İsyan Ahlakı’nın Basamakları
Mehmet Fatih Birgül
Bu yazının amacı, Nurettin Topçu’nun (1909-1975) ortaya koyduğu ‘‘ahlak’’ kavrayışını incelemektir. Ne var ki, esasen geniş incelemelere muhtaç olan bu konu hakkındaki sözlerimiz, birkaç sayfayla sınırlı kalmak zorundadır. Bu nedenle, Nurettin Topçu’nun ‘‘ahlak’’ hakkındaki görüşlerini, içerdikleri süreç bakımından kısaca ele almak ve bazı yazılarında bizzat kendisinin verdiği isimle ‘‘isyan ahlakı’’nın basamaklarını göstermeye çalışmak, herhâlde en uygun yol olacaktır.
Nitekim öncelikle bilinmesi gereken bir husus var: Eğer Nurettin Topçu’dan söz ediliyorsa, çok farklı ve sıra dışı bir şahsiyetin bahis konusu olduğu unutulmamalıdır. Âdeta kendi varoluşunu satırlara döken bu büyük Müslüman filozofun ahlaka ilişkin tefekkürü hakkında, ilk ve en önemli tespit, ‘‘isyan ahlakı’’nın, felsefi/dinî, teorik/pratik ya da bireyci/toplumcu gibi ayrımlarla kavranamayacağıdır. O, görünürdeki ıstırap ile kaynaşmış ruhi bir saadet sayesinde, bizzat yaşanan bir varoluş biçimidir. ‘‘İsyan ahlakı’’ elbette felsefîdir. Ne var ki, mistik bir kökene dayandığı için felsefenin sınırlarından taşar ve bir iman meselesi hâline gelir; dolayısıyla vahye muhatap olan Peygamber’i izlemeyi temel görev kabul eder. ‘‘İsyan ahlakı’’, elbette akli açıklamalarla ilerler ve bu nedenle rasyonel alanı kaplar. Bununla birlikte, zaman ve mekân üstünü amaçlayan bir bakış anlamında ‘‘teori’’ kadar, bireyin tüm zamanlarını ve onu içeren tüm mekânları kuşatmaya da yönelir. Dolayısıyla ‘‘isyan ahlakı’’, insan ruhu kadar teorik ve insan bedeni kadar pratiktir. Fakat aynı nedenlerle, teorik ve pratik ayrımını ortadan kaldıran ‘‘isyan ahlakı’’, kesinlikle güzel sözlerden müteşekkil bir ‘‘retorik’’ değildir. Çünkü o, ‘‘söylenen’’ değil, her şeyden önce imanı ve felsefesi, teorisi ve pratiği ile ‘‘yaşanan’’ bir ahlaktır ve ‘‘isyan ahlakı’’na sahip birinin söyledikleri, doğal olarak onun yaşadıkları olacaktır. ‘‘İsyan ahlakı’’nın temeli, bir insanın –sadece kendisi ile baş başa olduğu- ruhunun derinliklerinde baş gösteren arayışlarda bulunmaktadır; fakat ‘‘kurtararak kurtulmak’’ ilkesi nedeniyle, salt olarak bireysel ve bireyci de değildir. Bireye ve onun toplumsal alana isyan edebilme iradesine dayandığı için, toplumcu da değildir. Dahası, insanın varoluş katmanı ötesinde, tüm kâinata uzanmaya ve son aşamada ‘‘varlığın birliği’’ni müşahedeye yöneldiği için ‘‘birey’’ ve ‘‘toplum’’ ayrılığın çok ötesine ulaşır.
İşte bu yüzden, modern zihin tarafından birbirlerinden olabildiğince kopartılmış tüm bu alanların tümünü kuşattığı ve ‘‘bütün, parçaların toplamından fazla bir şey olduğu’’ için, ‘‘isyan ahlakı’’nın özüne temas etmenin en kestirme yolu, elbette ‘‘İsyan Ahlakı’’nın basamaklarından tırmanmak olacaktır.
- Başlangıç: Samimiyet Buhranı…
Bizzat Nurettin Topçu’nun kavramlaştırmasıyla ‘‘samimiyet buhranı’’, ‘‘isyan ahlakı’’nın ilk basamağını oluşturmaktadır. ‘‘Samimiyet’’, iki anlama gelir: ilk olarak, dürüstlük ve ikinci olarak sevgi. Nurettin Topçu, ‘‘samimiyet’’ten bahsettiğinde, bu iki anlamı birden kastetmektedir. O hâlde, mutlak bir dürüstlük ve sevgi arayışı, ‘‘isyan ahlakı’’nın temelidir.
Topçu’nun, 1926’da yani daha on yedi yaşındayken yazmaya başladığı, ancak vefatından uzun yıllar sonra yayımlanabilen Reha adlı romanındaki bazı pasajlar, ‘‘samimiyet buhranı’’nın mahiyetini dile getirmektedir. Yirmi altı yaşında bulunan, hem yetim hem öksüz büyümüş, Darulfünun’u terk edip Milli Mücadele’ye katılmış, fakat harp sonrası gelişmelerin hayal kırıklığına uğrattığı roman kahramanı, bu genç yaşına kadar yaşadıklarını düşünmekte ve şöyle hayıflanmaktadır:
“Ben ki bin bir felâketin zevkini tatmış, sevmiş, sevilmiş, yetim kalmış ve atılmış, aldatılmış ve düşman kurşunuyla delik deşik olmuş, çırçıplak kalbini ancak kendimin tanıdığım, insanlara acaip ve çok gizli bir varlıktım. Hakikatte bu hayatın anlaşılmayacak bir tarafı yoktu. Yalnız insanlar beni tanımak istemedikleri için anlamadılar. Her yerde ve herkeste aradığım samimilik yerine bulduğum riya, ihtiras ve korkunç benlik kalbimi cemiyetten uzaklaştırmış ve içimde müthiş ve derin bir uçuruma atmıştı. Beni kimse tanıyamadı. Çünkü dünyanın vefasıyla samimiyeti bana kâfi gelmedi.”(1)
Aldatan, aldanan, daima görünüşü ve kabuğu esas alan, dolayısıyla kötülüğün kol gezdiği dünyevi yaşama karşı duyulan tiksinti, elbette ‘‘samimiyet’’ arayışının hayal kırıklığı ile ilgilidir. İnsanların büyük çoğunluğu, Topçu’nun deyişiyle ‘‘günahkârların yurdu’’ olan bu görünüşler dünyasına, çocukluk döneminden itibaren uyum sağlar ve samimiyet arayışını unutur. Artık o da, toplumu teşkil eden diğerleri gibi, günü yaşamaktadır. Fakat bazı insanlar, ‘‘mutlak dürüstlük ve sevgi’’ anlamındaki samimiyet arayışında ısrar ederler. İşte bu noktada insanlardan kaynaklanan hüsranlar, onları toplum içinde yalnızlaşmaya ve dolayısıyla giderek artan bir hızla iç dünyalarına yönelmeye zorlar.
İnsanlardan yüz çeviren bir insan, nereye gidecektir? Elbette, insanın elinin değmediği ‘‘tabiat’’ın kucağına; Nurettin Topçu, bir mektubunda tüm bu süreci şöyle özetlemektedir:
“Çocukluk rüyamızdan daha gözlerimizi açarken, cemiyet bizi kendi varlığımızın dışına fırlatıyor. Dış dünyanın bize yabancı olan bütün kuvvetlerine esir olarak yaşamaya mahkûm ediyor. Ancak içimizden bazıları, dış dünyanın çemberini kırıp kendi içlerine dönmek ve kendi ruhlarının samimiyetinde yaşamak istiyorlar. Dışa itilişle içe dönme kuvvetleri arasındaki bu mücadele buhran doğuruyor… Böyle bir ‘kendi asıl benliğine kavuşma iradesi’ne sahip olanlar, başkalarında da samimiyet ararlar. Eşyanın bile bir iç dünyası varmış gibi, her şeyin içyapısı ile temasa düşkündürler. Bunların en ziyade kendilerini buldukları âlem, tabiattır, en samimi dostlukları tabiatladır. Bu yol, dinin de gerçek yoludur. Taklit dinine değil de Allah’a götüren yol, tabiat tapınağından geçmektedir.”(2)
- Teşhis: Sonsuzluk Aşkı
‘‘İsyan ahlakı’’nın ilk basamağında bulunan ve ‘‘samimiyet buhranı’’ yaşayan bir insan, bin türlü maskeler üzerinden işleyen dünyevi yaşamdan soğudukça, kendi içine yönelmektedir. Onu, bu derin yalnızlık içinde rahatlatan tek yer, -insanların aksine- her şeyin olduğu gibi göründüğü ‘‘tabiat’’tır. Gökyüzünde parlayan güneş, gürül gürül akan bir dere, çayırların başını eğen rüzgar, ne ise odur; çünkü hiçbir hesap ve çıkar ilişkisine sahip değildir. Fakat işin doğrusu, insan, ne ise o olmayan tek varlıktır. Bu durumu, etrafı kuşatan insanlarda ve onların eliyle yürüyen toplumsal hayatta keşfeden bir kişinin, çevresinde gezinen samimiyet arayışını, bizzat kendisine yönelterek, ‘‘kendisinin aslında kim olduğunu’’ sorgulaması ise, ‘‘samimiyet buhranı’’nın özüdür.
Peki, böyle bir buhran yaşayan insan ne düşünür? Ana problemi nedir? Bu sorunun cevabı aslında basittir: Başı ağrıyan insan, elbette ağrısının geçmesini istediği için öncelikle ‘‘niçin başının ağrıdığını’’ düşünür. Samimiyet buhranı içindeki insan da, tedaviyi bulmak için, neden böyle bir iç sıkıntısı yaşadığını soracaktır kendisine. Acaba diğer insanlar gibi ‘‘günü yaşamak’’ yerine, niçin duyulara hitap eden kalın perdeler altında/ötesinde saklı olan ‘‘görünmeyenleri, duyulmayanları, bilinmeyenleri’’ görmek, duymak ve bilmek ihtirasına sahiptir?
Burada dikkat edilmesi gereken husus, buhrana neden olan bu tutkunun, ancak, -görüntülerin ötesinde- görünmeyen bir şeylerin varlığının kabulü ile anlamlı olacağıdır. Sonuç itibariyle ‘‘samimiyet buhranı’’ içindeki birey, esasen duyularıyla muhatap olduğu evrenin ötesinde bir ‘‘varlık’’ bulunduğuna inanan kişidir. Gelip geçen, sürekli değişen ve en sonunda ölümle biten bu dünya hayatı, böyle bir insanı tatmin etmediği için, sorgulama ve rahatsızlık ortaya çıkmıştır.
Meselenin felsefî olan tarafı, işte burada çıkmaktadır karşımıza: Duyularımızla muhatap olduğumuz bu evrenin temel özelliği, ‘‘sonlu’’ olmaktır. Aslında her şey, kendisine ait sınırı nedeniyle, bir şey hâline gelmektedir. Mesela ‘‘üçgen’’ kavramı, sonsuz sayıda üçgeni içermektedir; ama bir ‘‘üçgen’’ düşündüğünüzde, gözünüzün önüne, belli uzunluk ve açılara sahip –dolayısıyla sınırlı ve sonlu- bir ‘‘üçgen’’ şekli gelecektir. Çünkü sınırlı olan her şey, aynı zamanda sonludur. O hâlde, ‘‘samimiyet buhranı’’nın temel kaynağı, dünyevi yaşamdan bir türlü tatmin olamamanın nedeni, sınırlılık ve dolayısıyla sonluluk içine hapsolduğunu hisseden bir şahsiyetin içinde fokurdayan ‘‘sonsuzluk’’ arzusundan başka bir şey değildir.
- Teşebbüs: Sanat, Ahlak ve Din Denemeleri
Asla değişmeyecek bir bilginin, hiçbir zaman yitirilmeyecek bir mutluluğun peşinde olan bir insan, bu arzusunun verdiği ıstırapla harekete geçer. İşte bu noktada Topçu, arayışın eyleme dönüştüğü üçüncü basamağı, bir yelpazenin kanatları gibi açarak, üçlü bir kademelendirmeye tabi tutar. Tekrar belirtelim ki, samimiyet, sürekli değişim içinde görünen ve sonlu/sınırlı olan ‘‘gerçek’’ (realite) adını verdiğimiz yüzeyde değil, tüm görünümlerin ardındaki sonsuz/sınırsız olan ‘‘hakikat’’ içinde bulunabilir. “Gerçeği nasıl bulalım? Nerede arayalım?” diye soruyor Topçu ve şöyle cevap veriyor:
“Bütün gafletlerden bizi kurtaracak olan hakikatin yolunu bulmak için sonsuzluğa götüren bazı denemelerin yapılması lâzımdır. Gerçek ibadet sonsuzluğa çevrilen isteğimizdir. Sonsuzluğa çevrilen samimi istek, insan için selâmetin ilk adımını teşkil ediyor. Bu isteği sık sık tekrarlamak, bu isteği sevmek, onu elde etmek lâzımdır. Bu tekrar, bu isteğin tekrarı, arkası nâmütenahi aydınlıklar dolu ilâhî bir kapıyı zorlamak gibidir. Bu kapıyı kımıldattıktan sonra bizim tarafımıza ışıklar süzülüyor. Yeni denemeler başlıyor: Sanat denemesi, ahlak denemesi, din denemesi.”(3)
Sanat, ister göze ister kulağa hitap etsin, realite dışına uzanan bir dünyanın yolunu açmaktadır; unutulmamalıdır ki, gerçeğin en yakın kopyası dahi gerçekten farklıdır. İster Tanrı’ya inansın isterse şiddetle inkâr etsin, Topçu’ya göre sanatkâr, esasen mistik bir öze sahiptir. Çünkü sanatkâr da, -farkında olsun ya da olmasın- sonsuzluğun peşindedir. Ne var ki, hayal gücü aracılığıyla, sonlulukla perçinlenmiş realite zindanından çıkmaya çalışan sanatkârın teşebbüsü, genellikle akim kalmaktadır. Çünkü sanat, yine bizzat realiteyi kullanmakta yani sonsuzluk arzusunu sonlular dünyasında tatmine yönelmektedir çoğunlukla:
“Sanat, sonlu âlemde ebediyyen tatmin bulamıyacak olan hareket iradesinin, sonsuzluk hülyâsında tatmin aramak için hayalgücüne dönüşmesidir. Bu, iradenin kendi kendine, tek başına yetmeyişidir. Sanat, diyoruz yine, tabiatüstünün tabiatta, Bir olanın çokluk âleminde aranması, yolumuzu saptıran, genellikle sonuçsuz kalan, iradeyi kendi kendisiyle çeliştiren, hatalı bir arayıştır.”(4)
Nurettin Topçu’ya göre, sanatkârın denemesi, yine de çok değerlidir; zira her gerçek sanat eseri, onu müşahede eden insanın ruhunun derinliklerine, o eseri meydana getiren sanatkârın ruhundaki ‘‘sonsuzluk arayışı’’ ıstırabını ve tutkusunu aktarmaktadır. Böylelikle her sanat eseri, sınırlı ve sonlu gerçekliğin üstüne yükselme isteği uyandırmaktadır.
Sanat, bu kısır döngüden hiçbir zaman kurtulamaz mı? Elbette, kurtulabilir; ama bunun tek yolu, sonlu realitenin dışında fakat yine sonlu olduğu için âdeta başka bir realite yaratan hayal gücünün terk edilmesidir:
“Bu çelişki durumundan kurtulmak için iradeye bir tek yol görünmektedir; Bir olanın iradesine boyun eğecek, hayal gücünün düşünü yıkmak suretiyle aydınlıklar Aydınlığı’na çevirecektir. Kâinatı bütünüyle çevreleyen hayal gücünün isteyerek ortadan kaldırıldığı her yerde dinin doğduğunu ve yeniden hayat bulduğunu görmekteyiz.”[5]
Bu basamakları tırmanabilen mesut bir sanatkâr, ‘‘Bir’’i bilecek ve ‘‘Bir’’ ile bilecektir artık. O, ilahi nurla aydınlanmıştır artık.
Herkes sanatkâr olamaz şüphesiz; bu, doğuştan verilmiş bir kabiliyettir. Dolayısıyla sanat denemesini yapmak, ancak sanatkârların harcıdır. Fakat –kuşkusuz sayıları sanatkâr olarak doğanlardan fazla miktarda- insanoğlu, belli bir düzeyin üstünde ‘‘irade’’ gücüne sahiptir. Böyle insanlar, dünyevi yaşamın içindeki yalanlara, ikiyüzlülüklere ve aldatmacalara karşı çıkabilirler. Kendi iradesine dayanarak, kendi çıkarlarını, zevklerini, ihtiraslarını, hatta bazen canını bile feda edebilecek bir karakter, sonsuzluğa doğru ‘‘ahlak denemesi’’ni gerçekleştirebilir.
Ne var ki, ahlak denemesi de büsbütün tehlikelerden arınmış değildir; zira ahlakî olan hareketin, daima sonsuzluğa bir yöneliş niteliğinde olması gerekir. Oysa sadece realiteye bağlı rasyonel açıklamalar yahut itibarını koruma veya toplum baskısı ve ceza endişesi gibi nedenlerle, ahlaki davranışların dünya hayatına çakılı kalması söz konusu olabilmektedir. Bu nedenledir ki, Topçu’ya göre ahlaki hareket, başlı başına bir hedef olmanın ötesinde –tıpkı sanat denemesi için geçerli olduğu gibi- ancak dine bağlandığında, ilahi ışığı görmemizi sağlayacaktır.
Geriye, ‘‘din denemesi’’ kalıyor; fakat dikkat edilirse, Topçu, hem sanat hem de ahlak denemelerinin, bizzat dine bağlanmak şartı ile hakikate ulaştırabileceğini açık biçimde ifade etmektedir. Peki, neden müstakil olarak ‘‘din denemesi’’nden söz etmektedir Topçu?
Bu sorunun cevabı açıktır; zira her insan, sonsuza yönelen sanat denemesini yapamayacağı gibi, aslında pek az insan, içinde yaşadığı dünyevi hayatın ötesine götürecek ahlak denemesini gerçekleştirebilir. İşte bu noktada ilahî merhamet, peygamberleri aracılığıyla ‘‘din’’ göndermiş, böylece basit ve sıradan tüm insanlara, sonsuza doğru hareket edebilmenin yolunu açık bırakmıştır. Dinin emirlerini ve yasaklarını izleyen samimi her kalp için, sonsuzluğa yönelen bir deneme yapma imkânı daima mümkün olacaktır. Fakat burada asıl dikkat edilmesi gereken, dinin, zâhir ve bâtın ayrımıdır; önceleri taklitle öğrenilen ve uygulanan ‘‘görünüş/form’’, Topçu’nun ‘‘din denemesi’’ adını verdiği aşamanın temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, nasıl ki sanat ve ahlak denemeleri, dinin mistik özüne yükselebildikçe sonsuza/hakikate yaklaştırmakta ise, dinin zâhirinden yola çıkan bir kişi, dinin mistik özüne, yani bâtınına yürüdükçe, asıl amaç olan sonsuzluğun tecrübesine ulaşabilecektir.
4.Sonuç: Sonsuzluğa Dalış
İnsana, ‘‘isyan ahlakı’’nın bu üç basamağını tırmandıran kuvvet, Topçu’ya göre ‘‘aşk’’tır. Aşkın kaynağı ise, hiç şüphesiz sonsuzluğa karşı duyulan tutkudur. Birçok ıstıraplarla perdelenmiş olan ‘‘isyan ahlakı’’nın basamaklarını çıkma kudretini, ‘‘aşk’’ sağlar.
‘‘İsyan ahlakı’’nın basamaklarından yükselmiş mesut kişi, nereye varacaktır? İsterseniz bu sualin cevabına dair, ancak latif imalar dile getiren, Topçu’nun şu etkileyici pasajına kulak verelim:
“Şu bütün sonu olan varlıkların âlemine varlığı hapseden perdeleri yırtarak sonsuzluğun kapısını kendi açabilen insan, orada gerçek murada erecektir. Ve ancak o perde açıldıktan sonra eşyanın gerçeği anlaşılacak, hâdiseler asıl kendi mânalarını kazanacaklardır: Hayatın bir deneme sahası, ölümün bir istasyon olduğu oradan sükûnetle temaşa edilecektir. Çokluğun vehim olduğu anlaşılacak, her şey Bir’de birleşecektir. Her şeyin bir şey olduğu bilinecek, Bir’inse mekâna sığmayan Dost yüzü olduğu görülecektir.” (6)
(1) Topçu, Nurettin, Reha, Dergâh Yay. İst. 1999, s. 15
(2) Hece, Nurettin Topçu Özel Sayısı, Nu:109, Ocak 2006, s. 472.
(3) Topçu, Nurettin, Var Olmak, Dergah Yay. İst. 1999, s. 33.
(4) Topçu, Nurettin, İsyan Ahlâkı, Dergah Yay. İst. 1998, s. 168.
(5) A.g.e, 168.
(6) Var Olmak, s. 33.