Almanya’daki Türk Kültürü Hangi Atmosferde Nefes Almaya Çalışıyor
Kadri Akkaya
Kültür toplumların geçmişlerini ve geleceklerini yansıtan aynadır. Bir yandan yaşanılana, diğer yandan gelecekteki muhtemel yaşam biçimlerine yön veren değerler toplamıdır. Geçen yüzyılın başında, “Berlin’in şu mu’azzam, mücessem, müheykel medeniyyetgâhının içinde bir öksüz vaziyetindeyim.” diyen Celâl Nuri hissince, günümüzde de aynı duygularla binlerce insanımızın yaşıyor olduğuna şahit oluyoruz. Avrupa medeniyetine mensup Almanya içinde mütemmim bir cüz olarak yıllardır yaşayan Türklerin kültürel durumlarını artık etraflıca tesbit zamanıdır. Asya içlerinde neler bıraktık, “Büyük Doğu”dan neler aldık ve buralara neler getirdik?
Kültürün bir ayağı geçmişte, bir ayağı gelecekte, gözü de bugündedir, denir. Geçmiş araştırılırsa, gelecek planlanır. Geleneksel sanatlarımızdan çini, hilye-i şerif, tezhip ve ebru sanatımız burada ne âlemde? Hristiyan dünyasında Hz. Meryem ile Hz. İsa’yı tasvir eden ikonalar çok rağbet görür. Peki hilye-i şeriflerle hat sanatını kullanarak Hz. Peygamber’i, Almanya Türkleri olarak bizler nasıl tasvir ediyoruz? Almanya’daki Türk Edebiyatı’nın da Tutunamayanlar’ın Selim Işık’ı, Çalıkuşu’nun Feride’si, Huzur’un Mümtaz’ı, Mustafa Kutlu’nun Nur’undaki Sinan ya da Rasim Özdenören’in Gül Yetiştiren Adam’ını örnek almış ve kendi çapında rüştünü ispat yolunda olan, akla hemen gelecek edebi karakterleri var mı? Buraların da “zaman”a ve “mekân”a salt edebî değil, usta bir filozof gibi odaklanan bir Fatma Barbarosoğlu’su olabilecek mi? Hangi kültür, edebiyat dergileri yayımlandı, yayımlanıyor?
Türklerin, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ekonomik gelişmesini hızla gerçekleştiren ve işgücüne ihtiyaç duyan Almanya’ya ge(tiril)lişleri; gelişmekte ve dövize muhtaç olan ve de “Batı” için “demirperde” ülkesi Rusya’ya karşı jeo-stratejik bir sed vazifesi gören NATO üyesi bir ülkenin, yani yüzünü Avrupa’ya dönmüş Türkiye’nin aslında dolaylı ekonomik desteklenmesiydi. İnönü’nün ilk giden işçilere “Gidin, oraların bilgisini ve medeniyetini buraya getirin!” sözünü söylediği rivayet edilir. Kim neyi umdu, neyi buldu tarih kaydını yapacaktır. Çokkültürlülüğü hâkim siyasetine almayan, hazmetmekte zorlanmaya devam eden ve sözde yabancı kültürlere yapısal sınırlar gösteren Almanya’nın; gerek kendi kültürleriyle toplumsal özne özellikleri gösterme uğraşlarında Almanya Türklerine hangi yapısal sınırları gösterdiğini, gerekse onların toplumsal ve kültürel olarak nasıl bir nesne hâline getirildiklerine dair örnekler vererek konuyu müşahhas hâle getirmeden önce, tarihin endam aynasındaki Almanya’ya kısaca bir göz atalım.
Avrupa’nın diğer ülkeleriyle kıyaslanınca, onların çoğundan epey sonraları siyasal birliğini sağlayan ve diğer Avrupa devletleri içinde en az kolonisi olan bir tarihi geçmişi var Almanya’nın. II. Dünya Savaşı’ndan sonra iki ayrı ülkeye ayrılmak mecburiyetinde kalan ülke; ancak “Berlin Duvarı”nın yıkılmasından sonra, diğer yarısı ile birleşti ve tek bir ülke oldu. Bugün ise Almanya, özellikle işçi göçü neticesinde, Türk kültürüne mensup azımsanamayacak sayıda insana toplumsal yaşam alanlığı yapıyor. Üç milyona yaklaşan Türkiye kökenli nüfus, doğal olarak bu içiçe yaşayışdan dolayı kendi medeniyet ve kültür yaşamının devamını sağlamak amacıyla hem kendi toplumu içerisinden hem de içinde yaşadığı çoğunluk toplumu tarafından çok çeşitli kültürel taleplerle karşılaşıyor.
