Özgürlük Cinneti
Burak Yedek
Cennet, hepimizin büyük bir merakla arzuladığı yerin adı. Orası hayatın ızdırabından uzak, -tabiri caizse- kurtuluşa ereceğimiz nokta. İdeal, kâmil ve harikulâde olan. Saflık, güzellik, yücelik, sonsuzluk ve sınırsız haz gibi olumlu tüm kavramları sinesinde barındıran, vadedilmiş mekân. Bazen altından ırmaklar akan bir bahçe, eşsiz bir manzara, bir bağ ve bazen de bir ülke, benzersiz güzellikler içinde. Her hâlükârda, herkes için, varılmak istenen nihai ikametgâh… Bireysel olarak ona ulaşmanın birçok yolu vardır kuşkusuz, fakat bu fani âlemde kimse bunu hakkıyla bilemez ve anlatamaz.
Hayattayken cenneti bulmuş olan(!) şanslılar arasında değilseniz, yaşamınızda, onu zaman zaman cehenneme çeviren acı, dert, keder ve hasret de yer alacaktır. Sahi, siz cenneti gündelik yaşamınızdan ne denli farklı hayal ediyorsunuz? Cenneti hiç yaşamadıklarınızı yaşayacağınız, daha önce hiç görmediklerinizi göreceğiniz bir yer olarak mı tahayyül ediyorsunuz? Mesela bir odaya hapsedilmiş olsanız, sadece dışarı çıkmak, “özgür” olmak cennetiniz olmaz mı? Gözleriniz renkleri görmese, gökkuşağının renklerini ayırt edebilmek sizin için cennet sayılmaz mı? Karanlıkta bırakılsanız, aydınlığa kavuşmak cennetle eşdeğer kabul edilmez mi?
Cennetten bahis açıldığında, cehennemin de varlığı gelir akla hemencecik. Hatta cennet, cehennemsiz tasavvur edilemez olandır. Buna mukabil, mahkumiyetinizin ve noksanlığınızın mazisi varoluşunuzla yaşıtsa, o zaman her şeyden çok özgürlük için yaşarsınız, cennet için… Çünkü dışarıdaki hayattan size bahsettiklerinde, bir an önce çıkmak istersiniz içinde bulunduğunuz “cehennem”den; diğer insanlar gibi yaşamak istersiniz. Özgür olduğunuzun hayalini kurarsınız. Bazen hayallerle yetinemez ve “gerçek cennet”i arzularsınız. Bu arzunuz da en doğal hakkınız olur.
İnsanlık tarihinde topyekûn mahkûmiyet hayatı yaşamış gruplar olmuştur. Bölünmüş ve dar bir coğrafyaya sıkıştırılmış ülkeler, tecrit edilmiş milletler… Fakat mahkum olan topluluklar arasında, tarihin en fazla ızdırap çeken milleti belki de Filistinlilerdir.
İşte cenneti “birazcık” özgürlük olarak telakki edenlerin filmi olan, 2005, Filistin yapımı “Paradise Now” filmi, aynı yıl “En İyi Yabancı Film” dalında Oskar adayı olarak gösterilmişti. Filistinli yönetmen Hany Abu-Assad, kendi halkının içinden çıkan bir hikâyeyi, cennet hasretini, özgürlük mücadelesini ve özgürlüğün bedelini ödemeyi, yalın ve insani bir şekilde anlatmayı başarmıştı.
Abu-Assad’ın mezkur filminde, Sait ve Halit otomobil tamircisinde çalışan iki iyi arkadaştır. Bu iki arkadaş olanca sadelikleri ve gündelik yaşam koşulları içinde bize görünürler. Yaşamları basittir, hatta zaman zaman alabildiğine sıkıcı ve rutin. Birlikte vakit geçiren bu iki dost ne mücahittir, ne de aktivisttir. Onlar sadece İsrail tarafına geçip intihar bombacısı olmak için seçilmişlerdir. Onlar da herkes gibi özgürce yaşamak istemektedirler. Sait, sadece 6 yaşındayken, bir defa “öbür tarafa” geçmiştir. İkisi de hayatlarını bir “hapishâne”de geçirmiştir, tıpkı bütün bir Filistin halkı gibi. Kendilerine tevdi edilen görev hem zorlu hem de idealleri ve milletleri için son derece önemli bir eylemdir. Ve onlar yakında “kahraman” olacaklardır.
