Cami ve Mimari Üslup
Suphi Saatçi
Tarihsel Fon
Dünya medeniyet tarihi içinde, mimarlık eyleminin büyük payı olduğu, bu eylemin de şehirlerin kuruluşu ve gelişme sürecine bağlı olarak zenginleştiği söylenebilir. Bu açıdan medeniyetin şehirlerde ortaya çıktığını, bu bağlamda medeniyet tarihinin, şehirlerin tarihi anlamına geldiğini vurgulamak yerinde olacaktır. Muhtevası ele alındığı zaman, medeniyetin üç sacayağı üzerine oturduğu görülür: Mimarî, musiki ve yemek kültürü.
Devlet biçiminde örgütlenen her toplum, dünya milletleri arasında bu üç alanda ileri düzeye çıkmak ister. Günümüzde de herkes öncelikle iyi bir mimarî mekânda oturmak ister. Buna bağlı olarak önünde zengin bir yemek sofrası görmeği diler. Ayrıca hayatın konforu olan üstün bir musiki ziyafeti ile ruhunu doyurmayı arzu eder. Bu üçüne sahip olan toplum medenî, müreffeh ve mesut sayılır.
Tarih sahnesinde aktif bir rol alarak büyük varlık gösteren Türk toplumu, mimarlık tarihi boyunca en büyük gelişmeyi Osmanlı devletinin kuruluşundan sonra yaşamıştır. Erken dönem Osmanlı mimarisinin geliştiği tarih, Bursa ve Edirne’nin başkent olması sürecine rastlar. Osmanlı geleneğine bağlı olarak önce Bursa ve daha sonra Edirne’de mimarlık abidelerinin, bu iki Osmanlı başkentini süsleyerek zenginleştiği görülmektedir.
Dünyanın en ilgi çekici şehri olan İstanbul, 1453 yılında Osmanlı yönetimine geçtikten sonra, Türk toplumu için yeni bir dünya ve yeni bir hayatın başlangıcı olmuştur. Orta Çağın kapanarak Yeni Çağın açılması, bütün dünyada büyük değişikliklere yol açarken, Osmanlı toplumunun politik, ekonomik, sosyal, kültürel ve sanatsal potansiyelinin açığa çıkmasına da imkân sağlamıştır. O tarihlerde en dinamik dönemini yaşayan Osmanlı toplumu, İstanbul’u ele geçirmenin verdiği heyecanla büyük bir hareketlilik içine girmiştir.
Sinan, birbirinden önemli camiler inşa etmiştir. İstanbul’da yaptığı Rüstem Paşa, Topkapı’da Kara Ahmet Paşa, Edirnekapı ile Üsküdar’da Mihrimah, Beşiktaş Sinan Paşa, Fındıklı Molla Çelebi, Şehzade, Süleymaniye, Kadırga’daki Sokollu Mehmet Paşa ile Azapkapı Sokollu Mehmet Paşa, Toptaşı’nda Atik Valide ve Eyüp’te Zal Mahmut camileri ile Edirne’de Selimiye Camii ünlü mimarın üslubunu ve yaptığı aşamaları belgeleyen çok önemli anıtlardır.
Eski Camiler ve Yeni Camiler
Diyanet İşleri Başkanlığının verdiği bilgilere göre ülkemizde mevcut bulunan cami sayısı 86 bin rakamına ulaşmıştır. Bu camilerin 12 bini tarihî camilerdir. Yani 12 bin dolayında ata yadigârı olan camiye karşılık, cumhuriyet döneminden itibaren günümüze kadarki süreçte 74 bin dolayında cami inşa edilmiştir. Nüfusun %75’inin şehirlerde, % 25’inin de köylerde yaşadığı Türkiye’de, camilerin % 75’i köylerde, % 25’i ise şehirlerde bulunmaktadır.(1)
İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük şehirlere yapılan göçler sonucu, şehirlerimizin varoşlarında, çoğu kez imarsız yerleşmelerin oluşmasını görüyoruz. Sağlıksız dokuların meydana gelmesinin önlenememesi sonucunda, şehirlerimizde birbirine aykırı yerleşme düzenleri ortaya çıkmaktadır. Şehir kültürünün egemen olduğu düzenli ve prestijli mekânlara karşılık, varoşlarda kırsal yaşayış alışkanlıklarının yaygın biçimde yürütüldüğü mahalleler meydana gelmektedir. Birer emrivaki olarak ortaya çıkan bu durum karşısında, yerel yönetimler, bu dokuları imar durumuna göre düzenlemek yerine, imar durumunu, oluşan bu dokulara uydurmak zorunda kalmışlardır.
