Hany Abu-Assad ile “Filistin’in Gölgesinde Sinema”yı Konuştuk
Hany Abu-Assad, 1961 yılında, şu anda İsrail sınırları içinde bulunan Nasıra (Nazareth) kasabasında doğar. 1980 yılında ailesiyle birlikte Hollanda’ya göç eden Abu-Assad, burada uçak mühendisliği öğrenimi görür ve bir süre, Amsterdam’da mühendis olarak çalışır. Ancak bir mühendis olarak yaşayamayacağını anlayan Abu-Assad çok geçmeden televizyon ve sinema sektörüne yönelir ve aralarında BBC, WDR ve ARTE’nin de bulunduğu pek çok kuruluş için kısa ve uzun metraj film çekimlerinde bulunur. Paradise Now (Vadedilen Cennet) ve Omar (Ömer) gibi filmleri oskara aday gösterilmiş olan Filistinli yönetmen Abu-Assad ile sinema anlayışını, Doğu-Batı meselesini ve daha birçok konuyu konuştuk.
Bildiğim kadarıyla, asıl mesleğiniz uçak mühendisliği. Sinema sektörüne girmeye ve yönetmen olmaya nasıl karar verdiniz?
Bir uçak mühendisi olarak hayatımdan memnun değildim. Uçakları tasarlamak ve işler hâle getirmek için yaratıcılığa ihtiyacınız olsa da risk alamazsınız. Mizacım gereği yaratıcı olmayı ve risk almayı seviyorum. Bu yüzden film yapıyorum. Sanatta gerilim, çelişki ve çeşitlilik vardır. Mesela bir fıkra Türkiye’de insanları güldürürken, Almanya’da güldürmeyebilir. Bu unsur benim ilgimi çekiyor. Ama mesela bir uçak Almanya’da çalışır durumdaysa, Japonya’da çalışır durumdadır.
Oskar için iki defa aday gösterilen bir yönetmen olarak, aslında bir yönüyle Filistin kimliğini temsil ediyorsunuz. Film yapma yaklaşımınızı ulusal kimliğinizden bağımsız olarak değerlendirebilir misiniz? Mesela, başka bir kültürde film yapmak sizin için ne ifade eder?
Ben kendimi uluslararası bir yönetmen olarak görüyorum. İlk uzun metraj filmimi Hollanda’da gerçekleştirdim, bir filmim de ABD’de çekildi. Filistin kimliğim (üslubumda) hâkim olsa da, tek bir kültürel kimliğim olduğunu söyleyemem. Kendimi hem Doğu’ya hem de Batı’ya ait hissediyorum.
Bir filmin senaryosunu yazmadan önce sizi ne harekete geçirir? Temel motivasyonunuz ne olur?
Farklı birçok şeyin beni harekete geçirdiğini, motive ettiğini söyleyebilirim. İçinde bulunduğunuz duruma göre, çeşitli duygular, hüzün ya da adaletsizlik ilham verici olabilir. Ayrıca para kazanma arzusu da size motivasyon sağlayabilir. İlham kaynağınız bu yüzden farklılaşabilir. Bununla birlikte, bende en verimli ilham, bir travmatik deneyimi çözümleme ihtiyacıyla ortaya çıkar. Travmanız varsa ve bu travma ile normal bir şekilde başa çıkamıyorsanız, sanatınız aracılığıyla onunla yüzleşebilirsiniz.
Ömer filminde de benzer bir durum söz konusuydu. ABD’de gerçekleştirdiğim filmler neden başarılı olmuyor diye düşününce, ABD’de yaşadıklarımın gerçek anlamda yaşanmış bir deneyim olmadığını idrak ettim. Hakkında konuşmak, hemhâl olmak zorunda olduğum deneyimlerin neler olduğunu kendime sordum.
Mesela “Paradise Now” filmini çekerken paranoya hissinin verdiği travma ile birkaç sene film yapamamıştım. Ömer ile birlikte bu konuyu da aştığımı düşünüyorum. Ömer filmini yazmadan önce ise kayda değer bir film yapmam gerektiğini hissederek panik yaşadım ve bu filmin senaryosunu sadece dört günde bitirdim.
