Fıkıh Oyun Hamuru mu?
Yunus Apaydın
Müslümanlar, 20.yüzyılın başlarında bir şok yaşadılar ve bu şoku atlatma konusunda tarihsel tecrübedekine benzer bir refleks gösteremedikleri gibi o tecrübeden gereğince yararlanma becerisini de gösteremediler.
Fıkıh düşüncesinin tarihi seyrine baktığımızda, zaman zaman kimi iç etken ve dinamiklerin etkisiyle kimi dışarıdan zorlamalarla birtakım kırılmaların yaşandığını görürüz. Fukahanın bu kırılmaları sistem içinde eriten entelektüel çabaları bu kırılmaların –sahih anlam üzerinde meydana getireceği- olumsuz etkileri ve yarattığı hasarı minimize etmiş ve sosyal ve hukuki hayatın kesintisiz bir şekilde devam etmesinin adeta sigortası olmuştur.
Tarihte Müslüman zihnindeki ilk kırılma Muaviye’nin iktidarı ele geçirmesiyle yaşanmıştır.
Bilindiği gibi Hz. Peygamber, hayatında hem teşriî otoritenin hem de siyasal otoritenin başı idi ve o dönemde her iki otorite tek elde toplanıyordu. Hz. Peygamber’in ölümünden Muaviye’nin başa gelmesine kadar, halifeler siyasal otoritenin başı oldukları gibi, aynı zamanda –bazı farklarla- teşrii otoritenin de başı idiler. Peygamber ile raşit halifeler olarak isimlendirilen bu dört halife arasında en temel fark Hz. Peygamber’in vahiyle bağlantısı ve teşride bulunma yetkisi idi. Raşit halifelerin teşri yetkileri önlerinde mevcut naslarla çerçevelenmişti. Bu bakımdan onlar kendi başlarına teşride bulunamıyorlar, sadece bu nasların anlamlarını tesbit ediyor ve bu anlamlar doğrultusunda içtihad (ictihâdu’r-rey) ediyorlardı. Yanılma riskini en aza indirmek için başvurdukları başlıca enstruman şûrâ idi.
Muaviyenin iktidara gelmesiyle din ve siyaset resmen birbirinden ayrıldı. Siyaset iktidar sahiplerince sahiplenilirken, din ulemaya/fukahaya bırakıldı. Bu ayrışım, tarihte ilk defa dinin siyasal otoriteden bağımsız olarak kendi ayakları üzerinde durmasının yolunu açtı. Bu dönemde baştan beri var olan rey içtihadının yanına yeni bir enstruman eklendi. Bu yeni enstrumanın adı icmâ idi. İcmaın en temel işlevi Hz. Peygamber’in beyanıyla sunulan sahih anlamın netleştirilmesi ve kesinleştirilmesi idi. Bu temel işlevinin yanında icma, yanılmaz kabul edildiği için, aynı zamanda siyasal otoritenin sahih anlama muhalif davranma ihtimalinin önüne bir set çekiyor, adeta siyasal otoritenin üstünde bir manevi üst otoriteyi temsil ediyordu.
Abbasiler döneminde ise ulemanın zihniyet dünyasını derinden etkileyen ilki entellektüel, diğer ikisi daha çok siyasi olan üç olay gerçekleşti.
Birinci olay Abbasi döneminin henüz başlarında ve daha çok iç dinamiklerin ve ihtiyaçların etkisiyle gerçekleşen, başta Yunan Felsefesi olmak üzere başka medeniyetlerin bilim ve felsefe eserlerinin Arapçaya tercüme edilmesidir. Bu çeviri faaliyetinin İslam düşüncesinin şekillenmesinde burada ayrıntılarına giremeyeceğim önemli etkileri olmuştur. Özellikle fıkıh usulünün mantıksal ve sistematik yapısına kavuşmasında Aristo mantığının etkisinden söz etmek mümkündür. Bu etkiyle daha objektif temeller üzerine oturtulan fıkıh usulü sayesinde, özellikle o dönemlerde yaygın olan bâtınî akımların Hz. Peygamber’den tevarüs edilen sahih anlamı tahrif etmelerinin önüne geçilmiştir.
