’’ etmeyip bir kenara ayırdığı, şerh koyduğu alan. Kendine şerh koyan muhafazakar zihnin ‘‘yeni’’ ile buluşma, ondan istifade etme şekilleri bugün bizim için üzerinde düşünmeye değer zihinsel bir serüvenin miş gibi bir dünyadan elde ettiği malzemeler hükmündedir.
Roman dünyası, gerçek hayatın miş gibi yapılarak yeniden kurulduğu, kurgulandığı fiktif bir dünyadır. Bu dünyada hiçbir şey gerçek değildir elbette ama gerçek gibidir. Müellife ve okuyucuya rahatlık veren bu miş gibilik imkânı içinde, sosyal hayat, kadın-erkek dünyası, insan ilişkileri gözümüzün önünde yeniden yapılandırılır adeta ve bizi bu yapay dünyada meşrebimize denk düşen bir köşeye celbeder, ikamet imkânı sunar. Biz de orada kendimizi yeniden kurgularız aslında, bilerek veya bilmeyerek.
İlk dönem Türk romanlarında müellifin de, ahlak bağlamında sığındığı bir gizli köşesi vardır; gayri müslim kadın karakterler. Ahlakı müslimlere, gayri ahlaki olanı ise gayri müslimlere bölüştüren bu zihinsel işlevin “Batı ve ahlak” başlığı altında savunulan düşüncelerle gösterdiği paralellik dikkat çekicidir. Roman kahramanlarının seçimlerinde olumsuz ahlaki tavırları temsil görevi genellikle gayri müslim kadın karakterlere düşerken, ahlaka da kadınla erkek arasındaki ilişkinin “dar” dünyası kalır.
Namık Kemal’in İntibah romanındaki Mahpeyker, Ahmet Mithat Efendi’nin Felatun Bey ve Rakım Efendi romanındaki Polini, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mürebbiye romanındaki Matmazel Anjel ve Nabizade Nazım’ın Zehra romanındaki Urani karakterleri gayri müslim kökenlidir ve hepsi de erkek kahramanı yoldan çıkaran, cinsel duyguları bir aldatma ve aldanma unsuru olarak kullanan kötü niyetli ve düşük kadınlardır. Bu kadınlar genellikle Beyoğlu çevresinde vakit geçiren ve “av”larını orada yakalayan “avcı”lar olarak karşımıza çıkar.
İntibah romanında Mahpeyker karakteri bir hayat kadınıdır ve bu kimliğini gizleyerek, zengin ve iyi eğitimli bir genç olan Ali Bey ile aşk ilişkisine girer. Sırrı açığa çıkınca da bunu bir intikam oyununa döndürür ve hem kendi hayatını hem de Ali Bey’in hayatını mahveder. Felatun Bey ve Rakım Efendi romanının “olumsuz” karakteri “züppe” Felatun Bey, Polini isimli hafif meşrep ve zengin erkek avcısı kadın karakterin ağına düşer ve bütün mal varlığını kaybeder. Buna mukabil “Doğu”yu ve “doğru”yu temsil eden Rakım Efendi bu tuzaklara takılmaz ve Canan isminde bir cariyeyi eğiterek kendine hayat arkadaşı kılar. Mürebbiye romanın fettan kadını Anjel ise bütün ahlaki ve insani sınırları zorlayan bir tasavvur içinde karşımıza çıkar. Mürebbiye olarak girdiği konakta, üç farklı kuşaktan erkeği baştan çıkaran bir ahlaksızlık numunesi olarak arz-ı endam eder. Romanın naturalist kimliği her ne kadar ahlaktan ziyade “tabiata”, hasseten insan tabiatına vurgu yapsa da “ahlaksızlık numunesi”nin yabancı bir kadın olması elbette tesadüf değildir. Zehra romanının fettan kadın karakteri Urani de benzer şekilde “fettan ve yoldan çıkaran” kadın olarak romanda yerini alır.