Batı, Filistin sorununu bir yönüyle görmezden geliyor. Fakat aynı zamanda Batılı sinema dünyası sizin konuya olan yaklaşımınızı destekliyor gibi görünüyor. Sizce Filistin meselesine bakışınızdan Batı ve Batılı film eleştirmenleri ne şekilde etkileniyor?
Güzel bir soru! Bence Batı’yı bir şahsiyet veya bir fikriyat olarak algılamak yanlış. Batı, Doğu gibi bence. İyi, güzel ve çirkin var… İkisinde de. Filmimi, bir film olarak değerlendiren insanlara değer veriyorum. Onlar Filistin meselesi ile ilgili değiller, hatta başka meselelerle de ilgilenmiyor olabilirler. Ömer filmi ile başardığım, siyasi meseleden kaynaklı değil, iyi kotarılmış bir hikâyeden mütevellit. Bu başkalarının söyledikleri, benim değil. Bu da bana meselenin kendisinden çok daha önemli görünüyor. Çünkü öyle ya da böyle Filistin meselesi sona erecek. Hiçbir işgal sonsuza kadar süremez. Muhakkak bir gün ölecektir. Bu yüzden, filminizin Filistin meselesiyle birlikte ölmesini istemezsiniz. Sizden sonraki nesillere kalacak bir film yapmak istersiniz, başka filmlere örnek olacak bir film… Ve bunu başarma yolunda olduğunuzda tatmin olursunuz. Batı’da bu filmi sadece Filistin filmi olduğu için sevmeyecek, hatta boykot edecek insanlar da vardır. Başkaları ise Filistin filmi olduğu için seveceklerdir. Bir de bu filmi, film olarak değerlendirenler olacaktır. Ve sadece bu şekilde yaklaşan seyirciler, benim ilgilendiğim seyircilerdir.
Ben filmlerinizi siyasi meselelerinden ziyade, insani boyutuyla yorumluyorum. Karakterleriniz dava sahibi olmakla beraber, bundan daha önemlisi içsel çelişkiler barındıyor içlerinde. Mesela, Ömer filminden yola çıkacak olursak, insanın içinde duvarlar var diyebiliriz. İnsanlığın geleceğine iyimser mi, yoksa karamsar mı bakıyorsunuz?
İkisi de değil. İkisinin bir kombinasyonu. Karanlık tarafta ümit var. Ümitli tarafta ise biraz karanlık, karamsarlık var. Bence hayatın gizemi de burada. Bir film yaparken ne iyimser olurum ne de karamsar. Ben bir pes-optimistim. Bu Filistin kültürünün bir parçasıdır. Pes-optimist tabiri, Emile Habibi isimli bir yazarın kitabında geçer. Kitapta pesoptimistler anlatılır. Herkes iyimserken pesoptimist daha beterinden korkar, her şey kötü gittiğinde ise ümit besler. Bu çok insani bir hâl, sadece Filistinlilere özgü de değil. Bu beni film yaparken etkileyen bir şey. Ne iyimserlik ne de karamsarlık vaazetmek, fakat hayatı olabildiğince büyük, müthiş ve çeşitli açılardan göstermek…
Karakterleriniz sıradan duygulara ve mizaha sahip basit insanlar. Bu karakterleriniz nasıl oluyor da dava sahibi savaşçılara dönüşüyor?