Yeni oluşan bu semtlerde halkın ihtiyacını karşılamak için camiler de inşa edilmiştir. Cumhuriyet döneminde yapılan 74 bin caminin çoğu da, bu semtlerde inşa edilmiş olanlardır. Bu grupta olanlar genellikle “varoş camileri” başlığı altında tasnif edilmektedir. Varoşlarda halkın kendi gelirleriyle inşa ettirdiği camilerin büyük kısmı da henüz bitmeden ibadete açılmış ve böylece bunların yapım süreçleri uzun yıllara yayılmıştır.
Elde edilen verilere göre, Türkiye’de yılda 500 dolayında cami yapılmaktadır. Bugünkü sayılara göre Türkiye’de ortalama olarak her 868 kişiye bir cami düşmektedir. Yukarıda da sözünü ettiğimiz gibi, yeni uygulamalar grubunda olan 74 bin caminin arasında, pek azının ciddi bir tasarım ürünü olduğu söylenebilir. Varoş camilerinin %81’i ruhsatsız, %64’ü betonarme projesi olmayan, %55’i ise mimari projesi bulunmayan yapılardan oluştuğu gözlenmiştir. 1999 depreminde, ülkede 1.300 camiin yıkıldığı ve 16.000 camiin de ibadet edilemez hâle geldiği saptanmıştır.(2)
İki Ayrı Dünya: Aydınlar ve Halk
Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren kırsal kesimlerden büyük kentlere intikal edenler tarafından, kent kıyılarına oluşan yeni yerleşme alanlarında irili ufaklı yüzlerce cami inşa edilmiştir. Günümüzde nüfusu giderek artan Türkiye’de her türden yapılar inşa edilirken, kenar mahallelerde halkın temel ihtiyacı olan yeni cami yapılması konusu başıboş bırakılmıştır. Bu yüzden varoşlardaki cami yapımı konusu halkın inisiyatifine terk edilmiştir.
Kentin önemli ve prestijli yerlerine, özellikle yerel yönetimlerin planlı yerleşim projeleri ile iskân alanları açılmıştır. Bu alanların içinde eğitim ve ibadet işlevleri gibi şehir donatılarına ve benzeri alt yapılara sahip projeler de geliştirilmiştir. Ataköy, Ataşehir ve Başakşehir gibi imara ve çağdaş şehircilik normlarına uygun yerleşim planları uygulanmış ve buradaki cami ve diğer kamu hizmet binaları, devlet veya başka kurumlar tarafından yapılmıştır.
Varoş camileri dışında, güçlü siyasal iktidar tarafından şehirlerin muteber semtlerinde hem büyük, hem de simgesel değerde cami yapılması fikri ortaya çıkınca, konu etrafında başlayan tartışmalar büyüyerek önemli bir gündem oluşturmuştur. Kamuoyunun da ilgisini çeken bu tartışmaya, ülkemizde her kesimden insanlar katılmaya başlamıştır. Görsel medya ortamına da taşınan yeni cami yapımı, zaman zaman bir siyasal sorun hâlinde ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Eğitim ve gelir düzeyleri yüksek aydın kesimi, kentin prestijli semtlerine cami yapılmasına genelde karşı çıkarken, yıllarca kenar mahallelerde ikamet eden düşük gelirli geniş halk kesimleri ise iktidarın bu projesini destekleme eğilimini göstermişlerdir. Yapılan tartışmalardan, aydın kesimi ile halk arasında cami tasavvuru arasında farklı tanımların ortaya çıktığı anlaşılmıştır. Bir taraf camilerin sadece işlevsel yanı olduğunu kabul ederken, diğer kesimler bu yapıların işlevsel özelliğine ek olarak simgesel bir kimliği vurgulaması gerektiğini savunmuşlardır.
Ülkemizde önemli bir realite olan cami mimarisi konusunda, aydınlar ve halk kesimi arasında, iki ayrı anlayışın varlığı ortaya çıkmıştır. Uzun yıllar kenar mahallelerde, varoşlarda niteliksiz yapılar arasında inşa edilen binlerce caminin gerçeğine karşı ilgisiz kalan sorumlu makamlar da, bu soruna bir çözüm getirememişlerdir. Diğer yandan aydın ve entelektüel çevreler de, ülkenin bu önemli sorununa ilgisiz kalmışlardır. İki kesim arasında ortaya çıkan bu çatışmanın iki ayrı dünya tasavvurundan kaynaklandığına işaret edenler olmuştur.(2)
Gelenekten Geleceğe Cami Mimarisi
Dünyada inşa edilen prestijli yapıların en önemlileri hiç şüphesiz, bütün toplumun inancını simgeleyen mabetlerdir. Mabetler adeta, dünya coğrafyasında milletlerin medeniyetini ve kimliğini belirleyen yapılar olarak algılanmıştır. Geçmişinde zengin bir cami birikimi olan Türk toplumunun, son yüzyıl içinde inşa edilen yeni cami uygulamalarından memnun olmadığı anlaşılmaktadır. Cami mimarisi alanında geçmişte zirveye çıkan bir milletin, çağdaş camiler konusunda tıkanıp kalmasını, toplum arasında cami tasavvuru konusunda mutabakat olmayışına bağlamak, eksik bir tespit sayılır. Bunun ötesinde ve işin temelinde uzlaşma alanını bütünüyle bir medeniyet tasavvuruna yaymak daha kapsayıcı bir teşhis olur.