Bir yandan eski Cumhurbaşkanı Wulff, birkaç yıl önce, “İslamiyet ve Müslümanlar Almanya’ya aittir.” diyerek Türkleri de Avrupa medeniyeti, Alman kültürü ve tarihi içerisine almaya çalışırken, diğer yandan Şansölye Merkel “Çokkültürlü yaşam ölmüştür.” sözüyle çokkültürlüğe karşı çıkan diğer siyasetçileri uzun süre destekledi. Kısa bir zaman önce ise “İslam Almanya’nın bir parçasıdır.” demek suretiyle, toplumsal gerçekleri kerhen tasdik etmiş oldu. Sözde yabancı kültürel değerlerin Almanya’daki toplumsal birlikteliğine kanaat önderleri ve karar vericilerin bakışı sürekli ayrıştırıcı, hatta “ötekileştirici” bir şekilde gündemde oldu ve olmaya devam ediyor. Köln’deki Eyalet Mahkemesi erkek çocukların sünnet edilmesini yasaklayan bir karar alarak Müslüman nüfusun kültür değerlerinden birisi olan “sünnet” üzerinden, onları toplumun çoğunluğunun gözünde “ötekileştiriyor”; diğer bir devlet kurumu ise bir “afiş kampanyası” ile genç Müslüman kökenlileri sanki potansiyel bir tehlikeymişcesine toplumdan “dışlıyor”du.
Asıl uygar medeniyet, bırakın diğer kültürleri “geri” görmeyi ya da onları nesneleştirerek “ötekileştirmeyi”, aksine hiçbir kültüre tahakküm edilmemesini sağlayan toplumların medeniyetidir. Bir başka deyişle; en ideal toplum, içerisindeki farklı toplumsal gruplara saygılı, evrensel insan haklarının bilincinde olan toplumdur. Buna karşın, kültürel ırkçılık Avrupa’daki farklı kültürleri ve Avrupa dışından insanların yaşam ve kültürünü “ötekileştirme” uğraşısında Gabinou’dan günümüze dek modernliğin tüm teknik nimetleriyle hızla şakirt bulmakta zorlanmıyor. Kültürel ırkçılık Almanya’da “yabancılar dışarı” diyen dazlakların tekelinde değil artık. Gittikçe Avrupa entellektüellerini de içine alan ve farklı kültürleri, özellikle de Türk ve Müslümanları “dışlayıcı” ve “ötekileştirici” bir söylem yayılır hâle geldi ve medyada daha çok yer edinir oldu.
Sözde finansal krizler ve kültürel çarpışmaların ardında hangi oligark grupların güç mücadelesi olduğunu fark etmek gittikçe zorlaşıyor. Bunların birbirleriyle diyalektiğini yakalayıp, bilinçli olarak toplumsal ve kültürel grupları “ötekileştirme” ve birbirine “yabancılaştırma”, hatta düşman ve nefret ettirme süreçlerini iyi analiz ve tesbit etmek gerekiyor. Global ya da bölgesel düzeyde, yapay ve isteyerek çıkarılan finans krizlerinin herkes tarafından hissedildiği zamanlarda, arka plandaki sömürü gerçeğinin görülmemesi için “cambaza bak” misali kitlelerin hem düşüncelerinin yönlendirildiği hem de kültürel “ötekileştirme” uğraşlarının bilimsel bir şekilde sürdürüldüğü zamanlardayız. İrfan sahipleri bilir: Böyle zamanlar yeni değerlerin de doğum zamanıdır.
Almanya’daki Türklerin merkezinde yer aldığı Avrupa kültür ve medeniyet coğrafyası da artık yeni bir tarih evresine girmeye hazırlanıyor. Tarih yeniden yapılıyor; öncelikler, ilkeler, duyarlılıklar ve referans noktaları yeniden belirleniyor. Bu global devinim ve değişim içinde Almanya Türkleri de yer yer “nesne” yerine konuyor ve onlar üzerinden siyaset geliştiriliyor. Ve nadir de olsa, Almanya Türkleri de “toplumsal özne” olmaya çabalıyor.
