Ahmet Haşim’in Frankfurt’u
Melek Paşalı
Ahmet Haşim’in Franfurt Seyahatnamesi adıyla basılan gezi notları, bir tülün ardından bakan bir çift gözün bir hendese şehrinden geçişinden geride kalan müstesna metinlerdir. Bu tül, gerçeği güzelleştiren, ona olduğundan daha fazla anlam yükleyen, hayalin imkânlarıyla onu yeniden inşa eden zihinsel çabanın vazgeçilmez estetik peçesidir. Onun sayesinde insan/şair dünyayı katlanılabilir, hatta yaşanılabilir hâle getirir… Onu kendinden taşmaya, gizlediklerini açmaya çağırır. Sadece bu ‘‘tül’’ün ardından seyreden insana görünmek için…
Ahmet Haşim 1932 yılının Ekim ayında tedavi amacıyla gider Frankfurt’a. Tren yoluyla geçtiği Macaristan ve Avusturya’da gördüğü manzaralar için yaptığı tasvirler tam da ona göredir: “Sembolist şairlerin bütün o titrek hayalleri karşımda hakikat olmuştu: Zümrüt çayırlar ortasında pırıl pırıl akan pembe akşam dereleri… Bunların kenarında gümüş yaprakları hafif rüzgarlarla oynaşan mesut kavaklar… Oyuncaklar gibi en tatlı renklere boyanmış beyaz tül perdeli köşkler… Demiryolun iki tarafındaki tarlalar, kıymetli atlaslar gibi temizlenmiş, ayıklanmış, ekilmiş, biçilmiş ve ayrı renklerle yan yana ta ufuklara kadar uzanıyordu. Belli idi ki büsbütün başka kudretlerle mücehhez bir insanın yaşadığı bir aleme girmiştik.’’
‘‘Bu başka kudretlerle mücehhez insan’’ın şehrine vardıklarında vakit gece yarısını çoktan geçmiştir. ‘‘Çelikten, camdan ve mermerden yapılmış girift ve havai güzelliği hakkında ancak Belçikalı büyük şair Verhaeren’in şiirlerinin fikir verebileceği büyük istasyonun kocaman cam holu altında’’ yalnızca iki yolcudurlar. Bu görsel ihtişama karşın karşılaştığı tenhalıktan yola çıkarak Haşim, ‘‘mağrur çeliklerle inşa edilmiş bu çerçevenin hakikatte bir facia dekoru’’ olduğuna hükmeder.
Gündüz gibi aydınlatılmış şehrin gecesinde sessizce yol alırken edindiği kanaat, belki de ancak bir peçenin ardından baktığını bilen bir gözün görebileceği kadar trajiktir: ‘‘İlk adımda bitmiş bir Almanya ile karşılaşmıştık.’’
Binalardaki ihtişam ve ölçünün insandaki yansıması olarak şairin dikkatini çeken ilk şey ise kıyafettir. ‘‘Medeniyetin ünforması’’ olarak gördüğü kıyafeti şu cümlelerle tasvir eder: ‘‘Kafası ne olursa olsun bir insanın Avrupalı ünvanına hak kazanmak için muhakkak sırtında bir ceketi, ayağında bir pantolonu ve başında şu veya bu biçimde bir şapkası olmak lazım. Bu hazin ve renksiz kıyafet, medeniyetin üniformasıdır.’’
1933’ün Avrupasında geçerli olan bu ölçünün bugün çelik ağlar kadar muhkem olup olmadığı elbette su götürür. Öte taraftan dönemin Avrupalı tanımı için çok aşina olduğumuz bir ifade olduğunda şüphe yoktur.