Abbasiler döneminde gerçekleşen ikinci olay önce Şiî Büveyhîlerin, ardından sünnî Selçukluların, sahip oldukları askeri güç sayesinde “siyasal iktidar”ı ellerine almaları ve hilafeti sembolik bir makama dönüştürmeleridir. Bu süreçte “siyaset”, “siyaset-i şer’iyye”, “örf”, “maslahat” kavramlarının daha sık gündeme gelmeye başladığı görülür. Bu kavramlara daha sık atıf yapılmasında sözü edilen reel-politikin etkisi olduğu inkâr edilemez. Bu kavramlar yeni reel-politiki sistem içine çekip içselleştirmeyi veya hiç değilse, sosyal ve hukuki hayat düzenlenirken reel-politikin dikkate alınmasını kolaylaştırdı. Sonuçta siyasetin alanı ve meşruiyet zemini nisbeten genişletilmiş oldu.
Üçüncü olay, Moğol istilasıdır. Bu dönemde maslahat düşüncesi daha yaygın ve daha sistematik olarak vurgulanmaya başladı. Tüm bu entellektüel çabalar reelpolitikin yarattığı kırılmanın etkilerini azaltmaya yönelikti. İzzeddin b. Abdusselam, Şihabuddin Karafi, Necmeddin Tufi, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye’nin yazılarında maslahat düşüncesinin izlerini takip etmek mümkündür. Özellikle Karafi’nin düşüncesinin bu açıdan incelenmesi bu etkinin boyutlarını görmek bakımından önemlidir.
- yüzyılın başlarında Müslüman zihnin yaşadığı şok ise bir kırılmanın ötesinde belki bir kopmayı temsil ediyordu. Bu kopmanın yarattığı travmanın etkisiyle Müslüman entellektüeller, bu süreci ne doğru tahlil edip doğru teşhislerde bulunabildiler ne de buna uygun bir teori geliştirmeyi becerebildiler. Bunun yerine sadece günü kurtarmaya yarayan, hiçbir asaleti ve kalıcılığı olmayan iki yaklaşım öne çıktı.
Bu yaklaşımlardan biri fıkıh geleneği içindeki farklı mezheplerde mevcut çözümlerin asrın ihtiyaçlarına cevap vereceğini savunan telfikçi fıkıh anlayışı idi. Eklektik tutumun ifadesi olan telfikçi fıkıh, metodoloji ve sistem ayrılıklarına dikkat etmeden kırk ambar muamelesi yaptığı gelenekten modern sorunları çözeceğini düşündüğü görüşleri tutarlılık ve bütünlük endişesi taşımaksızın çözüm olarak önerdi. Bunun sonucunda ortaya etik ve estetikten uzak bir ucube olan “yamalı bohça fıkhı” çıktı. Bu “yamalı bohça fıkhı”, fıkhın dinamizmini öldüren en temel sebeplerden birisi olduğu gibi, günümüzde Müslüman birey, toplum ve yönetimlerde görülen ahlakî aşınmanın da temel sebeplerinden biri oldu. Çünkü bu anlayışla, ahlaken tasvip edilmesi mümkün olmayan birçok eylemin, gelenek içerisinden bir görüşe dayandırılarak şeklen meşrulaştırılması, amiyane tabirle kılıfına uydurulması mümkün olabiliyordu.