Gerek ırkçıların hakaretvari, gerekse siyaset ve ilim çevrelerinin yarım yüzyıldan fazla zamandır beraber yaşanılan bu toplumdaki Türkiye kökenlileri, “Türkiye kökenli Alman” sıfatı yerine hâlâ çeşitli yabancılaştırıcı sıfatlarla adlandırılmaları, ister istemez “Almanya Türkleri” toplumsal grup olgusunu ve bu toplumsal grubun kendini yaşadığı toplumda en çok bu şekilde tarif etmesini beraberinde getiriyor. Bu toplumsal grubun hem iç hem de dış etmenlerle artık kendini bu tarif ile özdeşleştiği göz ardı edilemez. Yani Almanya’da ne çoğu zaman Türkiye’den görüldüğü gibi “gurbetçi Türk” ne de Almanya’ndan görülmek istendiği gibi “yabancı Türkler” var. Konrad-Adenauer Vakfı’nın bir araştırmasına göre, Almanya’daki Türkiye kökenlileri %63 sünni, %12 alevi, %2 Şii ya da Kürd, Zaza, Laz, Çerkez gibi alt gruplara ayrılsa da, Almanya çoğunluk toplumu Türkiye kökenli Alman vatandaşlarını aslında NSU seri katillerin kategorisince değerlendiriyor: Seri katledilenlerin, ne Alevi ne de Kürt diye ayırt edilmeden aynı kefeye konulup, yani salt “Türk” oldukları için, özellikle öldürülmüş olmaları göz ardı edilemez. Görünen toplumsal olgu “Almanya Türkleri” gerçeği ve varlığıdır. Bu da Almanya’nın artık toplum olarak de facto çokkültürlü bir göçmen ülkesi olduğunun göstergesidir. En kaçınılmaz soru ise, bu durumun yapısal olarak toplumda nasıl karşılık bulduğu ya da bulacağıdır.
Dünya’daki hızlı gelişmeler, Avrupa Birliği’nin finansal zorlukları ve her iki Almanya’nın birleşmesinin ertesi, Alman toplumunu bir kılan özellikler ve toplumun kültürel kişiliği konusundaki varılmaya çalışılan sonucun hâlâ aranıyor olması, zaman zaman Almanya içinde yaşayan Müslüman, özellikle de Türkiye kökenlilerin toplumsal arayış ve tartışmalarda, bırakın onların da toplumun genelinin bir parçası ve vazgeçilmez toplumsal bir öznesi olarak görülüp, görüş ve fikirlerinin sorulmasını, aksine onların toplumsal bir kesim olarak ya da onları temsil eden kurumların sürekli nesne olarak kullanılmasını beraberinde getirmiştir.
Günümüzde, ne Türkiye ve Almanya’daki Türkler tarafından ne de Alman karar ve kanaat sahiplerince pek de bilincinde olunmayan, her iki Almanya’nın birleşmesi sonucunda Almanya’nın neredeyse yirmi yıldır ülkedeki her vergi mükellefinden aldığı “Dayanışma Vergisi” yükümlülüğünü, diğer Alman vatanseverleri gibi Almanya Türklerinin de ödedikleri pek bilinmiyor. Aksine, kimi kesimlerce “ülkeden pılını pırtısını toplayıp gitmeleri” istenen bir toplumsal grup, marjinalliğe zorlanıyor ve ötekileştirmeye maruz kalıyor.
“Dışlayıcılık” ile ilk nesneleştirme örneği kırk yıl önceki Heidelberg Manifestosu oldu. Sarrazin’in kültürel ırkçı kitabının bu vesikadan kırk yıl sonra yayımlanması ve iki milyona yaklaşan baskısı bile, çoğunluk toplumunun kendisini hangi suni ve gereksiz tartışmalarla oyaladığına ilişkin ilginç bir örnek.
Almanya’da Köln Eyalet Mahkemesi’nin, yaralama suçu kapsamına girdiği gerekçesiyle Müslüman ve Musevi erkek çocuklara sünnetin 2012 Mayıs’ında mahkeme kararıyla yasa dışı saymasının ardından süren tartışmaları, konuyu federal hükümetin yeni bir yasayla hukuki düzenlemeyle gitmesi bile sona erdirmiş değil. Çünkü, tartışma kültürel boyutları üzerinden hâlâ sürüyor. Farklı kültür değerlerinin “ötekileştirilmesi” örneği olan bu durum, görünürde çocuğun hukuki haklarının koruma değeri ile velilerin dinî haklarının nasıl korunacağı ikilemi olsa da, aslında arka planda Avrupa medeniyetinin ve değerlerinin ve sözde ona uy(a)mayan “yabancı” veya “öteki” kültürlerin değerlerinin, yerel “hâkim kültür” değerleriyle “eşdeğer” olup olmadığı konusunun sürekli gündemde kalmasına yarıyor.
Bir başka nesneleştirme örneğiyse “öncü kültür” tartışmaları ve aslında “öteki”ler üzerinden “Alman kimliğinin” yeniden tarifi uğraşısı. Almanya’da doğan her çocuğun Alman vatandaşı olabilme hakkı gerçekleşince; yani Almanya’daki yadsınamaz çokkültürlülüğün önüne geçmek isteyen siyasetçiler esasen Alman Anayasası’nda olmayan “Leitkultur”, yani Alman “öncü kültür” kavramını öne sürerek, göçmenlerin ve onların kültür değerlerinin bu öncü kültüre uymaları gerektiğini dile getirmeye başladılar.