Bir sembolist şair için bir Avrupa şehrinin en sıkıcı ve yavan tarafı ne olabilir sorusunun cevabı Haşim’de çok açık ve nettir; sır eksikliği. O, bütün büyük Avrupa şehirlerini ‘‘birbirinin eşi’’ olarak gördüğünden bu kanaati yalnızca Frankfurt’a özel değildir. Nitekim Haşim, 1928’de Paris‘i ve başka Avrupa şehirlerini de görmüştür. ‘‘Büyük Avrupa şehirlerinin bu şekil yeknesaklığına inzimam eden (eklenen) diğer bir tatsızlığı da artık hayali heyecana getirecek hiçbir ‘sırrı’ ihtiva etmemelerinden ileri gelir.’’ Şaire göre, bu sır eksikliği ‘‘seyahatin mükafatı olan hayreti ortadan kaldırmaktadır.’’ Sıradan insanın hemen teslim olacağı bu duruma hayalin imkânlarıyla çare bulur şair. Ne mi yapar? ‘‘Karşımda sanki yüz seneden beri tanıdığım, fakat sekiz saattir misafiri olduğum Frankfurt’a bakarak eski altın şehirleri, o hayal sislerinde yarım görünen Kartaca’yı, Sidon’u, Babil’i, Ninova’yı düşünüyorum.’’ Gerçi bu eski şehirlerde Frankfurt’un otellerindeki rahat yoktur, fakat uzaklardan gelen bir yabancı için hayret edilecek çok şey mevcuttur.
Frankfurt bu ilk yargıya rağmen Haşim’i yine de şaşırtmayı başarır. Bu şaşkınlığın içinde yine bir şairin, Goethe’nin olması elbette bir tesadüf değildir. Bir pazar günü Goethe’nin evini ziyarete giderken ‘‘ne kadar büyük bir şair olursa olsun, ölümünden yüz sene sonra, bütün duvarları, bahçeleri, meydanları taze çiçeklerle dolduran bu neşeli ve güneşli sonbahar sabahında loş bir sokaktaki loş evinde kendine kafi bir müşteri kalabalığı bulabileceği’’ kanaatinde değildir. Ama yanılır! Müze evin içi, ‘‘talebe yaşında çocuklardan, kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı efendilerden müteşekkil gayet temiz ve müteheyyiç büyük bir kalabalıkla’’ doludur. Üstelik bunların hepsi de Almandır. Yani onlar gibi ‘‘tecesessüsün oraya çektiği seyyah ve yabancı nevinden vahi ve lakayt gölge yığını değil’’dir.
Goethe’nin evinde zaman durmuş, başka bir şairin gözlerinden yeniden görülmek üzere dondurulmuş gibidir. Mutfaktaki eşyalar, pasta kalıpları, pencerenin kenarındaki çiçekler, pembe tül perdeler, Goethe henüz vefat etmiş gibi gönderilmiş çelenkler ve diğerleri Haşim’in zaten hazır olan zihnini sürükleyip götürmek için kafidir. Nihayet Goethe’nin çalışma masasındaki mürekkep lekelerini yakından görmek için heyecanlanan insanlar için yaptığı teşbih bu ‘‘sürükleniş’’in boyutunu bizim için de aşikar kılmaya yeterlidir: ‘‘Bu hayran gözlerdeki lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat bir ebedi lacivert semada, namütenahi yıldız serpintileri idi.’’
Şairin her şeyi güzelleştiren bakışının, her şeyi olduğu gibi algılayan Alman bakışı ile karşılaşması ise başka bir şaşkınlık mevzuu olur. Haşim’e göre, ‘‘olmuş vakaların doğru anlatılışı gayet kötü eserler meydana getirir. Yalanın ilahi nefesi değmedikçe ne ses, ne renk, ne taş, ne tunç sanat eserine dönüşemez.’’ Bu yüzden, ‘‘güzel, yalan’ın çocuğudur.’’
Eski Şarkın ayırıcı bir vasfı olarak gördüğü bu ‘‘güzelleştirme’’ tarzından ilhamla bir gün hastanede görev yapan bir hemşireye, hizmetlerinden duyduğu memnuniyeti ifade etmek için latife babında, ‘‘Seni İstanbul’a götürelim!’’ der ve doğal olarak bunun bir Alman’ın zihninde yaratacağı algıyı tahmin edemez. On gün sonra hemşire kızın aşağıdaki sözleriyle donakalır. ‘‘Teklifinizi mektupla anne babama bildirmiştim. Şimdi cevap aldım, İstanbul’a gitmem için müsaade veriyorlar…’’
Haşim’in Frankfurt’ta hayret ettiği bir başka olayın kahramanı beş Alman’dır, beş ihtiyar Alman. Frankfurt’un meşhur palmiye bahçesini (Palmen Garden) gezerken tesadüf ettiği bu yaşlı insanlar ona rakamlarla Almanlık arasındaki ilgiyi keşfettirir. Daha bahçeye girerken yerlerdeki yaparakların çokluğu dikkatlarini çeker ve arkadaşına sormadan edemez: ‘‘Bu kadar çok yaprağı Almanlar mümkün değil hiçe feda edemez. Acaba bu kuru yapraklardan bunlar ne yaparlar? Nükte manidardır: ‘‘Kimbilir belki çelik, belki ipek, belki porselen!’’
Yaprakların çokluğu ziyaretçilerin sayısıyla tezat teşkil etmektedir. Büyük emekler ve masraflarla yapılmış bu cennet misali palmiye bahçesinde sadece beş yaşlı Alman vardır, bir bankta oturmuş ve bastonlarına dayanmış, ‘‘Gah tepedeki yapraklara, gah kütüklere bakıyor, gah su şıkırtısını ve kanat gürültüsünü dinliyor, mesut ve sükun içerisinde tebessüm ediyorlardı.’’
Bu pahalı bahçenin keyfini süren insan sayısı ile bahçeye yapılan masraf arasındaki uçurumu şöyle yorumlar Haşim: ‘‘Her Alman ihtiyarlığın ve çöküklüğün son haddine kadar gene bir Alman’dır ve onun saadetini yapmak bütün Almanya için mukaddes bir vazifedir. Bir Alman’ın kıymeti yoksa beş Alman’ın, on Alman’ın, yüz Alman’ın ve altmış milyon Alman’ın neden kıymeti olsun?’’
1930’lu yılların sosyal dinamikleri göz önüne alındığında Haşim’in Almanlık üzerine tefekküründe şaşıracak bir şey yoktur. Zira bu dönemde Almanların da zihni -belki de her zamankinden fazla- Almanlık konusuna hasredilmiş, hatta hapsedilmiş gibidir. Fakat Haşim’in bize hep biraz flu gelen zihni bu algılayışta oldukça muzip ve ironiktir.
Haşim’in Almanya’yı anlama gayretinden elde ettiği kanaatler oldukça kısa ve nettir. Ona göre, Almanya adına ‘‘profesör’’ ve ‘‘doktor’’ denilen acayip bir cinsin vatanıdır. Bunlar Hindistan’daki rahip sınıfı gibi bir nevi kutsiyetle çevrili olarak hemşehrileri arasında yaşarlar.
Bu kanaate nasıl erdiğine gelince… ‘‘Bıçak gibi keskin hatları her tarafta yükselen bu kusursuz hendese içinde nefes darlığı’’ çekmeye başladığı sırada bir dağ gezinsitiyle rahatlamak için yola çıkarlar. Yolda dikkatini başka bir şey celbeder; şehirden uzaklaştıkça binaların güzelliği ve görkemi de artmaktadır. Bunun sebebini arkadaşı izah eder; gürültüden kaçan profesörler şehir dışında yaşamayı tercih etmektedirler. Böylece sükun içerisinde çalışabilmektedirler. Almanların bu ilim merakından mülhem toplumda genç erkeklere ‘‘Herr doktor’’, yaşlı ve sakallı ise ‘‘Herr profesör’’ demek adetini aktarırken, sormadan da edemez şair, ‘‘Böyle faydası az bir sınıfı el üstünde tutmakta Almanya’nın ne karı var?’’ Cevabını da kendisi verir… ‘‘İçlerine karışmış olması muhtemel hakiki zekâların yanlışıkla yok olmasına meydan vermemek için…’’
Seyahatnameyi şiir kitabıyla kardeş kabul eden Haşim’e göre, seyyah ile şairin ortak tarafı, hayal kabiliyetidir. Kendi başlarına alelade olan şeyler onların hayal gücü sayesinde yeni terkiplere dönüşerek harikulade mesabesine erişir. Peki Frankfurt’u gören göz şair olan seyyaha aitse, gördüklerinin ne kadar gerçek ne kadar hayal olduğundan emin olmak mümkün müdür? Belki de doğru soru şudur: ‘‘Hayret etmek isteyen’’ için bu gerçekten önemli midir?