İki kesim arasında mutabakatı engelleyen bir başka sorun daha vardır. Bir kesim cami mimarisinde özgün ve çağdaş bir yorumdan yana tavır sergilerken, diğer kesim taklit veya tekrar bile olsa, mutlaka klasik formda bir cami tasarımını tercih etmektedir.
Mahalle camileri ile kentin simgesel camileri arasında biçimsel ve ölçeksel farklar vardır. Camilerin tarihte olduğu gibi, farklı faaliyet alanlarıyla, kentsel yaşamın merkezine yeniden taşınmaları çağdaş bir ihtiyaç ise bu da hayata geçirilebilir. Alışveriş merkezleriyle tüketici pazar ekonomisinin bir uzantısı olmaları da doğaldır. Seküler haz ve tüketim dünyasına karşı maneviyat ve dayanışmanın merkeze alındığı alternatif bir münzeviliğin yeri de olabilir. Camiler hem muktedirlerin, hem de müminlerindir.
Ancak İslam’ın görsel zeminini üreten camilerin mimari görünümlerine toplumun üslubunu yansıtması da beklenebilir. Ne var ki bu üslup bir medeniyet tasavvurunun ürünü olmalıdır. Burada en büyük sıkıntı gelenekten geleceğe uzanan medeniyet tasavvurunun ortaya konulması ve inkişaf etmesi meselesidir.
İstanbul’un fethi ile İmparatorluk düzeyine yükselen Osmanlı Devleti, yeni sorumluluklar yüklenmişti. Bizans’ın Konstantinopolis’i artık Osmanlı’nın Müslüman İstanbul’u olmuştu. Dünya üzerinde önemli bir statü kazanan İstanbul, imar yönünden yoğun ve hareketli bir sürece girmişti. Bunun sonucunda İstanbul, 15. yüzyılın sonuna doğru giderek belirginleşen bir Türk-Osmanlı kimliğine bürünmüştü. Böylece 16. yüzyılın başlarında İstanbul, toplum yapısı ile olduğu kadar, fiziksel yanı ile de tamamen Müslüman-Türk olan bir görünüş kazanmıştır.
Osmanlı’nın İslami devlet yapısı ve dünya görüşüne bir medeniyet tasavvuru vardı. Kimseyi dışlamadan bütün insanlığı kucaklayan bakışı ile Osmanlı büyük bir medeniyet inşa etmişti. Bu medeniyet sistemi içinde Sinan’ı da kendine özgü eğitim düzeni içinde öğüterek yetiştirmiş ve değerlendirmiştir. Osmanlı yönetimi Sinan gibi, yüzlerce ve binlerce mimarı, yonucuyu, nakkaşı, çiniciyi, oymacıyı ve hattatı kendi sanat mektebinde eğitmiş, beslemiş ve örgütlemiştir.
Kucakladığı Osmanlı coğrafyasında tevarüs edilen bütün değerleri kendine mal eden Türk-İslam medeniyeti, kendi özgün yapısını geliştirmiştir. Aldığı her şeyi sindiren, işleyen ve yeni şeyler üreten Osmanlı medeniyeti, devraldığı bütün sanatları ve mimari görgüleri reddetmeden kendi üslubu ve geleneği içinde eriterek işlemiş ve yeni sonuçlara varmıştır. Türk-İslam devleti kimliğiyle tarih sahnesinde varlık gösteren Osmanlı toplumu, büyük medeniyet birikimine sahip olmuştur.
Mimar Sinan, İstanbul Süleymaniye ve Edirne Selimiye camileri gibi anıtsal yapılardan başka, mahalle ölçeğindeki küçük mescitleri, çeşmeleri, köprüleri de çevre ve tabiatla uyum içinde inşa etmiştir. Onları anlamlı kılarak güzelleştiren bir yaklaşımla, İslami hayat tarzına uygun, dünyada sonraki nesillerin de hakkı olduğu anlayışını yansıtan, gelişmeye açık, dünyayı tezyin eden bir mimariyle meydana getirmiştir.
