Hindistan’da Dinî Çeşitlilik ve Hoşgörü
Maulana Wahiduddin Khan
Hoşgörü nedir? Hoşgörü, hoşgörüsüzlüğünün zıddıdır. İngilizce herhangi bir sözlüğe bakacak olursanız size, hoşgörünün, ötekinin inanç veya teamüllerini tanıma ve bunlara saygı duyma yeterliliği olduğunu söyleyecektir.
Hoşgörü, toplumsal hayatta oldukça değerli bir husustur. Hayata bakıldığında, insanlar arasında pek çok farklılık olduğu görülecektir. Hâl böyleyken, insanlar eğer kendi zihin kalıpları doğrultusunda hareket ediyorlarsa, bu durum şiddete götürebilecek türden bir hoşgörüsüzlük meydana getirebilir. Bu nedenle, uygulanabilecek en iyi politika karşılıklı hoşgörü göstermektir. Hoşgörü, toplumda huzuru tesis etmenin tek yoludur. Hoşgörü ilkesine sadık kalmak, herkesin kendi yapıcı eylemlerini sürdürebileceği bir çevre yaratılmasını sağlar.
Hoşgörü, Hindistan geleneğinin mütemmim bir cüzüdür. Hoşgörünün Hindistan’ın ulusal kimliği olduğu dahi söylenebilir. Hindistan’ın uzun bir hoşgörü kültürü tarihi bulunmaktadır. Hint kıtası çok-dinli bir topluma sahiptir. Neredeyse büyük dinlerin tümü, Hindistan’da tam bir uyum içerisinde yaşamaktadır. Dolayısıyla, Hindistan’ın farklı din ve kültürler için barışçıl bir sığınak olduğu söylenebilir. Bu meyanda, Hindistan, her türden bitki ve ağacın yetiştiği bir barış bahçesidir, denebilir. Bu, Hindistan’ın kimliğidir. Ülke kozmopolit bir topluma sahiptir. 2001 nüfus sayımına göre, Hindistan nüfusunda dinlerin dağılımı şöyledir: %80,5 Hindu, %13,4 Müslüman, %2,3 Hıristiyan, %1,9 Sih, %0,8 Budist, %0,4 Caynist ve %0,6 diğer.
Hindistan toplumundaki bu kozmopolit yapı bir tesadüf değildir kuşkusuz. Bu durum, tam da Hint düşünüş şeklini yansıtır. Geleneksel düşünce biçimine göre, Hindistan çoğulculuğa inanır, bir başka ifadeyle, Mahatma Gandi’nin ifade ettiği gibi, “hakikatin birden fazla oluşu”na. Hint nüfusunun çoğunluğunu Hindular oluşturmaktadır. Hindu dini advait vada, yani monizme dayanmaktadır. Monizm, ilahi hakikatin tek olduğu ve farklı şekillerde tezahür ettiği anlamına gelir. Bu din felsefesine göre Hindular evrendeki her şeyin, Tanrısallığın bir cüzü (ansh) olduğuna ve de Tanrı‘nın kalıcı olduğuna, yani, her bir insanın Tanrısallık içerdiği fikrine inanır. Bu fikirden dolayı Hindu zihni her bir erkek ve kadına eşit bir konum biçer. Bu, Hindistan’daki hoşgörü kültürünün temelidir.
Bhagavad Gita, Hinduizm’in kutsal kitaplarından birisidir ve tüm yolların aynı zirveye ulaştıracağını savunur. Tanınmış Hindu düşünür Swami Vivekananda’nın (1863-1902) Dünya Dinler Parlamentosu’nda deklare ettiği düşünce budur: “Biz yalnızca evrensel hoşgörüye inanmıyoruz, aynı zamanda tüm dinlerin hakikat olduğunu da kabul ediyoruz.” (Chicago, 11 Eylül, 1893). Şu bir gerçektir ki, Hinduizm dinî çoğulculuğa inanır. Hinduizm âlimlerinin neredeyse tümü, örneğin Sri Aurobindo Ghose, Rabindranath Tagore, C. Rajagopalachari ve S. Radhakrishnan, Hindu felsefesinin bu kavramını tasdik etmektedir.
Meşhur kitabı Hindistan’ın Keşfi’nde Jawaharlal Nehru (1889-1964), bu kültürün gerçekçi bir örneğine şu sözlerle yer vermektedir: “Keşmir’de uzun süren bir İslam’a giriş süreci, eski Hindu âdetlerini sürdürmekle birlikte nüfusun %95’inin Müslüman olmasıyla sonuçlanmıştı. 19. yüzyılın ortalarında devletin Hindu hâkimi (raca) bu insanlardan çoğunun endişeli olduğunu ya da kitleler hâlinde Hinduizm’e geri dönmek istediklerini gördü. Hindistan’ın dinî merkezi olan Benares’teki âlimlere bir heyet göndererek bunun olup olmayacağını sordu. Âlimler böyle bir inanç değişikliğini onaylamayı reddettiklerini ve meselenin kapanmış olduğunu söylediler.” Hindu âlimlere göre ise bu tür bir din değiştirme sakıncalı değildi.
Bu zihniyetten dolayı Hindu dinî otoriteleri İslam’ı oldukça saygın bir statüde görmüşlerdir. Örneğin Dr. Bhagavan Das (1869-1958) tanınmış bir Hindu âlimidir. Felsefe ve din üzerine çok sayıda önemli eserin de yazarıdır. Başyapıtı olan Essential Unity of All Religions adlı eserinde şöyle söyler: “İslam kelimesinin derin ve asil bir anlamı vardır ve aslında bizatihi, dinin tam da özü anlamındadır. Silm, yani barış kökünden gelir ve Tanrı’nın ‘barışçıl kabulü,’ sakince vazgeçiş, boyun eğme ve teslimiyet anlamlarına gelir.”
Acharya Vinoba Bhave (1895-1982) Hindu felsefesinin en büyük savunucularından biriydi. Hindu olarak doğmuş olmasına rağmen, “main hindu bhi hun, main muslim bhi hun, main Christian bhi hun”, yani “Ben hem bir Hinduyum, hem bir Müslümanım, hem de bir Hristiyanım.” derdi. Bu Hindu formülü şu anlama gelmektedir: “Ben doğruyum, sen de doğrusun.” Başka bir deyişle bu, karşılıklı kabule dayanmaktadır. İlahiyat teorisi açısından bakıldığında bu kavram tartışmalı olabilir. Ancak, pragmatik açıdan değeri büyüktür, çünkü tüm din ve geleneklere, aynı çatı altında, eşit yer vermektedir. Panchsheel İlkesi, yahut Barışçıl Bir Aradalığın Beş İlkesi olarak siyasi arenada ifadesini bulan bu Hint ilkesidir. Bu formül zamanın başbakanı Jawaharlal Nehru tarafından, 1954’te Tarafsız Hareket bayrağı altında ortaya atılmıştı.
Hindistan’daki dinlerin bu topraklara nasıl geldiğine dair kendilerine has tarihleri vardır. Bilindiği kadarıyla, İslam Hindistan’a ilk kez 7. yüzyılın sonuna doğru ulaşmıştır; bu tarih İslam’ın üç altın çağından biri olarak görülmektedir (kurûn-ı selâse). İlk Müslüman Arap grup, Irak üzerinden deniz yoluyla gelmiş ve Hinditan’ın sahil devleti olan Kerala’ya yerleşmişti. Yukarıda bahsedilen Hint ruhundan dolayı bu grup saygıyla karşılandı. Hintliler onlara “çok saygıdeğer kişi” anlamında “mappila” ile hitap etmeyi uygun bulmuştu. Hindistan’ın Keşfi’nde Jawaharlal Nehru, Arapların Hindistan’a geldiğinde, harikulade bir kültürü de beraberlerinde getirdiklerinden bahsetmektedir.
İşte bu nedenle, İslam Hindistan’da oldukça elverişli bir ortam bulmuştur. İlk başta Müslümanlar küçücük bir gruptu, fakat şimdiki oranları, 1,2 milyarlık Hindistan’da, %13’ü bulmaktadır. Eski Çağ Tarihi ve Kültürü alanında seçkin bir Hintli âlim olan Tara Chand, İslam’ın Hindistan’a gelişini ve burada yayılışını kaleme almıştır. Hint-İslam kültür ve felsefesine yaptığı en büyük katkı, Influence of Islam on Indian Culture (İslam’ın Hint Kültürüne Etkisi) adlı eseridir. İlk kez 1922’de yayımlanan kitap araştırmacı ve tarihçiler için bir klasik hâline gelmiştir.
