Gül Baba Bir İsim Birçok Hikaye
Melek Paşalı
Yıllar evvel Viyana Merkez Mezarlığı’nın kayıtlarında araştırma yaparken tesadüf etmiştim bu ilginç isme ve bir anlam verememiştim. Ne arıyordu bir Müslüman ismi Hristiyan mezarlığında? Üstelik her hâlinden sufi bir kişiliğe, hatta kimliğe işaret eden bir isim. Yanılmıyorsam – ne yazık ki o kayda bir daha denk gelemedim!- sözkonusu zaman dilimi 19. yüzyıldı, işaret ettiği şahıs ise meçhul.
Müşahhas bir temsiline ise birkaç yıl sonra Budapeşte’de denk gelmek nasip oldu. Budin’in sırtlarında bir mahallede adına inşa edilmiş bir türbede istirahat eden 16. yy’da yaşamış tarihî bir şahsiyete işaret ediyordu bu kez. Kaynaklara göre Kanuni döneminde, Budin Seferi’nde bu topraklara gelmiş ve fetih esnasında teslim-i ruh eylemiş bir veli idi. Kimileri savaşta şehit düştüğünü söylerken, kimileri fetihten sonraki günlerde camide namaz kılarken ruhunu teslim ettiğini yazıyordu. Ama her hâlukârda aynı olan bilgi, Ebussuud Efendi’nin cenaze namazını kıldırdığı, Kanuni Sultan Süleyman’ın da cenazesine iştirak ettiği idi. İki yüz bin askerin kıldığı bir cenaze namazı ile sonradan türbe yapılacak, bugünkü istirahatgahına defnedilmişti.
Peki kimdi Gül Baba ve bu beldede ne arıyordu? Evliya Çelebi’nin nakline göre, Merzifonluydu. Padişahın isteği üzerine orduya iştirak etmiş, askerin manevi rehberliğinde görevli bir Bektaşi dervişiydi. Gül Baba elbette gerçek adı değildi. Kayıtlara göre ismi Cafer idi, soyu ise Hz. Hasan’a dayanıyordu. Fatih Sultan, II. Beyazıt, Yavuz Sultan Selim ve Kanuni devirlerinde birçok savaşa katılmış bir gönül eriydi.
Hikayesi hakkında bilinenler biraz eksik, biraz fazla bu minvaldeydi. Oysa Budapeşte’de bugün hâlâ devam eden etkisine bakınca insan en azından o topraklarda harcanmış bir zaman dilimi, orayla hemhâl olmuş bir hikaye beklentisine girmeden edemiyor. İnsan zihni, insan-mekân-olay merkezli bir denklem kurup onun içinde bir hikâye, bir anlam çemberi inşa etmek istiyor. Bunu yapabildiğinde ancak ‘‘anlatabileceği/aktarabileceği’’ bir malzemeye erişmiş oluyor.
Dervişlerin/velilerin hikayesinde ise bu imkândan yoksun oluyoruz genellikle. Kısa bir menkıbeden başka, rivayete münasip bir malzemeye sahiplik edemiyoruz. Kişisel bilgilerin mümkün mertebe tasarruf edildiği bir hikayecik kalıyor nasibimize. Sanki insan ömrü yoğunlaştırıla yoğunlaştırıla bir hikâyeciğe sığdırılıyor ve kesif bir yumak gibi önümüze bırakılıyor. Herkes bu yumağı gördüğü/görebildiği veçhesinden açmaya, açıklamaya çabalıyor. Neresinden bakılırsa doğru, kimin dilinden anlatılırsa eyvallah diyeceğimiz engin bir ‘‘okuma’’ ile başbaşa kalıyoruz.
Gül Baba’nın kesif ve minik hikâyesi de böyle. Anadoluâda başlayıp Balkanlarda, şehadet makamında nihayete eren bu hikâye, Macarların nazarında kristalize olup farklı eserlere ilham kaynaklığı etmiş zamanla. Gül Baba operetinden, Gül Baba’nın şehadetini temsil eden tabloya dek -bu tablo Macaristan’ın Ankara Büyükelçiliğinde sergileniyor- farklı sanatsal yansımalara dönüşmüş.
Jeno Huszhka’nın 1905’te yazdığı Gül Baba operetinin konusu 17. yüzyılda Budapeşte’de geçmektedir. Leyla ile Hristiyan genci Gabor birbirine aşıktır. Gabor sevgilisine hediye edebilmek için Gül Baba’nın bahçesine gizlice girip bir gül koparır. Fakat kutsal gülü koparmak bir suçtur ve görevliler Gabor’u tutuklar. Leyla ile evlenmek isteyen Ali Paşa, Gabor’u ölüme mahkum eder. Gabor’un son isteği, güneşin batışına dek Leyla ile gül bahçesinde kalmaktır. Gabor’u kurtarmak isteyen Gül Baba, Ali Paşa ile temasa geçer. Ali Paşa, Leyla ile evlenmek karşılığında Gabor’u affetmeyi teklif eder. Leyla Gabor için bunu kabul eder, fakat bunu öğrenen Gabor, Ali Paşa’ya bıçakla saldırır ve bu saldırıyla gül bahçesi ortadan kalkar. Gül Baba, Ali Paşa’ya bunun Allah’ın bir uyarısı olduğunu söyler. Vicdanıyla hesaplaşan Ali Paşa hatasını anlar ve Gabor’u affeder. Fakat Gül Baba’nın bahçesindeki güller yok olmuştur. Buna üzülen Gül Baba’yı teselli eden Leyla olacaktır. Tesellisi ise çok manidardır; yüzyıllar boyunca Gül Baba’yı ziyarete gelecek olan genç çiftler ona -tam da adına yakışır bir şekilde- daima gül getirecektir!
Macar ressam Franz Eisenhut ise Gül Baba’yı hikayesine sadık kalarak resmeder; 1886 tarihli bu tabloda Gül Baba bir yeniçerinin kucağında şehadet anında görülmektedir. Önde ise bir gül, bütün güzelliğiyle arzı endam etmektedir.
Müslümanların nazarındaki ilk somut yansıması ise elbette Gül Baba tekkesi olmuş. Şehadetinden kısa bir süre sonra kabrinin yanına inşa edilen tekke, uzun yıllar bir gönül mektebi olarak vazife görmüş. Budin’in Osmanlı’nın elinden çıkmasından sonra ise, 17. yüzyılda tekkenin nasibine harabe olmak düşmüştür. Bir süre sonra da yerine bir manastır inşa edilmiş, türbe ise kiliseye dönüştürülmüştür. Cizvit tarikatının hizmetine verilen yapı, 19. yüzyılda bu tarikatın faaliyetleri yasaklanınca yeniden türbe şeklini almıştır. Bu asla dönüşte Abdülaziz’in Avrupa seyahatinin de etkisi olduğu görülür. Padişaha jest babında türbe yeniden düzenlenmiş, bir süre bu hâliyle kalmıştır. Ta ki II. Dünya Savaşı yıllarında, üzerine bir galeri yapılıncaya kadar. Savaş sonrası bu galeri de yıkılarak, türbe son kez aslına rücü etmiş, içi yeniden türbeye ait malzemeyle tefriş edilerek bugünkü hâline dönüştürülmüştür.
Bina, bir zamanlar içinde meskun olan dervişler gibi halden hale geçmiş, adeta onların kaderine ortaklık etmiş, sonra da uzun bir sessizliğe gömülmüş…Tıpkı bir zamanlar barındırdığı, himaye ettiği, burada yaşayan ve ‘‘yaşamayı öğrenen’’ derviş namzetleri gibi…Onlar da zaman içinde kimlerden neler öğrenmiş, kimlere neler öğretmiş, ne türden hikayelere gizliden gizliye mimarlık etmiş, hangi hikayeleri aynı veçhile azalta azalta yoğunlaştırmaya ve hatta sırretmeye vasıta olmuşlar, kimbilir?
Bilinen bir şey varsa o da, suyun bu varlık algısında ‘‘tersine’’ aktığıdır. Herkesin yaşamak istediği yerde ölmeye, herkesin çoğalmak istediği yerde azalmaya teşne varoluşlarıyla bu menkıbe sahipleri bu yüzden olsa gerek geriye bir hikâye bırakmazlar, birkaç hatta birçok hikâye bırakırlar. Ucu açık bir metin gibi, okuyanın kendi hikâyesini ekleyebildiği birçok hikaye. Kapıların çokluğu gelenlerin çokluğu demektir kuşkusuz. Fakat gelenler için sadece gelişi kolaylaştıran bir vesile olarak kalır bu. Nihayetinde gelenler onları sarıp sarmalayan, alıp başka diyarlara sürükleyen bir hikâye bulamazlar. Hepi topu önlerinde bir menkıbedır duran. İnsan bilerek veya bilmeyerek bu menkıbenin içinde aslında kendi hikâyesini eşeleyip durur. Var mıdır acaba bir ışık, bir umut ki onun vasıtasıyla kendimize bir adım daha yaklaşabilelim?
Budapeşte’nin Gültepe yamacına tırmanan onca insan bunca zamandır ne umdu da buralara kadar geldi, diye düşünmeden edemiyor insan? Sadece turistik bir ziyaretse amaç onca ihtişamlı yapının yanında bu mütevazı türbenin esamesi ne olabilir? Kimler yok ki bu ziyaretçilerin arasında? Meşhur masal yazarı Andersen’den Evliya Çelebi’ye kadar geniş bir yelpazedeki ziyaretçilerin muradı eğer sadece hürmet idiyse neydi o hâlde insanın hürmet ettiği?