Diğer yaklaşım ise, hissedilen bu kötü durumun sorumlusu olarak geleneği gösteren ve doğrudan Kur’an ve Sünnet’e, hatta sadece Kur’an’a dönüş çağrıları yapan yaklaşım idi. Kur’an ve sünnete dönmekle vaki meydan okuyuşlarla baş edilebileceği zannedildi. Tabii ki, o dönemin halet-i ruhiyesi içerisinde, bu tür söylemleri bir ölçüde haklılaştıracak birtakım sosyal, siyasal ve psikolojik sebeplere atıf yapılabilir ve bu söyleme mazeret bulunabilir. Ama bu hiçbir şekilde seçilen yolun doğruluğunu garanti etmez. Geleneğin bile isteye, bilinçli bir şekilde gözardı edilmesi ve bunun çözüm adına yapılması o dönem Müslüman aydınların yaptıkları en büyük entellektüel hata ve stratejik yanlış oldu. Bu söylem, bir anlamda kendi kendine, kendi geleneğine yabancılaşma gibi bir sonuç doğurdu. İşin kötüsü bunun bir tür yabancılaşma olduğu farkedilemedi.
Elbette, Kur’an’a, Sünnete dönüşün bazı konjonktürel avantajları vardı. Bir kere bu sayede İslam geleneğinde modern dönemin değer yargısına aykırı düşen bir hüküm, kolayca ayıklanabiliyor ve rahatça mahkum edilebiliyor; ayrıca modern durumla çelişmeyecek sonuçlar nasların genel ifadelerinden çıkarılabiliyordu. Daha açık söylenecek olursa “çağdaş telakkiler” naslardan hareketle kolayca olumlanabiliyor, meşrulaştırılabiliyordu. Kısacası gelenek göz ardı edilince, “modern zamanlar”da taşınması güçleşen ağırlıklardan kurtulunmuş oluyordu. Tabii ki dışardan bakanlar, sizin ne yaptığınızı, niçin yaptığınızı ve bunun gerçekte ve uzun vadede ne anlama geldiğini çok iyi biliyorlardı. Ama Müslümanların uyuşan zihninin bunu anlaması zaman alacaktı.
Peki ne yapmak lazımdı ve şimdi yapılması gereken nedir? Yapılması gereken ilk şey, gelenek denilen şeyin ne idüğünü, din ile irtibatını, dinamiklerini doğru tahlil etmektir.
Gelenek dediğimiz şey, İslam’ın ana kaynağı olan Kur’an’daki temel mesajın farklı düzeylerde hayata geçirilmesinin ürünüdür. Farklı düzey derken, itikat (inanç), ahlak ve amel (ibadet ve hukuk) düzeylerini kastediyorum. Bu üç düzey, İslam düşüncesinin üç temel alanını temsil eder. Kur’an’ın temel mesajı, bu üç alanda oluşan üç disiplin sayesinde sistematize edilmiş ve hayata aktarılmıştır. Bu üç düzey, başlangıçta fıkıh olarak adlandırılmışsa da, sonraları, itikat konularını sistemleştiren disiplin kelam olarak, ahlakı sistemleştiren disiplin tasavvuf (ilmu’l-bâtın) olarak isimlendirilmiş ve fıkıh terimi sadece ibadet ve hukuk konularını sistemleştiren disiplin için kullanılır olmuştur. Sözü edilen bu üç temel ilim alanından her birinin içinde farklı ekoller (mezhepler) vardır.
Yapılması gereken ikinci şey, gelenek içindeki ekollerin işlevinin doğru tahlil edilmesidir. Bu ekoller, Hz. Peygamber tarafından sunulan sahih anlamın, içinde yaşanılan sosyal, siyasal şartlar dikkate alınarak yorumlanması işini gerçekleştirmişlerdir. Sahih anlam sabittir, ama yorum nisbeten sübjektif, esnek ve değişkendir. Benden yazı talep edilirken gündeme getirilen “Dönemin fizik (ve metafizik) koşulları ve tasavvuru üzerine inşa edilen fıkıh bugün ne kadar geçerli? Örneğin Kur’an’ın İslam’ı (İslam yurdunu) düşmanlardan korumak için besili atlar yetiştirilmesi/muhafaza edilmesi tavsiyesi/emri bugün nasıl anlaşılmalı” şeklindeki sorunun cevabı tam bu noktada ortaya çıkmaktadır.
At besleme hükmünün, savaş teknolojisindeki gelişmeler dikkate alınarak yorumlanmasında bir problem yoktur. Ancak bu tür yorumların fıkhın her alanında uygulanması o kadar kolay değildir. Çünkü fıkıhtaki her hüküm mahiyet itibariyle aynı değildir. İbadetleri ayrı tutup sadece hukuk konularını düşündüğümüzde bile, sözü edilen mahiyet farklılığını net bir şekilde görmek mümkündür. Şöyle ki, at beslemenin amacına yapılan vurgu, genel olarak caydırıcılıktır. Caydırıcılığın bugün at beslemekle olmayacağını çocuklar bile bilir. Peki, aynı yorumu adam öldürme suçu için öngörülen kısas (idam) cezası için yapmak ve mesela hapis cezasının aynı işlevi göreceğini söylemek o kadar kolay mıdır? İdam yerine konulacak hangi ceza, bu cezanın insanlar üzerinde yarattığı etkiyi yaratacaktır? Fıkhın konuları tek tip değildir, aralarında mahiyet farkı vardır dediğimiz husus budur.
Buradan üçüncü bir noktaya geliyorum. O da reel-ideal farkının ve bu ikisi arasındaki geriliminin sürekli muhafaza edilmesidir. Reel ideal geriliminin farkında olmak derken neyi kastettiğimi kısaca şöyle açıklayabilirim. Sahih anlamın, içinde yaşanılan zaman ve zemine göre yorumlanması sürecinde, yorum bazen anlamın yerini tutar ve aralarında ciddi bir gerilim olmayabilir. At besleme anlamının, modern silahlar olarak yorumlanmasında olduğu gibi. Ama bazen içinde yaşadığınız siyasal şartlar, uluslarüstü kurum ve kurallar sahih anlamın uygulanmasına imkân vermez ve o anlamın farklı bir şekilde yorumlanmasına zorlayabilir. İşte böylesi durumlarda reel-ideal geriliminin zihinlerde muhafaza edilmesi ve gerçek adaletin sağlanmasının ideal hükmün uygulanmasıyla olacağının hatırda tutulması ve aşılması mümkün olmayan reel durumun sonucunda yapılan yorumun nihai yorum olmadığının bilinmesi gerekir.
İki durumdan nisbeten farklı bir örnek de şahitlik ehliyeti konusudur. Hakların isbatı konusunda şahitlik bir ilkedir. Hakkın isbatı söz konusu olduğu için şahitlik eden kişinin adil olması gerekir. Çünkü adil olmayan bir kimsenin şahitliğine dayanılarak verilen hükümle hakkın yerini bulacağından emin olunamaz, adaletin yerini bulduğu söylenemez. Bu ilke ve açıklamanın evrensel olduğu, fiziğin değişmesiyle, yani sosyal değişmeyle bu ilkenin değişeceğinin iddia edilemeyeceği açıktır. Belki değişmenin etkisine maruz kalacak olan şey, adil olma’nın kriterlerinin ne olduğu ve kimin şahitlik ehliyetine sahip olduğu konusundaki görüşlerdir. Bu gibi noktalarda değişmenin etkisi görülebilir. Değişmenin olumlu ya da olumsuz yönde olmasının bu noktada fazla bir ehemmiyeti yoktur. Çünkü değişmeyi ve değişmenin etkisini dikkate almadan eski “çözümler”in tekrarlanması, sorunu çözmeyeceği gibi, kendi kendimizi kandırmak anlamına da gelir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, “ilkeler” (temel kabuller) ile “çözümler”i birbirinden ayırmaktır.