Ocak 1950’de yürürlüğe giren Hint Anayasası’na göre Müslümanlar her açıdan aynı vatandaşlık haklarına sahiptir ve din temelinde hiçbir ayrımcılık yoktur. Şu anda Hindistan’da Müslümanların bir milyon civarında cami, medrese ve değişik kuruluşları bulunmaktadır. Tüm bu kurum ve kuruluşlar herhangi bir problem olmadan açılmakta ve işlemektedir. Ayrıca Müslümanlar tarafından özgürce yönetilen çok sayıda okul, kolej ve üniversite bulunmaktadır. Müslümanların Hint toplumunun, devlet, idare, ticaret, sanayi, eğitim, toplumsal kurumlar vb. her alanında özel bir yeri vardır. Hindistan Devlet Başkanı ülkedeki en yüksek mevkiyi elinde tutmaktadır. O, devletin başkanı ve Hindistan’ın ilk vatandaşıdır. Hindistan’ın tarihi boyunca, bugüne kadar dört Müslüman devlet başkanı olmuştur: Dr. Zâkir Hüseyin (1967-1969), Muhammed Hidayetullah (Temmuz-Ağustos 1969), Fahruddin Ali Ahmed (1974-1977) ve Dr. A.P.J. Abdül Kelam (2002-2007).
Allahu Ekber sedası, her gün Müslüman ülkelerdeki camilerde olduğu gibi, Hindistan’daki camilerin minarelerinden de aynıyla duyulabilmektedir. Bu makalenin yazarı aynı zamanda, tam bir özgürlükle, başkent Delhi’de bir İslami merkezin yöneticiliğini yapmaktadır. Merkezimizin kayıtlı ismi “İslami Araştırma ve Dava Merkezi” anlamında, el-merkezü’l-islami lil-buhus ve’l-dava’dır. Misyonumuz Hindistan’da ve yurt dışında yayılmaktır. Ve şimdiye kadar, Hint yönetimi veya halkından en ufak bir şikayet dahi almadık.
20.yüzyılın ilk çeyreğinde Türkiye’deki hilafet sürekli olarak İngiliz İmparatorluğu’nun tehdidi altında bulunmaktaydı. O günlerde, Türkiye’deki hilafeti desteklemek adına tek hareketin, Muhammed Ali Cevher (1878-1931) önderliğinde Hindistan’da ortaya çıkması ilginçtir. Bu hareket, zamanının en büyük Hintli lideri olan Mahatma Gandhi’nin de (1869-1948) tam desteğini almıştır. Bu olay, aynı zamanda, Hindistan’da dinî bir ön yargının olmadığının da kanıtıdır. Burada tüm dinlere eşit yer ayrılmıştır.
Eğer Hindistan’daki Müslüman camia herhangi bir sıkıntıyla karşılaşırsa bunun sebebi ayrımcılık değil, doğal hukuktan kaynaklanır. Farklılıklar doğal hukukun bir parçasıdır. Dolayısıyla, Müslüman toplumlar dâhil, her toplumda sorunların olması tabiidir. Bu çeşit sorunlar normaldir ve dikkate değer değildir. Doğal hukuka göre, bir ülkenin bütünüyle sorunlardan azade olması mümkün değildir ve muhakkak ki Hindistan da, bu anlamda, bir istisna değildir.