Kendi hikâyesinden vazgeçmek büyüklüğü mü? Eğer öyleyse, sormamız gereken soru, içimizden biri kendinden/kendi hikâyesinden vazgeçerek bize neyi hediye etmiş olur? Kendimizde kaybolduğumuz zaman, yolu gösterecek o deniz fenerini mi? Işığı yansıtmaktan, yolu işaret etmekten başka sıfatı olmayan deniz fenerini… Muhtemeldir ki, onun sayesinde insan kendi hikâyesini gerçek kılabileceği menzilden ayrılmamış, hikâyesi de eksik kalmamış olur. Böylece insan, hikâyesini izleyerek kendini inşa etme imkânına erişmiş olur. Sadece kendini mi? Ya şehirlerin inşası; onları insandan bağımsız düşünmek şansımız var mı? Bu bağımlı varoluşun en güzel ifadesi kuşkusuz Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine aittir:
‘‘Nagehan ol şara (şehre) vardım/ol şarı yapılır gördüm/
ben dahi bile yapıldım/taş u toprak arasında.
Hamuruna bir hikâye tohumu eklemedikçe şehir, mimari bir suret gibi kalakalır. İnsanın katışmadığı, hikâyesini dahil etmediği/edemediği şehirler isimsiz insanlara benzer, varlıklarına şahit bulmak, tarihlerine dâhil olmak imkânsızlaşır. Bu yüzden olsa gerek, bir şehri fethetmek, ona yeni bir hikâye yazmak demektir aslında ve bu iş genellikle ‘‘menkıbe sahipleri’’ne düşer; kendi hikâyesini herkesin hikayesini gösteren bir aynaya dönüştürebilen ‘‘hiç’’lik sahiplerine. Bu nadide insanlar, hikâyelerini bütün artık sıfatlarından arındırıp bir noktaya dönüştürmeyi başarmış, böylece görünen değil, gösteren olmak makamına nail olmuşlardır. Bundan sonrası şehrin sakinlerinin ne göreceği, ne görmek isteyeceğinde düğümlüdür. Onlarda gördüğümüz her şey ‘‘biz’’ demektir artık, hoşnutluğumuz da hoşnutsuzluğumuz da ‘‘biz’’dendir.
Sadece Budapeşte’de değil, Anadolu’nun birçok yerinde karşılaştığımız bir insan/şehir inşası modelidir bu. Bu yüzden aynı isim altında farklı şahsiyetlerin, çok benzer menkıbeleriyle karşılaşır ama şaşırmayız. Bütün gerçekdışılığına rağmen aslında her şey ilginç bir şekilde çok gerçektir. Bu gerçeklik hep ‘‘aynı insan’’la karşılaşmış olduğumuzu bilmenin gerçekliğidir. Sanki hepimizin bir yerlerden tanıdığı bir insan farklı şehirlerde bazen benzer, bazen farklı isimlerle karşımıza çıkar ve hep aynı şeyi söyler: Hikayeni merak ediyorsan, benim hikayesizliğime bak!
Bu güzel karşılaşmalardan biri de İstanbul’daki Gül Baba ile Sultan II. Beyazıd arasında geçer. Rivayete göre avlanmakla maruf Padişah, Galata civarında yanındaki eşrafıyla birlikte avdan dönerken, fırtınaya yakalanır, bir kulübeye sığınır. Gül bahçesi içindeki bu kulübecik, Gül Baba namında bir Bektaşı dervişine aittir. Padişah ve eşrafı Gül Baba tarafından izzet ü ikram ile ağırlanır. Padişah, kış günü bahçede açmış güllere hayran kalır. Tam kalkacakken yaşlı dervişe bir muradı olup olmadığını sorar. Amacı dervişi memnun etmektir. Gül Baba, ‘‘Bizim dünyadan bir muradımız yoktur, ama bu milletin okumuş insana ihtiyacı vardır, siz buraya bir mektep yaptırın da insanlar istifade etsinler.’’ diyerek arzusunu beyan eder. Padişah bu dileği münasip bulur, o mahalle bir mektep yapılır, zamanla hastaneye, medreseye nihayetinde ise Sultan-i İdadiye dönüşür.
Zamanı biraz ilerletip Fatih Sultan Mehmet dönemine geldiğimizde, karşımıza yine Gül Baba adı altında ‘‘aynı insan’’ çıkar. Bu defa doğudan gelen bir arif suretindedir ve Fatih Camii’nde tefsir dersleri vermektedir, hatta bizzat padişaha da ders verir. Bu hizmeti karşılığında ücret almaz. Derken bir gün yine bir av münasebetiyle gittikleri Edirne’de bir köyü görüp beğenince orası kendisine verilir. Orada zaviye inşa ederek insanlara hizmet eder. Hizmeti var, kendisi yoktur.
Bu yüzden olsa gerek, İstanbul’daki Gül Baba ile Edirne’deki Gül Baba’ya -vesikalar tersini söylese de- bunlar farklı insanlardır demekte zorlanırız. Hele onunla bir de Budapeşte’de karşılaşırsak, meselenin hikâye anlatma meselesi olmaktan çok daha büyük olduğunu birden bire, sessizce fark ederiz. Sanki bir insan -her toprakta yetişmeyen güle benzer bir insan- sessizce dünyayı gezmiş ve kimsenin girmeye cesaret edemediği bir ‘‘nokta’’dan şehre karışmış, orada kök salmıştır.