Tanrısız Ahlak Mümkün müdür? Mümkünse Koşulları Nelerdir?
Detlef Horster
Din, Topluma Entegre Olabilme Gücünü Yitirdiğinde
Esasen sorulması gereken asıl soru, Tanrısız ahlakın mümkün olup olmadığı değil, gerekli olup olmadığıdır. Bu gerekliliği, dinin, bireyselleşme sürecinin ortaya çıkmasıyla topluma entegre olabilme gücünü yitirmesi ortaya çıkarmıştır. Nitekim toplumu bir arada tutmayı garanti altına alabilmek için, dinin boş bıraktığı alan başka bir şey ile dolmalıydı.
İnsanlar, daha önceki mensubiyetleri sebebiyle sahip oldukları kural ve yönlendirmelerden bağımsız hâle geldiklerinde birey olurlar. Sosyal sınıf, aşiret, aile ve dinî cemaat, tıpkı Antik dönemde ve Orta Çağ’da olduğu gibi, üyelerini daima içinde bulundukları toplumun veya sosyal sınıfın (örneğin aristokrasinin) kurallarına uymakla yükümlü kılmıştır. Örneğin İlyada’nın 11. faslının 401. mısrasında Odysseus, savaşa devam etmek ya da kaçmak arasında bir seçim yapmaya zorlanmış gibi gözükse de aslında Odysseus’un, aristokrat sınıfa dâhil birisi olarak savaşa devam etmekten başka bir imkânı yoktur. (bkz. Müller 1977, 263) Aynı şekilde Homer’in lugatinde “karar” namına tek bir kelime bulunmaz. (bkz. Müller 1977, 272)
Bireyselleşme sürecinden önce insanlar, dahil oldukları cemaatlerin ayrılmaz bir parçasıydı ve hepsi bu cemaatlerin içinde belirli bir yere ve göreve sahipti. Şehirde ilmiyye (Lehrstand), reaya (Nährstand) ve askeriyye (Wehrstand) olmak üzere üç sosyal sınıf bulunuyordu. Günümüzdeki mevcut durumun aksine, orada herkes kendi sınıfının bir üyesi olarak kalmış ve bu sınıfın içinde bir yer edinmişti. Örneğin esnaf ve çiftçilerden oluşan reayanın (Nährstand) üyeleri diğer iki sınıftan birine veya her ikisine geçiş yapamazdı. Bu durum, Orta Çağ Hristiyan aile ve cemaatlerinde de geçerliydi. Bugün ise insanlar mesleklerini, pozisyonlarını ve ikâmet yerlerini kolaylıkla değiştirebilmektedirler.
Hobbes, Locke, Hume ve Rousseau
İnsanlar, Yeni Çağ’ın başlamasıyla birlikte devleti oluşturdular. Artık devletlerin Tanrı tarafından bahşedildiği fikri ise geçerliliğini kaybetti ve fertler, anlaşılır sebeplerden dolayı, içerisinde bireyler olarak yaşayabilecekleri, yönetimsel bir yapı oluşturan bir devlet teorisine ihtiyaç duydular. Devleti Tanrı’ya bağlamadan tanımlayan en seçkin devlet teorisi Hobbes’e aitti. Thomas Hobbes, 1651 yılında yayımlanan “Leviathan” isimli eserinde toplumsal gelişim sebebiyle birbirlerinden gittikçe daha da uzaklaşan fertlerin devlet içerisindeki etkileşimini keşfetmekle ilgileniyordu. Hobbes’un temel arzusu, ferdin özgürlüğünü baz alan bir devlet algısı idi. Onun Toplum Sözleşmesi fikrine göre fertler, kendi ihtiyaç ve menfaatlerinin karşılanması adına gönüllü olarak bir hükümdarın egemenliği altına girmeliydi. Hobbes’ten kısa bir süre sonra John Locke, “Hükümet Üzerine” isimli eserini kaleme aldı. John Locke da fert ile toplum arasındaki ilişkiye odaklandı. O da ferdin topluma hangi sebeple katılması gerektiğini sorguladı. Hobbes’un da, Locke’un da düşüncelerinin çıkış noktası toplumda artık gözle görünür hâle gelen bireyselleşme olgusu idi. Locke şöyle der: “Eğer insan […] kendi benliğinin ve mülkiyetinin yegane sahibi, aynı zamanda en büyük ve hiç kimseye ram olmayan bir varlık ise neden bu özgürlüğünden vazgeçsin? Neden özgür iradesinden vazgeçip başkalarının boyunduruğu altına girsin? Bu soruya verilen cevap ise şudur: Birey her ne kadar