Önce Mabet Vardı; Klaus Schmidt ile Göbeklitepe Üzerine
Göbeklitepe, Şanlıurfa’da bulunan, dünyanın bilinen en eski mabetler topluluğunun bulunduğu bölge. 1963’te fark edilen kazı bölgesinin önemi, yaklaşık 10 yıl önce tarlasını karasabanla sürerken bulduğu oymalı taşı müzeye götüren bir köylü sayesinde anlaşılıyor. Göbeklitepe, insanlığın doğduğu yer olarak kabul ediliyor ve son yılların en büyük arkeolojik keşfi olarak nitelendiriliyor. Zira şehir hayatına geçmemiş olduğu düşünülen avcı-toplayıcı toplumların mabet inşa etmiş olduğunu gösteren ilk örnek. Ve bu da şehirleşme, yani medeniyet tarihinde devrim olarak görülüyor. İnsanlık tarihine dair birçok kabulün değişmesine yol açan, Piramitler’den 7.500 yıl daha eski olan, 12.000 yıllık bu ‘‘ilk mabet’’in insanlığın hikâyesinde yaptığı değişiklikleri kazıların başındaki isimle, Prof. Dr. Klaus Schmidt ile Berlin’deki ofisinde konuştuk.
Bildiğim kadarıyla Göbeklitepe’deki kalıntıların varlığı 1963 yılında saptanıyor ve Göbeklitepe hakkında, 1963’te ve 1980’de birer rapor hazırlanıyor. O zaman önemi farkedilmiyor mu?
Hayır, buluntuların değeri o zaman yeterince anlaşılmamış. 1980’deki rapor da, 1963’teki rapordan yola çıkılarak hazırlanmış ve içeriği aynı. Aslında o yıllarda birçok şey henüz bilinmiyordu, bilmiyorduk. O bölgede, yani Fırat ve Dicle arasındaki bölgede neyle karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Dolayısıyla Göbeklitepe’nin ne kadar önemli bir yer olduğu o zamanlar idrak edilmemiştir, diyebiliriz.
Göbeklitepe bulunmadan önce, böyle bir yerin olduğuna dair işaretler var mıydı? Ve Göbeklitepe kendisinden daha eski başka mabetlerin olabileceğine dair işaretler içeriyor mu?
1963’teki girişimler için avcılık ve toplayıcılıktan tarıma geçiş araştırmalarının başlangıcı denebilir; yani bunlar bir başlangıçtan ötesi değildir. Göbeklitepe’deki gibi muazzam bir mimariyle karşılaşılacağını ne bizim zamanımızda ne de o zamanlar kimse bilmiyordu ve beklemiyordu. Yani böyle bir şey ne şu an, ne de o zamanlar düşünülemezdi. Bugünkü bilgilerimiz ışığında tıpkı Göbeklitepe gibi daha başka eski yerleşim yerlerinin de olduğunu hesaba katabiliriz. Sonuçta bu yerler gökten birdenbire düşmedi. Daha önce de vardılar; ancak onların varlıklarından haberdar değildik; yeni yeni farkına varıyoruz.
Siz Göbeklitepe’yi keşfettiğinizde, bunun arkeoloji ve dahi insanlık tarihine dair bildiklerimizi değiştireceğini kestirebiliyor muydunuz? Göbeklitepe’nin bu denli önemli olduğu, kazıların hangi aşamasında ortaya çıktı?
Başından beri bu yerin son derece önemli olduğu açıkça ortadaydı. Ancak yine de karşımıza çıkan devasa sanat abideleri ve çok çeşitli bulguların bizi hayrete düşürdüğünü söylememiz gerekir. Açıkçası bu kadarını biz bile beklemiyorduk.
Peki arkeolojik kazıların bir insan ömrü kadar uzun sürmesi normal midir? Yoksa Göbeklitepe bir istisna mı teşkil ediyor?
Arkeolojik kazı çalışmalarının, tekrar edilemeyen çalışmalar olmalarından ötürü doğa bilimlerine ait deneylerden farklılık arz ettikleri söylenebilir. Doğa bilimlerinde, tatbik edilen deneylerin yenilenebilmesi, yeniden ispat edilebilir olması temel bir husustur. Arkeoloji bilimi içerisinde ise böyle bir imkân yoktur; kazısı yapılan yer ancak bir defaya mahsus olarak kazılabilir; bu yüzden de kazılar esnasında mevcut metot ve yöntemlerin son derece titiz ve dikkatli olarak icra edilmesi gerekir. Kazı çalışmaları, zamansal baskı altında olduğu için birinci derecede bu baskının etkisinden kaçınılması gerekmektedir. Göbeklitepe’de yol inşaatı, baraj gibi dış etkenlerin olmaması sebebiyle, kazı çalışmalarımızı son derece özenli bir şekilde yürütmeye çalışıyoruz. Hedefimiz Göbeklitepe’yi tamamıyla kazmak değil. Bu büyük bir hata olurdu; arzumuz gelecek kuşaklar için mümkün olduğunca el değmemiş bir miras bırakmak. Maksadımız, mümkün olduğunca az, gerektiği kadar kazı yaparak mekânı anlamak. Göbeklitepe, oldukça büyük bir alanı kapsıyor. Bu mekânın yüzde yüzünü kazmak çok büyük bir hata olurdu. Eğer her şey bir anda gün yüzüne çıkarılırsa daha sonra bazı sorular cevapsız kalır. Bu nokta, arkeolojik çalışmaların diğer çalışmalardan ayrıldığı temel noktadır. Antik tapınakların gün yüzüne çıkarılmasını ben de isterim; herkes ister… Ancak Göbeklitepe’de hâlihazırda dört, beş, altı… yedi tapınak ortaya çıkarılmış durumda. Geri kalan 15 tapınağı da hasarsız olarak ortaya çıkarmak istiyoruz.
Piramitler’den 7.500 yıl önce inşa edilen bu mekânın insanlık tarihine dair bildiklerimizi değiştireceği ifade ediliyor. Şimdiye kadar “inanılan” bilimsel açıklamalar neydi? Göbeklitepe’nin ezber bozan özellikleri neler? Ve Göbeklitepe’den sonra, oradaki bulguları destekleyecek, dünyanın farklı yerlerinde, başka bulgulara da rastlandı mı?
Elbette… Şayet dünya geneline bir göz atarsak, her yerde arkeolojik bulguların mevcut olduğunu görürüz. Ancak Göbeklitepe’yi biricik kılan unsur; eski dünya, Asya önlerindeki Avrupa ve Kuzey Afrika için avcı-toplayıcı kültürün geçiş sürecini aydınlatıyor olması. Ve bu 10. bin yılda cereyan etmiştir ki, bu dünya ölçeğinde bir ilk olma özelliğini taşımaktadır. İşte tam bu süreçte Göbeklitepe kilit bir rol oynamaktadır. Yani zaman ve mekânın, anlamını ve önemini Avrupa ve Afrika için ikincil derecede bulduğumuz bir yerde değiliz. Bir yegânelikten bahsediyoruz. Göbeklitepe, biricik bir yer.
Göbeklitepe’de rastlanan kalıntılar, insanlık tarihine dair, yontma taş devri, cilalı taş devri, yeni taş devri gibi kategorileri boşa çıkarıyor mu? Artık yeni bir açıklama şemaları getirmek gerekiyor mu? Yoksa bulunanlar bugüne kadar yapılan kategorizasyonu destekler nitelikte mi?
Bulguların söylediğiniz çapta değişiklikler yaptığını söyleyemeyiz. Göbeklitepe’nin her şeyi aydınlığa kavuşturduğunu söylemek de abartı olurdu. Edindiğimiz bilgiler, avcılık ve toplayıcılıktan tarım kültürüne geçiş sürecinin son derece dramatik bir süreç olduğu yönünde. Bizler tarım hayatının küçük bahçelerden ve daha sonra bitkilerden ve hayvan beslemelerden, peyderpey meydana geldiğini düşünüyorduk. Bu sürecin tedrici bir süreç olmadığı ortaya çıktı.
- bin yılda avcı ve toplayıcı kültür, insanlığın elit kültürüydü; büyük inşalar ve abidevi sanat eserleri bölgeye daha sonra girmiştir. Akabinde karmaşık bir tarım sürecine girilmiştir. Yeni olan, temel birimlerin aynı kaldığı geniş bir hikâyedir.
Göbeklitepe için, ‘‘Tüm kanıtlar gösteriyor ki, burası insanlığın doğduğu yer.’’ diyorsunuz ve buranın ilk kutsal ibadet alanı olduğunu belirtiyorsunuz…
İnsanlığın doğduğu yer değil… İnsanlık dediğimiz şey Avrupa’dan, Asya önlerinden ve Kuzey Afrika’dan daha geniş bir coğrafyayı kapsar. İfade etmek istediğimiz, Göbeklitepe’nin antik dünyadaki medeniyetlerin başlangıç noktası olduğudur; yani yerleşik medeniyetlerin. Daha öncesinde avcılık ve toplayıcılık vardı; sonrasında tarım hayatı ve yerleşik düzen başlamış oldu; böylece bu bölgede, şehir hayatının zemini hazırlandı. Önemi daha çok bizim kültür dünyamız için. Doğu Asya’da, Güney Afrika’da ve yeni dünyada mesele daha farklıdır.
Göbeklitepe’deki mabedi özel kılan sadece tarihi olarak en eski mabet olması mı? Yeni Zelanda’daki, güney Amerika’daki ya da orta Afrika’daki eski bir mabet ile birleştiği ve ayrıldığı özellikleri var mı?
Eğer bir yerde tapınak varsa, orada kutsaldan ve ritüellerden de bahsedilebilir. Göbeklitepe’nin Yeni Zelanda’daki bir tapınak gibi mi inşa edildiğini henüz bilmiyorum, ama öyle olduğunu da sanmıyorum. Aslında bunun çok da önemli olmadığı kanısındayım. Önemli olan biz insanların, tarihin her sürecinde aynı aşamaları kat etmiş olduğumuzu bilmektir. Bizler -tabiri caizse- kardeşleriz, mutlaka bir yerlerden birbirimizle akrabayız. Zamanın ve mekânın farklı yerlerinde de olsa benzer şeyleri yapmaktayız.
Dinî davranışlar insanı biçimlendiren en önemli özelliktir ve hayvanlardan bu özelliğimizle ayrılırız. Bu durum pek çok kültürde şaşılacak derecede benzerdir ve büyük farklılıklar yoktur. Tabii sadece işaretler ve çevre değişir… Mesela Eskimolara gittiğim zaman balinalar, foklar ve kutup ayıları mevzu bahisken, Güney Afrika’da antiloplar ve aslanlar söz konusudur. Ancak eylemler, nispeten benzerdir.
Bu ilk ibadethaneye gelen insanların nasıl bir din ve Tanrı tasavvuru vardı? Çok Tanrılı bir din anlayışı mıydı bu? Ve elde ettiğiniz verilere göre, bugünkü dinlerden birine yakın olduğunu söyleyebilir misiniz?
Bu konuda elimizdeki malzeme çok az olduğu için bu soruya net bir cevap verebilmemiz şimdilik mümkün değil. Dönemin Tanrı tasavvurunun tam olarak nasıl olduğundan da emin olamayız. Bundan 40 bin yıl önce, Göbeklitepe’de yaşamış olan insanların tek bir Tanrı tasavvuruna mı sahip oldukları, yoksa canlılığa inanan bir tasavvurun mu hâkim olduğunu bilemiyoruz. Ancak bu tasavvurda bütün hayvanlar tıpkı insanlar gibiler ve bütün insanlar da hayvanlar gibi. Aralarında herhangi bir fark bulunmuyor ve üstün bir Tanrı tasavvuru yok gibi. Bu tasavvurda hâkim olan doğa. Ve doğa, sürekli tekrar eden, belli bir çevrimde, sürekli dönüp durmakta. İnsan varlığının ne zaman bizatihi idrak edildiği, insandan ya da doğadan üstün bir varlığın olduğuna dair fikrin ne zaman vusule geldiği sorusuna cevap verebilmek için elimizdeki bilgiler maalesef yeterli değil. Ama bu, Göbeklitepe zamanında olmuş gibi görünüyor. İnsan suretlerinin anlaşıldığı büyük T-oklarına baktığımızda da net bir sonuç elde edemiyoruz; burada da üzerinde tartışılması gereken sorular var. Zaten hâlâ bu sorular ve cevapları üzerine çalışmaktayız.
Bugüne kadarki tarihi kurgu insanın 8 bin yıl önce tarımı keşfederek yerleşik düzene geçtiği ve “Neolitik Devrim” denilen bu değişimin ardından dinî inanışları ya da kültleri adına mabetler inşa ettiği şeklinde. Göbeklitepe dinler tarihine dair bu kurguyu değiştip, aslında dinî inanışların ilk insan kadar eski olduğunu ispatlıyor mu?
Dediğim gibi, bu, net olarak cevaplanamayacak bir soru. Ama dinî bir düşünce olarak doğadan ve hayvanlardan ayrışma noktasından bahsetmek söz konusu olabilir. Eğer ben doğada hareket edip dinî hareketler yaparsam, saptayabileceğimiz izler bırakmış olmam ardımda. Dolayısıyla geride herhangi bir iz bırakılmadığı için bunu bilebilmek mümkün değil.
Göbeklitepe’nin mimarlık tarihini ve sanat tarihini –bulunan heykelleri vs. kastederek söylüyorum- değiştireceği de söylenebilir mi?
Çoktan değiştirdi bile! Buradan, mimarinin tahmin ettiğimizden çok daha önce başladığı bilgisini elde ettik. Büyük heykeller söz gelimi çok daha erken dönemde ortaya çıkmış. Daha önce, eski taş devrinde de küçük boyutlarda figürlerin var olduğunu biliyoruz; ancak Göbeklitepe’de bizi şaşırtan husus, bu figürlerin normal boyutlarında tasarlanmış olmaları.
Kazı ekibiniz Türklerden ve Almanlardan oluşuyor. Bu Türklerin böylesi kazılar için yeterli donanıma sahip olmadığını anlamına mı geliyor? Sizce Türkiye arkeolojide ne durumda?
Tabii ki hayır. Bizim de Almanya’da Türk arkeologlarımız var. Bunlar öncelikli olarak kendi ülkeleriyle meşgul oluyorlar. Ancak Almanya’daki birçok kazı mahallinde Türk arkeologlar da var. Arkeoloji, ulusal bir bilim değildir; uluslararasıdır. Maksadımız bir ülkenin, bir toprağın tarihine gitmek değildir; bilakis insanlığın ortak tarihine ulaşmaya çalışıyoruz. Bugünkü Türkiye’nin sınırları politik olarak 100 yıl önceye dayanır; ama bunun insanlık tarihindeki karşılığı oldukça küçüktür. Bu durum, sadece Türkiye için değil; neredeyse bütün ülkeler için aynıdır. Ayrıca araştırdığımız dönem on bin yıl öncesi olduğu için, bunun, bugünkü Türkiye ile alakası olmadığını da bilmek gerekiyor. Bu yüzden bu araştırma, uluslararası bir görevdir. Bunun bir sonucu olarak, pek çok Avrupalı arkeolog, yaklaşık yüzelli yıldır Türk arkeologlar ile birlikte bu bölgede çalışmaktadır. Dolayısıyla Türk arkeologların başarısız olduklarını söylemek doğru olmaz. Bölgede pek çok Türk kazı çalışmaları var ki, bunlar da aynı sorun üzerinde çalışmaktadırlar. Biz, özellikle 30-40 yıldır bölgede araştırma yapan İstanbul Üniversitesi Prehistorya Enstitüsü ile son derece başarılı ortak çalışmalarda bulunduk. Aynı durum Ankara ve Türkiye’nin diğer üniversiteleri için de geçerli. Türk arkeologların bu meselelerde ikinci planda olduklarını söylemek doğru olmaz. Arkeoloji -tabiri caizsa- Avrupa’nın yüz yıllık çocuğudur. Ve çalışmalar İkinci Dünya Savaşı’ndan beri, aynı seviyede devam etmektedir. Türk arkeologlar komşu Arap ülkelerindekilere nispetle daha yüksek bir seviyedeler. Yaklaşık elli yıldır arkeoloji, Türkiye’de son derece yetkin bir bilim dalı olarak faaliyet göstermektedir.
Arkeoloji ile ilgilenmek, bu alana yatırım yapmak bir kişiye, dahası bir topluma ne kazandırabilir?
Arkeoloji ile ilgilenmek, geçmişimize, tarihimize dair aklımızda olan sorulara cevap bulmakta bize yardımcı olur. Tarih öncesi arkeoloji çalışmaları, belli ülkelere ait değildir; bilakis evrensel olarak, insanlığın hikayesini içerir. Ayrıca Orta Çağ Arkeolojisi, İslam Arkeolojisi ya da Hristiyan Arkeolojisinden de bahsetmek mümkündür. Bunlar, dönemlerinin politik olaylarıyla alakalıdır. Ama Tarih Öncesi Arkeoloji, bütün bir insanlıkla alakalıdır…