Konuyla ilgili sıcak bir anekdotu da burada anlatmaya çalıştığım şeylerle bağlantısı sebebiyle paylaşmak isterim. Geçenlerde (23 Mayıs 2014) Kayseri’de “Sözleşme Hukukunun Temel Sorunları” konulu uluslararası bir sempozyum düzenlendi. Almanya’dan iki profesör konuk vardı. Ben de “İslam hukukunda Akdin Kuruluş Anı’na İlişkin Teoriler” başlıklı bir tebliğ sundum. Alman konuşmacılar, uluslararası hukukta icap ve kabulün örtüşmesi ve icap ile kabul arasındaki küçük sapmaların akdin kurulmasını etkileyip etkilemeyeceği gibi konuları gündeme getirip tartıştılar. Söz sırası bana geldiğinde “Alman konuşmacıların tartıştıkları meseleleri bundan yaklaşık 1300 sene önce İmam-ı azam Ebu Hanife’nin arkadaşlarıyla tartıştığını söyledim.
Uzatmadan söyleyecek olursam, fiziğin değişmesi, o fizik içerisinde oluşan her şeyin değişmesini gerektirmez. Çünkü fizikten etkilenen yönler olduğu gibi, fiziki aşan yönler de vardır.
Müslüman ulema, peygamber misyonun tevarüs etmiş olması itibariye, her şarta uyum sağlamakla değil, peygamberden tevarüs ettiği sahih anlamı sürdürmek ve değişen şartlar içinde uygulanmasına imkân verecek şekilde yorumlamakla yükümlüdür. Esasen meselenin en hassas noktası budur. Tabii burada tartışılması gereken -sahih anlam nedir, sahih anlam nasıl tesbit edilir ve meşru yorumun kriterleri nelerdir gibi- birçok konu var. Ben bunların çoğundan sarfınazar ederek yorumun metodolojisine dair genel bir tesbit yapmak istiyorum. O da şudur; İslam adına geçerli beyanda bulunmanın en genel şartı, bir “ekol sistematiği”ne sahip olmak ve bu ekol sistematiği içinden konuşmaktır. Ekol sistematiği derken, fıkıh konuları söz konusu olduğunda, fıkıh geleneği içerisinde oluşmuş bulunan ekollerden (Hanefi, Maliki, Şafii vs.) birinin sistematiği içinden konuşmayı kastediyorum. Tabii hemen aklınıza Kur’an’a gitmek varken, niye kendimizi bu ekollerin içine hapsediyoruz sorusu gelecektir. Bunu ayrıca ve uzunca konuşmak gerekir. Şimdilik şu kadarını söyleyeyim. Bu ekoller, sahih anlam dediğimiz şeyin mahfazası konumundadır. Dolayısıyla ekol sistematiğinin dışına çıkılması sahih anlamın tahrif edilmesi riskini beraberinde getirir. Ekol sistematiği, tahrif riskine set çektiği gibi, aynı zamanda minder dışına çıkmayı, kaçak güreşmeyi engelleyen bir mekanizma işlevi de görür.
Tabii ki ekol sistematiği derken tarihsel tecrübede üretilmiş sonuçların olduğu gibi günümüze taşınmasını kastetmiyoruz. Sahih anlamın mevcut yöntemler ve belki onlara ilave edilecek modellerle yorumlanmasını kastediyoruz. Ekol sistematiğinin uygulanması sürecinde sisteminin tıkanan noktalarının açılması ve bazı noktaların revize edilmesi elbette gündemde olacaktır.
Sonuç cümlesi şudur: Müslümanlar, geleceğe gelenekle yürümek ve geleceğin inşasında bir aktör olarak rol almak istiyorlarsa bunun sadece bir tek yolu var. O da özellikle üç temel alanda, yani kelam, tasavvuf ve fıkıh alanlarında mevcut ekollere dinamizm kazandırmak ve itikadi, hukuki, ahlaki her türlü soruna ekol sistematiği içinden çözüm bulmaktır.