Ben tanımlanamaz karakterlere aşığım. Micheal Mann bu konuda usta sayılır (Son Mohikan, Büyük Hesaplaşma filmlerinin yönetmeni). Mann, sınırların ötesinde, sınırsız olan karakterler ortaya çıkardı. Son Mohikan mesela… O ne bir Beyaz ne de bir Kızılderili idi. Heat filmindeki karakterler de ne iyi ne de kötüdür… Sadece sınırın ötesindedirler. Ama öyle bir durumdadırlar ki bu karakterler, tercih yapmak zorunda kalırlar. Tercih yaptıkları anda ise ölürler, çünkü kim olduklarını unuturlar, kimliklerini kaybederler. İnsanların bu özellikleri beni dehşete düşürür ve bu yüzden bu dönüşen karakterler hakkında film yaparım. Bu gibi durumlarda karakterler bir taraf seçmek zorunda kalırlar. İnsanlar genel anlamda hem karamsar hem de iyimserlerdir. Ama onları tek bir taraf seçmeye zorlarsanız, kendilerini kaybederler. Olmadıkları birisine dönüşürler. İşte Ömer’deki durum da buna benzer. Olmadıkları bir insan olmayı seçiyorlar, mecburen. Paradise Now’da da öyle. Onlar toplum için sorumluluk duyuyorlar. Ama aynı zamanda normal ve basit insanlar. Yaşamak, konuşmak istiyorlar ve bir tercih yapmaya mecbur kalıyorlar. Ya yaşamı ya da prensipleri seçersiniz. Görev ve arzunuz arasındaki çelişki sizi sonunda öldürür. Ömer ve Said hem mutlu hem de hüzünlüler, kahraman ve anti-kahraman… Bir tarafı seçmeye zorlanmışlar onlar.
Hikayeleriniz ve karakterleriniz aynı zamanda kapana kısılmış gibi, mahpus. Modern da insan sizce mahpus ve bir labirente sıkışmış mıdır?
O kadar haklısınız ki… Biz mahpusus. Kapana kısılmışız. Özellikle modern zamanda hayatımızı daha iyi bir şekle sokabileceğimiz ümidi körükleniyor. Geleceğinizi iyileştirebileceğinizi zannediyorsunuz. Fakat bu iyileştirme maddi mi, yoksa manevi mi? Seçiminiz hangi yönde olursa olsun, kendinize dair bir kaybınız oluyor, taviz veriyorsunuz. Bu modern zamanda köşeye sıkışmışlığımızı gösteriyor, çünkü geleceğimizi iyileştirmeye zorlanıyoruz, mecbur bırakılıyoruz. Etrafınızdaki her şey size geleceğinizin daha iyi olması için haykırıyor adeta. Fırsatlarınız ortada ve onlara ulaşabilirsiniz. Ama bu şeylerin peşinde koştukça muhakkak bir şeyleri de kaybeceğiniz aşikâr. Bu da işin bedeli…
Sizce sanat ve siyaset arasında nasıl bir bağ var?
Siyaset toplumu organize etme ve düzene koyma iradesine dair bir etkinliktir. Sosyal, ekonomik, iletişimsel ve kültürel konulara dairdir. Siyaset, toplumu bütün unsurlarıyla nasıl düzenlemek istediğimizle ilgilidir. Sanat ise daha çok, toplum, siyaset ve iletişim ile bağlantılıdır. Bizim varoluşumuzu yansıtır sanat. Aynı zamanda insanın varoluşunu etkiler. İki taraflı bir şekli vardır yani sanatın. Sanat bizi etkiliyor, biz de toplumu… Sanat sadece tüketime yönelik olursa, sanat olmaz. Sanat, duyguları yansıtmalı ve bu duygu da hayatı… İnsanız nihayetinde. Sanat bir yönden siyasetle de ilgilidir, çünkü yaşam şeklimizle ilgilidir. Sanat böylelikle toplumsal yaşamımıza -ister istemez- dâhil oluyor.
Filistin’de film piyasası nasıl? Sizce Filistin’de savaş veya Filistin-İsrail meselesi dışında bir konuda film yapılması mümkün mü?
Ben ilgimi çeken her hikâyeye açığım aslında. Film ekosistemi bütün zorluklara rağmen Filistin’de büyüyor. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, bizde de aynı sorunlar var: Yaratıcılık ve orijinal fikirler zor bulunuyor. Filme maddi kaynak bulmak da zor. Yetenekten mahrum da olabiliyor film sektörü! Fakat biz aynı zamanda işgale maruz kalıyoruz. Bu işgal aslında bize bir fırsat da veriyor, çünkü kısıtlanmamız bize yaratıcılık sağlayabilir.
Kısacası, Filistin’de ortam ne kadar kötü olsa da, sektör büyüyor. 10 yıl önce, üç senede bir film yaparken şimdi yılda üç film yapıyoruz.