Sait, tamirciye arabasını bırakan bir kadınla tanışır: Süha ile. Süha, Fransa’da yaşamaktadır ve Filistin halkı için önemli bir lider olan, şehit Ebu Assam’ın kızıdır. Süha, filmin “Batılı” tek karakteridir ve özgürlük mücadelesi için şiddet uygulanmasına karşıdır. Ve Sait, Süha’ya aşık olur…
Filmin ilerleyen dakikalarında Sait, örgüt sorumlusu olan bir arkadaşı ile karşılaşır. Arkadaşı ona özgürlük yolunda şehit olan Ebu Assam’dan bahseder. “Ölümden korkmak, ölmekle eşdeğerdir.” dediğini hatırlatır. Daha sonra önemli bir görevin ona verildiğini söyler. Biraz daha detaylı konuşmak ve onu göreve hazırlamak için evlerine geldiğinde yolların kapalı olması sebebiyle Sait arkadaşına misafir olur. Ertesi sabah erkenden görev için yola çıkacaklardır. Sait’in kimseye görevden bahsetmemesi ve hiç renk vermemesi gerekmektedir. Bu gizlilik görevin başarıyla tamamlanması için çok önemlidir. Sait gece uyuyamaz ve evinden sessizce çıkıp Süha’nın kapısını çalar. Sadece sohbet etmek için… Son defa elveda demek için, gizlice… kendince… Onu görmek sanki Sait’i rahatlatır. Sait adeta gözleriyle aşkını itiraf eder. İki sevdalı sabaha kadar konuşurlar. Ülkenin hep en önemli konusundan bahsederler ve verilen mücadele hakkında tartışırlar. Süha, Filistin sorununun çözümü için şiddetin hem dinî hem de siyasi anlamda doğru ve yeterli olmadığını anlatır. Genç kadına göre, zaten her şey yolunu bulacaktır ve olayları akışına bırakmak gerekir. Ama Sait’in şüpheli ve anlamlı bakışları altında şu soru yatar:
“Konuşmak ile işgal sona erer mi?”
Şunu da belirtmek gerekir ki, filmde Sait’in babasının muhbirlik yapmış olduğu ima edilir ve Sait bu durumdan son derece rahatsızlık duyar. Babası yüzünden gururu kırılmıştır ve bu konuda utanç duymaktadır. Zira bu durum bütün ailenin itibarını sarsmıştır.
Göreve hazırlık kutsaldır. Bir ibadettir şehit olmak. İntihar, çaresizce ama bir çare bulmak için ölmenin adıdır onlar için. Eylemi düzenleyen örgüt, iki dostu bu görev için hazırlar: Okunan Kur’an eşliğinde tıraş olurlar, yıkanırlar, kısa bir eğitim alırlar, güzel giydirilirler… Son bir ziyafet çekerler. Filistin halkına mesaj veren video görüntüleri çekilir, bazı çekimlerde komik hatalar dahi yapılır. Çünkü şehit olma durumu onlar için tümüyle olağandır. Olması gerekendir. Vücutlarına dikkatlice patlayıcılar yerleştirilir. Artık kendilerini feda etmek için her şey hazırdır.
İki dost İsrail’e geçerler. Fakat işler planlandığı gibi gitmez. Tellerden geçerken bir aksilik yaşanır ve ikisi de ayrı zamanlarda Batı tarafına geri dönmek zorunda kalır. Halit örgütün arabasına geri döner ama Sait korkusu sebebiyle arabayı bulamaz ve başka bir yere saklanır. Ne yapacağını bilemeyen Sait bir süre sonra tellerden bir daha geçer ve şehirde biraz yürür. Bir otobüs durağına gelir. Bombanın pimini çekmeyi düşünür ama yapmaz veya yapamaz. Şehirde biraz daha dolanır. Hâlâ tam olarak ne yapacağını bilemez. Bir otobüse binmeyi planlar ama korkup vazgeçer. Belki de mücadelesinin söz ile eylem arasında kaldığını sezer ve geldiği hapishâneye geri döner, üstündeki patlayıcılarla birlikte. Her an ölmeye razı, zaten diri diri toprağa gömülmüş gibi yaşayan bir halkı temsil etmektedir artık. Ne yapacağını bilemeyen, sıkışmış insanların ruhudur o.
Dava arkadaşlarının yanına geri dönmek ister, fakat döndüğünde kimseyi bulamaz. Örgüt, Sait’in tıpkı babası gibi bir işbirlikçi olduğunu tahmin ettiği için, bütün örgüt karargah değiştirir. Sait artık kendi şehrinde bir yabancı gibi dolanır. Kendi topraklarında bir yabancıdır, her an patlamaya hazır bir yabancı. Bombadan ve örgütten kimseye bahsetmemesi gerekirken, aynı zamanda üzerindeki bombadan da kurtulmak zorundadır. Ancak ne yapsa, bombayı etkisiz hâle getiremez. Stres, öfke, acı ve korku dolu karmaşık duygularla ne yapacağını bilemez. En sonunda kendi vicdanını da temizleyeceği bir yere gider. Bu sırada Halit ve Süha, Sait’i şehrin her köşesinde aramaya çıkmışlardır. Ama bütün çabalarına rağmen onu bulamazlar. Son olarak bir yere gitmeyi düşünür Halit, Sait’in babasının mezarına. Sait kendisini neredeyse kaybetmiş, cinnet geçirir bir hâlde babasının mezarının üzerine yatmıştır. Elini pime attığı sırada arkadaşı ve aşkı onu kurtarır.
İçinde bulunduğu ikircikli ve çelişkili durumu atlatamayan Sait, hâlâ mücadeleye devam etmek ister. Mücadelenin lideri onun hain ve işbirlikçi olup olmadığını anlamak için onu sorgularken Sait kendi hikâyesini şöyle anlatır:
“Burada hayat hapishane gibi. İşgalin suçları sonsuz sayıda. En korkunç suç ise insanların zaaflarını kullanmak ve onları işbirlikçi yapmak. Bunu yaparak sadece direnişi öldürmüyorlar, aileleri mahfediyorlar, şereflerini yerle bir ediyorlar ve bir halkı harap ediyorlar…”
Yıllar süren, sürekli büyüyen siyasi ve psikolojik bir öfkenin sinematografik anlatımı doğallıkla ve biraz da belgesel tarzında tasarlanmıştır yönetmen tarafından. Aksiyon ve gerilim sahneleri dışında oldukça gerçekçi çekimler izleyiciye hakiki bir Filistin soluğu vermektedir. Mahkumiyeti ve sıkışmışlığı en iyi ifade eden sinematografik unsur kuşkusuz mekândır. Mekânların görselleştirilmesi hususunda birbirine bu kadar yakın iki alanın (İsrail ve Filistin’in) farklı görsel unsurlarla verilmesi, bu iki alanı bir o kadar birbirinden uzak hissettirmektedir. Özellikle filmin sonunda yeralan İsrail sahnelerinde büyük oranda açık alanların, gökyüzünün ve geniş kadrajın kullanılması görsel anlatımda bir kontrast yaratmaktadır. Abu-Assad, görsel unsuru hikâyenin anlatımına en iyi tarzda hizmet edecek bir şekilde kullanmıştır ve bu özellik onu başarılı bir yönetmen kılan en önemli husustur.
Özgürlük sorununu bir cinnet ve cennet meselesi hâline getirmiş olanların filmi “Paradise Now” aynı zamanda tarafsız ve insani bir hikaye estetiği yakalıyor. Özellikle gündelik hayatın böylesi toplumsal ve siyasi bir sorunun içine yerleştirilmesi ve mizahi sahneleri de eksik etmemesi izleyiciye şehide şahit olma hissini yakinen yaşatıyor. İzleyiciye doğrudan bir intihar bombacısının yaşadıklarını aktarıyor. Yönetmen adeta haykırıyor: Özgürlük istemek bir çocuk gibi hür koşabilmektir. Halit de saf ve masum bir çocuk gibidir, annesinin endişesini sürekli üzerinde hisseden. Ve film bu noktada şu soruyu soruyor: Safiyane ve doğal bir istek değil midir özgür olmak, delicesine?
İnsanın mahkumiyetine incelikle yaklaşan ve siyasi bir meselenin hikâyesini doğrudan insan üzerinden aktaran Abu-Assad, “Paradise Now” ile sadece özgürlüğünü isteyen bir halkın iradesini işte böylesine ustalıkla, şiddet ve terör göstermeden, ama son derece şiddetlice ve bir o kadar da samimiyetle yansıtıyor.