Hindistan ve Araplar arasındaki ticari bağlar eski zamanlara dayanmaktadır. 7. yüzyılda Hindistan’a gelen ilk Müslüman grup aynı zamanda bu ilişkinin de bir parçasıydı. Dahası Hindistan’a, hadis literatüründe özel bir atıf yapılmaktadır. Rivayete göre İslam Peygamberi şöyle buyurmuştur: “İlmin, Hindistan’dan gelen soğuk esintisini hissettim.” (Acidu rihu’l-ilm min bilâdi’l-hind). İslam Peygamberi, belki de, ilham yoluyla Hindistan’ın, tarihin sonraki devirlerinde İslam için daha iyi bir yer olacağı gerçeğini keşfetmişti. Nesâi’nin naklettiği rivayetlerden birinde ise İslam Peygamberi, gelecekte Hindistan’da, İslam’ın mesajını yaymak için çalışan Müslüman bir topluluğun ortaya çıkacağını öngörmektedir. (Sünen-i Nesâi, H. No: 3175)
Swami Vivekananda, Hindistan’da en çok hayranlık duyulan dinî önderlerden biridir. Hindu-Müslüman birlikteliğine derinden inanmaktadır. Bir keresinde bunu şu şekilde dile getirmiştir: “Hayalimde, gelecekteki mükemmel Hindistan’ı, bu kargaşa ve çekişmeden, muzaffer ve yenilmez bir şekilde, Vedanta’nın beyni ve İslam’ın vücuduyla çıktığını görüyorum.” (10 Haziran 1898 tarihli mektup, Letters of Swami Vivekananda – Swami Vivekananda’nın Mektupları)
Bu hoşgörü ve karşılıklı kabul ruhundan dolayı İslam ve Müslümanlar Hindistan’da oldukça uygun bir zemin buldular. Örneğin sufiler Orta Asya’dan gelerek Hindistan’ın değişik şehirlerine yerleştiler. Hangahlar kurarak İslam’ın çağrısını barış içinde yaydılar. Sufiler Hint toplumundan gelen hiçbir engelle karşılaşmadılar. Kitleler hâlinde Hinduları İslam’a döndürdüler ve Hindular bu sürece hiç itiraz etmediler. Jawaharlal Nehru bu gerçeği şu ifadelerle ikrar etmiştir: “İslam’a geçişlerin, genellikle toplu geçişler olduğuna dikkat etmek gerekir.” (The Discovery of India) Hindu düşüncesine göre bir insan görevini barışçıl bir biçimde yerine getiriyorsa bunda bir mahzur yoktur. Bazı Batılı âlimler İslam’ın zor kullanarak yayıldığını savunmaktadır. Ancak Hindu âlimler buna bizzat karşı çıkmaktadır. Mesela Swami Vivekananda, bir yazısında bu tutumu şöyle ortaya koyar: “Hindistan’ın fakirleri arasında niçin bu kadar çok Muhammedî bulunuyor? Onların kılıç zoruyla din değiştirdiklerini söylemek bir saçmalıktır.” (Letters of Swami Vivekananda)
Yukarıdaki tarihî atıflar farklı dinî ve kültürel toplulukların Hindistan’da böylesine uzun bir süre, uyum içinde yaşadıklarının nasıl mümkün olduğunu açıklamaktadır. Bir ülkenin halkı, nasıl olur da bu kadar çok dinî inanca sahip olur ve bu çeşitlilikle geçmişten bugüne hiç çatışma olmaksızın birlikte yaşar? Bu bir tesadüfün neticesi değildi. Ancak Hint kültürünün derin kökleri olan geleneklerinin neticesiydi. Bu olayın nazari açıklamaları farklı olabilir, fakat bu tür bir hoşgörünün Hindistan’ın büyük gücü olduğu bir gerçektir. Bu, Hindistan’a dünya haritası üzerinde özel bir yer vermektedir.
Tanınmış Hindistanlı lider Mahatma Gandhi, pasifizmin en büyük ismidir. Encyclopaedia Britannica’nın 15. baskısında pasifizmle ilgili maddede Gandhi hakkında şöyle yazmaktadır: “Pasif aktivizmin en büyük, kapsamlı ve tarihsel olarak en etkili örneği Mahatma Gandhi tarafından zincirinden serbest bırakılan ve örgütlenen hareketlerdi.” Mahatma Gandhi vakası bireysel bir vaka değildir. Aslında o, yalnızca Hindistan’ın barış ve hoşgörü ruhunun bir dışavurumuydu.
1.Dünya Savaşı’ndan önceki dönemde bazı ülkeler tek-kültürlülüğe dayalı bir toplumsal model benimsedi. Bu ülkelerden bazıları Kanada, ABD ve Avustralya idi. Gel gelelim, bu model bütünüyle başarısız oldu. Bunun üzerine, savaştan sonraki dönemde çok-kültürlülüğe dayanan yeni bir model benimsediler. Hindistan’ın tarihinin başlangıcından beri ve bugüne kadar çok-kültürlülüğü benimsemiş olması dikkate değerdir. Hem Müslüman hem de Müslüman olmayan toplumlara gelişmek için ivme kazandıran da bu modeldir.
*Müslüman dinî lider ve Centre for Peace and Spirituality International’ın kurucusu.