Filistin’in geleceğini nasıl görüyorsunuz? Az önce konuya kısmen değindiniz ama, sorunun çözüleceğine gerçekten inanıyor musunuz?
Sonsuz bir sorun mümkün değildir. Siyasi çelişkilerin hiç bitmeden devam etmesi de söz konusu olamaz. Her çelişki son bulacaktır. Her çelişkinin sonu da adil bir çözümlemeyle olmalıdır. Siyahla beyaz arasında ayrım yapmadan, genç-yaşlı ayırmadan, herkese eşit davranarak, hakkaniyetle bunu yapmak mümkündür. Bu bir gün olacak. Sadece zaman ve para meselesi. Bu çözüm bulunana kadar ne kadar kan dökülür bilmiyorum. Ne zaman çözüleceğini de bilmiyorum ama muhakkak bir gün çözülecek. Gördüğünüz gibi, ben iyimserim aslında!
Filistin sorunu çözülse bile, başka türlü bir siyasi çelişkiyle karşılaşırız. Nerede olursanız olun, hayatta hep yeni mücadeleler var olur. Fakat biz işgali durdurmalıyız. Devlet bir ırka, dine veya ten rengine göre hareket etmemelidir. Devletlerin sadece bir ırk veya dine göre kurulmasını yanlış buluyorum. Bu sebeple er ya da geç Filistin’de sorunun sona ereceğini düşünüyorum.
Siyasi sorunun çözülmesi insanların cesaretine bağlı değil. Tamamiyle güç odaklarıyla ilgili. İktidarların menfaatiyle alakalı. Yaşadığımız bu sorun birçok menfaat doğuruyor. Yaşananlar petrol, silah, Doğu-Batı çatışması gibi birçok menfaate malzeme oluyor. Bu menfaatler devam ettikçe sıradan insanlar daha çok acı çekecek.
İslam dünyasının, Müslümanların bugünkü durumuna şahit oldukça insan bir yönüyle karamsarlığa kapılıyor. Ancak tarihte İslam dünyasının daha huzurlu olduğu, birlik olduğu dönemler olmuş. Sizce bu gelecekte de gerçekleşir mi?
Faydaya inanıyorum ben. Avrupa’da insanlar yüzyıllarca birbirlerini öldürdüler. Almanya ve Fransa arasında, Fransa ve İngiltere arasında, İspanya ve Avrupa’nın geri kalanı arasında hep çatışma ve savaş vardı. Yüzyıllar boyunca savaştılar birbirleriyle. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, neredeyse Avrupa’nın yok oluşuna ramak kalmışken, barışı sağlamanın tek yolu olarak Avrupa’yı birleştirmek gerektiğini düşündüler. Ülkeleri aynı konumda değerlendirmeye karar verdiler. Güçlüler zayıflara bakmak zorunda kalırsa, barış sağlanırdı… Öyle de oldu.
İslam dünyasında da bunu anlayacaklardır insanlar. Birleşmek devletleri güçlendirecektir doğal olarak. Bu sadece İslam uğruna bir ideale sahip olmakla ilgili değil, ortak çıkarlarımıza istinaden de gerekli. İslam dünyasının ortak faydaları/çıkarları var. Batı’nın İslam coğrafyasına bu denli müdahil olmasını durdurmak gerekiyor. Çünkü Batı, Müslüman ülkeleri bir tehdit olarak algılıyor ve bu algı ABD’den daha fazla Avrupa’da mevcut. Yüzyıllardır böyle süregeldi. Batı, Müslüman ülkeler ve halklar arasındaki çatışmayı besliyor ve destekler nitelikte davranışlar sergiliyor. Ortadoğu’da mümkün olan her çatışmayı besliyorlar. Çünkü Ortadoğu veya İslami ülkeler birleşirse, Batılı ülkelerin çıkarı risk altına girecek. Bu sebeple el altından Müslüman ülkeleri olabildiğince zayıf tutacak çalışmalara devam edecekler. Bu aslında doğal bir hareket. Ben de Avrupalı olsaydım aynı şeyi yapardım. Çünkü Avrupa’nın üçüncü dünya ülkelerini sömürgeleştirmeden, onları kullanmadan varlığını sürdürmeye devam etmesi mümkün değil, çünkü tabii kaynakları yeterli değil. Şu an yaşadıkları lüks hayatı devam ettirmeleri bu sömürü olmadan mümkün olamazdı. Arabaları ve merkezi ısıtma sistemleri çalışmazdı! Bu yüzden, Batı’nın sadece Müslüman ülkeler özelinde değil, bütün üçüncü dünya ülkelerinde yer alan belirli sektörleri sömürge olarak kullanması çok normal.