Kanunî Sultan Süleyman ile başlayarak, 17. yüzyıl sonuna kadar sonuna kadar süren, Osmanlı’nın büyük medeniyet çağı olarak adlandırılabilecek bir dönemde İslam mimarîsinde özel bir öneme sahip eserler vücuda getirilmiş, Edirne Selimiye Camii ile dünya mimarisine evrensel bir mesaj verilmiştir. Osmanlı camiinin merkezileşerek iç mekânın tek orta kubbe altında toplanması ana boyutu ile tevhîdi simgeliyordu. Osmanlı mimarisinin klasik çağında cami, ibadet mekânı olmanın yanı sıra, diğer yandan İslamiyet’i yücelten bir anıt olma özelliği taşımasıydı.
İslam dininde her türlü sanatın ve güzelliğin kaynağı Allah’tır. Çünkü o ve onun yarattığı her şey güzeldir. Evren ve dünyanın içindekiler de güzeldir. Doğa, yer ve gökler güzelliklerle doludur. Kısacası güzel olan her şey Allah’tan kaynaklanır. Estetik bizatihi doğada vardır. Ancak bunu sanatkârın gözü keşfeder ve günlük hayatında kullanır. Mimarlık sanatı da görgüye dayanır ve mimar da keskin bir gözlemci olduğu oranda başarılı olabilir.
Gerçek anlamda usta bir gözlemci mimar ve mühendis olan Sinan, tasarımlarını her seferinde yeniden yorumlayarak daha estetik formlar tasarlamaya çalışmıştır. Hem akılcı mekân düzenleme, hem de akıcı planlama ve tasarım anlayışı içinde hareket eden Sinan, mümin ve inançlı bakışıyla çalışmış ve mensup olduğu toplumunun medeniyet tasavvurunu fizikî planda biçimlendirmiştir. Sinan’ın mimarî mirasa bakışı ve değerlendirme ölçütleri açısından meslektaşlarına hâlâ mesajlar iletebiliyor olması ve ekolunun çağdaş kimliğiyle seslenmesi, evrensel değerlerin üstüne çıkmasından kaynaklanıyor.
Sinan, sonsuzluğun simgesi olan dairesel kubbe formu ile tek olan Yüce Allah’ın buyruğu doğrultusunda, bütün ümmeti tek vücut hâlinde hayal ederek birleştirmişti. Toplumu tek bir kubbe altında birleştiren bu anlayış, fizikî planda vahdeti sağlamıştır. Metafizik algısıyla Sinan, kelimeyi tevhidin somut bir yansıması olan evrenin kubbe formunu bir ilahî mesaj olarak okumuştur. Bunu bir şair sezişiyle en güzel ifade eden herhâlde Yahya Kemal olmuştur:
Ulu mabed seni ancak bu sabah anlıyorum
Ben de bir varisin olmakla bugün mağrurum
Bir zaman hendeseden abide zannettimdi
Kubben altında bu cumhura bakarken şimdi
Senelerden beri rüyada görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklimine girmiş gibiyim
Dili bir gönlü bir imanı bir insan yığını
Görüyor varlığının bir yere toplandığını(4)
Atalarımız, özellikle cami mimarisi alanında tarih boyunca oluşan zengin bir miras ve kaynak bırakmışlardır. Bu medeniyet mirasından habersiz yetişen kuşakların hem düşünce hem de sanat alanında özgün bir medeniyet tasavvuruna sahip olmalarını beklemek haksızlık olur. Bu kaynaktan beslenmeyen mimarlık sanatının, temsil ettiği medeniyet tasavvurunu hayata geçirmesi mümkün değildir.
Günümüzün mimar ve mühendisleri Sinan gibi değerlerin mesaj veren seslerine, onların mimarî heveslerine ve taşa ruh üfleyen nefeslerine nüfuz ettiği oranda, başarılı bir üsluba yaklaşabilirler. Böyle bir medeniyet tasavvurunu algılayamayan mimarların zihinlerinden başarılı cami tasarımlarının doğması zor görülmektedir.
(1) Bu bilgiler Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığından alınmıştır.
(2) Sadettin Ökten, “Cami Üzerine Güncel Düşünceler”, Gelenekten Geleceğe Cami Mimarisinde Çağdaş Tasarım ve Teknolojileri, 1. Ulusal Cami Mimarisi Sempozyumu 2-5 Ekim 2012, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2013, s. 140.
(3) Sadettin Ökten, a. g. e., s. 141.
(4) Şairini “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirinden…