Bizi Ne Çok Şey Yaralıyor
A. Ali Ural
Çocuk dizlerindeki yaraların kabukları, serçelere dönüşüp uçtular ve bir evin duvarlarında kurşunların açtığı oyuğa yuva yaptılar. İki minik serçe, fotoğraflarının çekildiğinden haberleri yokmuş gibi objektife bakmıyorlar. Belli ki uçmaya fırsat bulamamışlar. Yuvalarını yaptıkları oyuğu kendileri açmış gibi tedirgin ve mahcuplar. Küçük vücutlarına göre bir mağara sayılabilecek deliğin üst kısmında çatlayıp yerinden oynamış bir beton parçası düştü düşecek, yara ya da yuva biraz daha büyüyecek. Çocuklar duvarın kenarında oyun oynarken bu kuşları görecekler ama onların dizlerindeki yaralara ait olduklarını anlamayacaklar. Düşüp yine dizlerini yaraladıklarında, yeniden dizlerine konacaklarını da.
Büyüdükçe yaralarını gizlemeyi öğrendi çocuklar. Herkese göstermeye çalıştıkları, herkesten gizledikleri oldu. Kendilerinden bile. Günlüklerini yırtıp atma ihtiyacı hissettiler bir gün. Bir gün bütün yaralarını öylesine kamufle ettiler ki, değil düşman uçakları, kendileri bile yaranın yerini bulamadılar. Hani kıymetli eşyalarını saklayıp sonra sakladığı yeri unutanlar vardır. Yaralarını kamufle edenler bilmezler ki yaralarıdır en kıymetli şeyleri. Çünkü yaralar madalyalarıdır hayatın. Herkes zafer kazananları alkışlar ve madalya takarken, mağluplar, hayatın elinden gizlice alırlar madalyalarını. Galiplerin madalyaları kısa bir süre sonra vitrinlere konulurken, mağluplarınkiler tene kazınır ve bir ömür üzerilerinde kalır.
Bizi ne çok şey yaralıyor! Ne paltolarımız engel olabiliyor yara almamıza ne zırhlarımız. Ne eldivenlerimiz ellerimizi koruyabiliyor, ne botlarımız ayaklarımızı. Masalarımız bir barikat gibi dursa da önümüzde, kalemlerimiz kargıya dönüşse de her akşam kan revan içinde evlerimize dönüyor, seslerle ya da sessizlikle dizlerimizi sarıyoruz.
Bizi ne çok şey yaralıyor! Ama hangisi daha ağır, hangisinden daha çok kan kaybediyoruz! Verilen sözlerin tutulmaması mı, yoksa verdiğimiz sözleri yerine getirmemek mi daha derin bir yara açıyor. İleri sürülen mazeretlerin asıl neden olmadığını fark etmek mi, mazeretlerimizin altındaki nedeni bilmek mi daha çok acıtıyor? Sevgi kelimelerinin üzerimize yağan oklar olduğunu görmek mi, sevgi sözcüklerimizin üzerimize yağan oklardan bizi koruyan bir kalkana dönüştüğünü bilmek mi daha çok sarsıyor? “Dua edin” derken, dua edilmeyecek olduğunu bilmek mi, “dualar müşterek” cevabını aldığımızda duaya iştirak etmeyeceğimizin farkında olmak mı kanatıyor!
Bizi ne çok şey yaralıyor! Ve ne çok şey yer alıyor his yelpazemizde. Salonlarda sergilediklerimiz de var, mahzenlere kilitlediklerimiz de. Çerçevelediklerimiz de var, göstermediklerimiz de. Tek başına bir köşeye bıraktıklarımız da var. Birbirinden hiç ayrılmayanlar da.
“Iago: Ne, yaralandınız mı teğmenim?
Cassio: Ah, iyileşmeyecek bir yara aldım!
Iago: Yok canım, Tanrı korusun!
Cassio: İtibar! İtibar! İtibar! İtibarımı kaybettim. Ölümsüz yanım gitti, geri kalanı hayvansı. İtibarım Iago, itibarım!
Iago: Namussuzum, bedeninizden yara aldınız sanmıştım;
Acısı itibardan daha çok hissedilir.
Boştur itibar denen şey, çoğu kez yüktür insana;
Hak edilmeden kazanılır ve haksızca yitirilir.
Siz kendinizi kaybetmiş saymadıkça,
Yitirmemişsinizdir itibarınızı.”*
Hepsi yalan! Bizi en çok yalan yaralıyor. Kayık iriliğinde fasulyeler, göktaşı iriliğinde karpuzlar, gülle iriliğinde kirazlar, asma yaprağı iriliğinde maydanozlar yolumuzun henüz levhalarda gösterilmeyen kilometrelerinde bizi bekleyedursun, yalan yanı başımızda hormonlu meyveler gibi büyüyor. O kadar hızlı büyüyor ki, tohum daha toprağa düşmeden çimleniyor, düşer düşmez kök salıyor, kök salar salmaz göğe yükseliyor, başı göğe değmeden dalları ve yaprakları yere sarkıyor, gölgesi serinletmeden meyvesi yakmaya, kırmızı boyaya batırdığı fırçasıyla güneş ilk darbesini vurmadan olgunlaşıp yağmaya başlıyor. Sağanak dindiğinde yere düşüp yarılan binlerce elma, portakal ve narın içinden binlerce solucan çıkıyor yılan olma arzusuyla yanıp tutuşan. Çok geçmeden bu arzu onları parlak, kaygan ve çevik yılanlara dönüştürmeyi başarıyor ve mezuniyet törenlerinin uçuşan kepleri gibi dünyanın dört yanına fırlatıyor. Binlerce yalan düştükleri yerde hızla kayarak yayılıyor, ormanlarına değil, şehirlerine dünyanın.
Yalancı taşlar, yüzüklerden zümrütleri, yakutları ve elmasları, yalancı şahitler mahkemelerden adaleti kovarken, yalancı inciler istiridyelerin, yalancı sanatçılar şöhretin kapısını kurcalarken, yalancı pehlivanlar yalancı dolmalar gibi parlarken Geppetto Usta Pinokyo’yu yontuyordu ağaçtan. Modern zamanlar henüz koyun Dolly gibi kopyalar çıkarmadan, Pinokyo’nun ustası iyi bir iş çıkararak bir gün milyonlarca kopyası yapılacak bir örnekle yeryüzünün bütün ormanlarını tehlikeye atıyordu.
Yıldırımlardan korunmak için paratoneri icat eden insan, yalandan korunmak için neden kılını kıpırdatmıyordu? Yakıp kül eden yıldırımlardan korkan insan yalandan neden korkmuyordu? Delil yetersizliğinden zanlıları beraat ettirmemek istediğinde icat ettilerse de yalan makinelerini, önce mucitleri inanmadı onlara. En gelişmiş makineler dahi yalanı tespit etmekte aciz kaldı. Çünkü yalan o kadar çoğaldı ve normalleşti ki, yalan söyleyenlerin değil söylemeyenlerin nabzı arttı, yüzü kızardı.
Her üç dakikada bir yalan söylüyor insan! Bu müthiş ifşaatın ardından ortalığın karışması, bütün köşe yazarlarının en azından bir yazılarını, bütün televizyon programlarının en azından bir yayınını buna ayırması gerektiğini düşünmeyin sakın. Doktorunuzun on dakika içinde size üç yalan söylediğini, avukatınızın, yarım saatlik görüşmenizde dokuz takla attığını, kasabınızın bir kilo kıyma çekerken söze iki yüz gram yağ kattığını aklınıza bile getirmeyin.
İsteseniz de getiremezsiniz zaten. Çünkü insanın, karşısındakinin doğru söylediğine inanmaya ihtiyacı var. Serçeleri çocuk dizlerinin büyüttüğünü unutmaya da…