Bu meselenin kaynağı maalesef ekonomik. Ama bu arada ülkeleri çıkarları için birleştirmeye çalışan liderler de olacaktır. Mesela 10 yıl öncesine kadar Türkiye’deki milliyetçiliğin yükseldiği dönemdeki gibi… Şimdi ise daha çok İslam ön planda Türkiye’de.
Avrupa’da şu anda milliyetçilik ve din gibi sembollere ihtiyaç var. Onlar da tek bir Avrupa kültürünün bir parçası olduklarını söylüyorlar her fırsatta. Bu birlikteliği korumak için ise ekonomik çıkarların devam etmesi gerekiyor.
Bence İslam ülkelerinin birleşmeleri için ortak değer olan İslam’a şiddetle ihtiyaçları var. Avrupa’ya göre bir strateji işlemeyince, başka bir taktiğe geçiyorlar. Sünni-Şii çatışması gibi… Bu sorunlar ve çatışmalar ise tamamiyle suni yollarla besleniyor. Ama bence bu sorun ve çatışmaları ortaya çıkaranlar kendi kuyularını kazıyor. Kendileri edecekler ve kendileri bulacaklar. Belki bu “tuzaklar” kısa vadede değil ama daha uzun vadede Batı ülkelerini zarara uğratacaktır. Bedelini ödeyeceklerdir. Refahını paylaşmalarından çok daha zararlı hâle gelecekler… Sadece Müslümanlarla değil, bütün zayıf ve güçsüzlerle paylaşmaları gerekir zenginliklerini.
Avrupa barış uğruna elindekileri paylaşması gerektiğini anladı. Mesela Almanya İspanya’ya destek olması gerektiğini, Yunanistan’a yardım etmeleri gerektiğini anladı… Eğer destek olmazlarsa çelişkilerin büyüyeceğini biliyorlar. Üçüncü dünya ülkelerinde de durum aynı.
Müslüman toplumlar/topluluklar düşünce ve sanata, siyasi ve ekonomik sebepler yüzünden yeterince vakit ve emek harcamıyor. Avrupa’da siyasi ve ekonomik problemlerden nispeten uzak olan ve bulundukları ülkelerde “azınlık” olarak yaşamlarını sürdüren insanlara ne tavsiye edersiniz?
Bence Avrupa gelişim sürecini bitirdi, kemale erdi. 1990’ların sonlarına kadar grafikleri yükseliyordu. Şimdi ise bu grafiği ve olumlu havayı kaybettiler. Her geçen gün daha az sayıda felsefeci, sanatçı ve siyasetçi yetiştiriyorlar. Daha düşük kalitede sanatsal ve düşünsel ürünler üretiyorlar.
Avrupa’daki azınlıklar ise “beyaz” Avrupalılardan çok daha ilginçler. Benim tavsiyem, içinde yaşadıkları ülkeleri (Avrupa’yı) kurtarmaları yönünde olurdu! Böylelikle kindar olmamayı öğrenirler. Artık azınlıkların içinde bulundukları toplumlarda irfan sahibi insanlar konumunda olmaları gerekiyor. Toplumun kutuplaşması yerine toplumda ahenk yaratmayı başaran irfan sahipleri… Bence bunun örnekleri bugün var, mesela Fatih Akın… Günümüzün en ilginç Avrupalı sinemacılarından birisi.
Bu hoş sohbet için teşekkür ediyorum.
İlginiz için ben teşekkür ederim.