doğal hâlinde bu haklara sahipse de bunları ancak yetersiz bir emniyet içerisinde kullanabilir ve sürekli olarak diğer bireylerin kendi alanına müdahalesi ile karşı karşıyadır. […] Bu durum, bireyin korku ve tehlike ile kuşatılmış olan özgürlüğünden feragat etmesine sebep olur; hâliyle bireyin, kendisini, toplum içerisindeki yaşamını, özgürlüğünü ve mal varlığını idame ettirme noktasında başkaları ile ilişki içinde bulması sebepsiz değildir.” (Locke 1974, IX, 123) Hobbes’tan bir asırdan fazla bir süre sonra, David Hume da bir sosyal sözleşme teorisi geliştirmiştir. Hume, insanın yakın çevresindekilere karşı ahlaki davranmasını sağlayan ve kendisinde doğal olarak var olan soylu bir histen yola çıkar. Bu soylu his kişinin sadece yakın çevresinde bulunanlarla alakalı olduğu için, diğer insanlarla uygun münasebetlere ve bu temel üzerine bina edilmesi gereken bir hukuki düzleme dayanan bir sosyal mutabakat toplumunun oluşturulmasına ihtiyaç vardır. Rousseau’nun 1762 yılında kaleme aldığı Contrat Social’ı ise bireyin herkesle bir arada olduğu ama kendisinden başka hiç kimseye boyun eğmediği, toplumsal birliktelikten mümkün olduğunca bağımsız kaldığı bir toplum biçiminin imkânını sorgular.
Tanrısız Ahlakın Koşulları
Tanrısız bir ahlakın koşulu, artık hepimizin bildiği gibi bireyselleşme sürecidir. Peki bireyselleşme sürecinin belirleyici unsurları nelerdir? 1440 yılında basılan bir kitap, bu konuda bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte ilk defa bir kitap yazarıyla özdeşleşmiştir. Zira bu tarihe kadar kitaplar toplumun tamamına ait olarak algılanıyordu; bundan dolayı kitapların manastırlarda el yazısı ile kopyalanması sırasında kopyalayıcılar tarafından bazı kısımlar lüzumsuz görüldüğü için çıkarılabiliyor, bazı kısımlar da mantıklı görüldüğü için eklenebiliyordu. Bu durum da kitabın asıl yazarının belirlenmesini zorlaştırıyordu. Thomas von Kempen’in (1380-1471) “Nachfolge Christi” adlı eseri ise o zamanlar henüz yeni yeni filizlenen bireyselleşme sürecini belgeler nitelikler taşır. Bu niteliklerden biri, kitabın basım koşullarıdır: Bugünkü metin, Thomas a Kempis tarafından, matbaanın icadından bir yıl sonra, 1441 yılında son hâline getirilmiştir. Bu tarihe kadar birçok el yazması ile kopyalanmış metin versiyonları mevcuttur. “1500 yılı civarında bile [bahsettiğimiz sebeplerden ötürü] bilim adamları eseri kimin yazdığı konusunda ihtilaf içindeydi.” (Kranz 2012, 23) Bireyselleşme sürecinin başlangıcının ikinci kanıtı ise yine bu kitabın içeriğidir: İçerik tamamen bireye adanmıştır; yazar okuyucuya ikinci tekil şahıs kipinde hitap eder ve bu, “Orta Çağ zamanında aşırı derecede vurgulanan toplum fikrine” (Kranz 2012, 31) ters düşmektedir. Kitabıyla Thomas von Kempen, bireyselliği “henüz daha yeşerme aşamasındayken” (Kranz 2012, 31) haber vermektedir.
Bireyselleşme sürecinin ilk ipuçlarını veren bir başka bulgu da Alplerin kuzeyinde bulunan ilk otoportrelerdir. 15. yüzyılda, Albrecht Dürer’in 1484 yılındaki bir dizi çalışmasına öncülük eden bu otoportreler ortaya çıkmadan önce hangi sanat eserinin, hangi sanatçıya ait olduğu konusu hep muallakta kalmıştır. Oysa bugün, Naumburg Katedrali’ni gezerken, 13. yüzyıldan günümüze kadar ulaşan bu meşhur figürlerin, sanatının zirve noktasına Mainz Katedrali’nde ulaşan ve Naumburg Katedrali’ndeki şaheserlerin de sanatkârı olan Reimsli ustanın atölyesinden çıktığı bilgisine sahibiz.
Tanrısız Ahlak
Tanrısız ahlakın yalnızca mümkün değil, aynı zamanda gerekli olduğunun anlaşılabilmesi için ben çifte olumsallıktan (Kontingenz) yola çıkıyorum. Nedir bu çifte olumsallık? Bireyselleşmiş bir toplumda her ferdin ne zorunlu, ne de imkânsız olan sayısız davranış alternatifi vardır. (bkz. Luhmann 1984, 152) Bu sayısız olasılık arasından, aynı şekilde iyi olabilecek başka alternatifler de varken, birey tarafından bir tane davranış alternatifi seçilir. Bahsedilen bu olumsallık (Kontingenz), her biri sayısız davranış olasılığına sahip iki ya da daha çok insanın karşı karşıya gelmesi ile de ikiye katlanır. O hâlde, olumsallığın ikiye katlanmış hâli, “diğer tarafın ne yapacağını bilmemekten kaynaklanan çift taraflı müphemliktir ve bunu bireyin kendi eylemindeki belirsizliği takip eder.” (Stichweh 1999, 215) Niklas Luhmann şöyle der: “Eğer herkes olumsal (kontingent) davranırsa, yani herkesin başka bir şekilde davranma durumu söz konusuysa ve her birey bunu kendisinden ve bir başkasından biliyor ve hesaba katıyorsa, insanın kendi davranışı ile başkalarının davranışları arasında bağlantı noktaları bulunması ilkin ihtimal dışıdır.” (Luhmann 1984, 165) Bu durumda davranışların düzenlenmesi de büyük ölçüde ihtimal dışı, hatta imkânsız hâle gelir.
Çifte olumsallık olgusuna bu kadar değindikten sonra, bu karmaşık durumun ne gibi çözümleri olabileceği sorusuna yanıt aranabilir. Kişinin diğerleriyle olan etkileşiminde güvenebileceği kuralların olması zorunludur ve bu durumda kişi, diğer insanların da bu kurallara uymasını bekler. Diğerleri de aynı şekilde kişiden bu kurallara uymasını bekler. Bu görüş, ahlakın Toplum Sözleşmesi teorisinden uzak değildir. Beklentiler ve beklenti beklentileri (Erwartungserwartungen), kısaca ahlak dediğimiz “olması gereken” normlar içerisinde yer alır. Luhmann, “olması gereken” olgusunun bireyselleşmiş bir toplum için fonksiyonel bir telafi edilemezliğe sahip olduğunu söyler. Geleneksel, ahlaki veya hukuki olan bu normların fonksiyonu, etkileşim için bir yapı meydana getirmektir. Yapıdan kasıt, Luhmann’a göre, beklentiler ve beklenti beklentileri ağıdır. (Luhmann 2008, 32) Beklentiler ve beklenti beklentileri norm oluşturmada esas rolü üstlenirler. (Luhmann 2008, 31) Normlar oldukça soyuttur: Sözgelimi kişi, bakım yükümlülüğünü yerine getirmelidir, kişi, maruz kaldığı davranışın sahibininin fiziksel ve psikolojik bütünlüğünü incitmemelidir.
Ahlaki kurallar, normatif beklentileri ve beklenti beklentilerini saptarlar. Onlarsız sosyal davranışın vuku bulması zaten mümkün olamazdı. Onlar sayesinde çifte olumsallığın (doppelte Kontingenz) özgürlük alanı daralır ve kişi, karşısındakinden ne beklemesi gerektiğini ve karşısındakinin nasıl tepki vereceğini bilir. Her insanın esas itibariyle sahip olduğu ve çifte olumsallık sayesinde daha da büyüyen çok sayıda davranış olasılığı, ahlaki kurallar (bunun yanında tabii ki gelenek ve hukuk kuralları) vesilesiyle sınırlandırılır. Ahlaki yükümlülüklerin davranış olasılıklarını sınırlandırması ile, insanların karşılıklı beklentileri ve beklenti beklentileri yerine getirilmiş; böylece toplumsal huzur, dolayısıyla da toplum korunmuş olur. Ahlakın böyle bir fonksiyonu vardır. Bu fonksiyon yardımıyla insan, beklentisi her neyse onu bekleme hakkına sahip olur. Bu da, bireyselleşmiş bir toplumda Tanrısız ahlakın sadece mümkün değil, aynı zamanda gerekli de olduğu anlamına gelir.