Genelde Avrupa’da, özelde Almanya’da de facto çokkültürlü bir şekilde bir arada yaşamanın sonucu sürekli “diğerleri” ve “ötekiler” üzerinden kimlik tarifleri yapılırken, Nilüfer Göle’nin ifadesiyle, asıl yapılan, mezkur tariflerde sürekli “iç düşman”, yani göçmenler ile araya kültürel mesafe konulması idi. Bu babda Almanya Türklerinin dört nesildir yaşadıkları ve her türlü ödev ve yükümlülüklerini yerine getirdikleri toplumdan ötekileştirilerek “açıkça” gitmelerini isteyenler azınlıktaki ırkçılar. Bu arzuyu açık formüle etmeyen latent ırkçı ya da kültürel ırkçı görüşlerini dolaylı dile getiren “yeni sağ” siyaset erbabı ve diğer kanaat önderlerinin gittikçe çoğalması ve gündeme getirilen konuların her zaman farklı göçmen kültür taşıyıcılarının, özellikle de Türk kültürünün vazgeçilmez kültürel değerleri olması ve bu kültür kimliğindeki toplum grubunun nesne yerine konularak onların kültürel değerlerinin “farklı” ve “öteki” yapılması aslında en büyük sorun. Ancak, Almanya’nın saygın düşünürleri‚ karar verici kurum ve kuruluşları ve siyasileri, “Toplumsal gerçekliğimiz çokkültürlü toplumsal yaşam oldu. Bundan dolayı bir durum varsa, hep beraber çözmemiz gereken bir konsensüs olmalı. Buradaki göçmenler ve onların kültürleri de artık bize ait. Yani yeni kimliğimizle kendimizi yeniden tarif etmeliyiz ve yeniden yapısal ve kurumsal değişikliklere gitmeliyiz.” diyemedikten sonra, tartışmalar daha çok süreceğe benziyor.
Tartışılan konulara rağmen çoğu göçmen, dolayısıyla Türkler açısından yaşadıkları toplum, büyük oranda onay verdikleri ve takdir ettikleri bir toplum. Yaşadıkları topluma her türlü vergi yükümlüklerini yerine getiriyorlar, dolayısıyla ülkenin sosyal ve ekonomik kalkınmasında pay sahibiler. Kendi değerlerinin toplumda kabul görmemesi, toplumun diğer üyeleriyle diyalog sürecinde “aynı göz hizasında” olamama duygusunu fertler olarak veya toplumsal grup olarak, özellikle de devletin kurum ve kuruluşlarıyla yaptıkları karşılaşmalarda sürekli yaşıyorlar.
Almanya’daki Türkler ve dolayısıyla onların Türk-İslam kültürü günümüzde Avrupa’nın ayrılmaz bir parçası hâline geliyor. Kolay bir süreç ve sonuç değil: Almanya’nın medeniyet bilincini, kültürünü zorlayan ve tekrar tarif edilmesinin gerekliliğini ortaya koyan bir toplumsal durum bu. Yani, Türk ve Müslümanlar artık bir Almanya meselesi. Karar verici kurumlar da bu görüşe ve bilince ulaşınca, yeni tarifler ve toplumsal/kültürel beraber yaşam biçiminin işaretlerini de bize zaman gösterecek.
Türkler tarihi süreç içinde kültürlerine diğer kültür ve medeniyetlerden hiç yüksünmeden ve kendilerinden emin bir şekilde, sürekli yeni değerler katmış ve yenileri de sahiplenerek önceki değerleriyle, kültürleriyle harmanlamışlardır. Bunun Almanya Türkleri için de geçerli olduğunu, gelecek nesillere onların ve yaşadıkları çoğunluk toplumunun özgüvenleri müsaade ettiğince yakın tarihte somut bir şekilde gösterecek, çünkü Türkler’nin “Batı” kültür ve medeniyetiyle kaderi artık Almanya Türkleri olgusu ile iyice içiçe geçmiş durumda.
Bilge insan, Rasim Özdenören’in kalp ve akıl süzgecinden geçmiş “Özneyi hakkı olan şeyden yoksun bırakmamak” tesbiti, insani talebimiz ve bilimsel duyarlılığımız ve de her kime ve nerede olursa olsun, zulümlerin her türüne karşı düsturumuz olsun, diyoruz ve Celâl Nuri’nin sözüne hamiş olsun diye, bitirirken, Hz. Ali’nin şu sözünü hatırlatıyoruz: “Asıl öksüzler ve yetimler anadan ve babadan değil, ahlâk ve ilimden yoksun olanlardır.”