Batı’nın ‘‘fennini alıp ahlakını dışarıda bırakan’’ anlayışın bu yeni hayatı kurgularken seçtiği karakterler bu anlamda dikkatle okunmayı gerektiren özellikler gösterir. Bu yeni dünyada Batılı tarzda eğitim alan “modern” erkekleri bekleyen en büyük tehlike Batı’nın “dişil sureti”ne aldanma tehlikesidir. Batı’nın aklını (eril) transfer ederken ona Doğulu bir suret vermekten vazgeçmemek gerekliliği yeterince açık bir şekilde betimlenmiş olur. Öylece Batı ile Doğu sentezlenmiş, ikisinin de “pozitif” unsurları birleştirilmiş olur. Bu sentez yapılırken doğal olarak mekan Beyoğlu’dur; Batı’nın ve Doğu’nun, Batı’nın şartları içinde karşılaşma imkânı ancak bu mekanda rahatça vuku bulabilir. Nitekim de öyle olur.
Beyoğlu, dönemin sosyal şartları gözönüne alındığında gayri müslim azınlığın yaşama alanıdır ve buradaki mekânlar ve yaşam tarzı doğal olarak daha “serbest ve tehlikeli”dir. Temel dinamiği itibariyle Batılı yaşam tarzının bir dekoru olarak da görülebilir. İçinde, “müslim” çoğunluktan bir erkeğin yolunu “şaşırma”sının imkân ve ihtimallerini fazlasıyla barındırır. Bu yolunu şaşırmanın güzergahı ise “kadın-erkek” ilişkileri köprüsünden geçer. Burada kadın-erkek ilişkilerinin içeriği ve düzeyi aynı zamanda ahlak probleminin de içerik ve düzeyini belirler mahiyettedir. Bu kurguda ahlak, kadın-erkek ilişkileri ve cinsellik bağlamının dışına çıkıp da yukarıya doğru dikey bir yolculuk yapamaz. Toplumsal hayatta çoğunlukla evli veya evlilik sürecindeki namuslu erkeklerle onları yollarından alıkoymaya çalışan namussuz kadınlar arasında yatay bir güzergahta gezinmekle yetinir. Ahlakın, insanın varoluşsal imkânlarına ve sınırlarına işaret eden derin dünyası dışarıda kalmış olur.
Batının “dışarıda bırakılmak şartıyla paranteze alınmış olan ahlakı” bu miş gibi dünyada, roman dünyasında da bir şekilde “dışarı”da bırakılmış olur böylece. Bırakılmadığı takdirde dinî ve ahlaki değerleri ve özellikle aile hayatını nasıl tehdit edeceği, erkek kahramanların “mahvolan hayatları” üzerinden bazen romantik, bazen de realist bir şekilde serdedilir. Geriye Batı’nın ilim, irfan ve fenni kalır ki bunlar zaten zihinsel elemeden daha önce geçmiş başlıklardır.
Ahlakı kadın-erkek ilişkilerinin ve aile kurumunun sınırları içine hapseden bu “naïf” bakıştan yola çıkarak Batılılaşmaya ne denli “naïf” bakıldığı sonucunu elde etmek de pekala mümkün ve muhtemeldir. Hayatın, kültürün, medeniyetin ve dahası sanatın birbirinden nerede ve nasıl neşet ettiği, bu oluşumun nasıl katmanlı ve dinamik bir yekparelik arz ettiği “henüz düşünülmemiş meseleler” gibi durmaktadır müelliflerin nazarında. Her şey en görünen yüzünden, en keskin önermelerle, en romantik bir biçimde ve en kısa yoldan hâlledilmeye çalışılıyormuş gibi görünmektedir. Gördüğüyle yetinmeyen bir zihin için sormaya çalışırsak şu soru bundan sonraki aşamayı anlamamıza yardımcı olabilir belki.
Bu miş gibilik acaba sadece roman dünyasına ait fiktif bir zaaf mıdır, yoksa bizzat hayatın kendisi mi?