İslam Kültür Mirası ve Çağdaş Hayat
Tahsin Görgün
1.Mesele: Günümüzde Müslümanlar yaklaşık yüzelli yıldan beri devam eden ve farklı bölgelerde, farklı şekillerde gerçekleşen, ama aynı neticeyi veren bir süreç neticesinde ikiyüzyıl önce sahip oldukları, yaşadıkları, herkese tanıdık ve bildik gelen, herkesin iştirak ederek devamını sağladığı bir kültürden fersah fersah uzaklaşmış durumdadırlar. Bugün yaşayan nesil 18. yüzyılda yaşayıp eserlerini vermiş olan, İsmail Hakkı Bursevi ve Gelenbevi gibi, Müslüman düşünürler ve onların eserlerine, aynı dönemde yaşamış ve eserlerini vermiş olan, David Hume ve Immanuel Kant gibi Batılı düşünürlerden çok daha uzak, çok daha mesafeli bir hâldedirler. İslam dünyası, Müslümanlar, yaklaşık bir asır öncesinden itibaren Muhammed İkbal’in ifade ettiği gibi, hâl ve zihniyet/ruhi olarak Batı’ya doğru bir kayış yaşamıştır. İkbal’in anormal görmediği bu kayış, aslında medeniyetler arasında tarihin her döneminde gerçekleşen bir etkileşimin tikel bir örneği olarak, yepyeni ve eski kazanımları yok etmeden, onlarla birlikte ortaya çıkan sıkıntıların aşıldığı, bu anlamda yeninin yenilenerek sürdürülmesi olarak gerçekleşebilirdi. Ancak İkbal’in umduğu değil de korktuğu gerçekleşerek, bu kayış Batı kültürünün zahiri unsurlarına takılıp kalarak, İslam dünyası ve düşüncesindeki hareketi dur/dur/muş; bunun neticesinde de Müslümanlar ne kendi sahip oldukları birikimi işleyerek canlı tutabilmiş, ne de Batı kültürünün içinde, onlara katkı sağlama niteliğini gösterir bir başarı ortaya koymuştur.(1) İştiraki nispeten kolay ve ilk bakışta kültürlerden bağımsız gibi gözüken bilim, özellikle tabii bilim alanında Müslüman bilim adamlarının elde ettiği Nobel ödüllerine ve Müslümanların elde ettikleri patentlere bakıldığında, mesele istatistiki açıdan da farklı gözükmemektedir. İlk bakışta görüntü bu şekildedir.
2.yüzyıl boyunca yaşanan süreç hayatı değiştirdiği için, daha önce yaşanan hayatı taşıyan dil, karşılıksız kalarak anlamsızlaşmış; Batı kültüründen üstlenilen unsurları ve bunların neticesini ifade etmek üzere ya Batılı kelimeler üstlenilmiş, ya da yeni kelimeler uydurulmuştur. Henüz üstlenilmeyen manevi unsurlar karşısında ise yine yeni kelimeler uydurularak bir hâl çaresi bulunmaya çalışılmıştır. Bu süreç muhtelif mertebelerde geçmiş hayat ve kültürle irtibatın kopmasına yol açmış ve bunun neticesinde de bir yabancılaşma süreci hâline gelmiştir. Bu süreç aynı zamanda edebi alanda da gerçekleştiği için, dil kadar edebiyat da farklılaşmış; bunun neticesinde İslam toplumu kendi otantik dili kadar üslubunu da kaybetmiştir. Bu durum sorunu daha da derinleştirmiştir.
İslam dünyası yaşanan son yüzelli yıllık süreç içinde kendi varoluşunu taşıyan tevatür zeminini de tartışmalı hâle sokmuş; ikiyüzyıl önce kendiliğinden anlaşılan birçok unsur, bugün anlamsızlaşmıştır. Kısaca, bu kültürel cihetten bakıldığında, bir kültür içinde makul olan bir unsur, ait olduğu kültürden farklı bir kültür içinde anlamsızlaştığı veya anlamını değiştirdiği için, ikiyüzyıl önce yaşayan kültüre bağlı rasyonellik ortadan kalkmış; artık daha önce insanlara makul gözüken birçok unsur bu makuliyetini koruyamamıştır. Bu ise sorunun artık kabaca teknik, teknolojik ve epistemolojik olmayıp, varoluşsal bir boyut kazandığını göstermektedir.
2.Bu durum, kısaca her kültür ve medeniyetin bir tür “oyun” olduğu ve her oyunun kendi kuralları olduğu; kuralları benimsemiş insanların o oyunu oynadıkları ölçüde, temel ilkelere/kurucu kurallara bağlı bir şekilde rasyonel davrandığı dikkat alınacak olursa, kolayca anlaşılabilir. Mesela iki yüzyıl öncesinde yaşayan bir Müslümanın, günümüzde bize gayet “tabii” ve “makul” gözüken futbol oyununu hiç de makul olmayan bir dizi hareketler olarak algılaması mümkün iken, bugün yaşayan bir insan iki asır önceki hayata dair birçok unsuru irrasyonel olarak algılayabilir. Bu algı, birçokları için, insanlığın içinde bulunduğu bir “ilerleme/progres” süreci içinde anlaşılabilir bir hâl olarak nitelenerek, bir evrim süreci içinde “açıklanabilir”. Hatta daha önceki asırlarda insanların kullandığı alet ve edevatı belirli bir düzen içinde bir araya getirerek, müzeler oluşturup bu “ilerleme” görsel hâle getirilerek, ona “tecrübi” bir görüntü de verilebilir. Ancak bunların hiçbirisi, bütün bunların insan eylemleri olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz. Rasyonellik insanın, hayevanün natikun/animal rationale olarak bilinen varlığın, rationale tarafı ile ilgili olduğu için, insan fiillerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bütün insanların bütün fiilleri rasyoneldir. Yani bütün insanların bütün fiilleri bütün insanlar tarafından anlaşılabilir. Öyle olduğu için insanların ve insanlığın tarihinden söz edebiliyoruz. Eğer insanların fiilleri insanlar tarafından anlaşılamaz olsaydı tarih olmazdı; insan, başka özellikleri arasında, tarihi olan yegane varlık olarak da bilinir. Bugün gayet iyi biliyoruz ki, bir dönemde gayet makul, hatta makuliyetin numunesi olarak kabul edilen birçok şey, zaman içerisinde bu özelliğini yitirerek, anlaşılmaz hâle gelebilmektedir. Birinci ve ikinci dünya savaşını başlatıp yürütenlerin verdikleri kararları ince ve “sağlam” hesaplara dayalı olarak, “anlaşılır” ve “makul” bir şekilde planladıkları konusunda kim şüphe edebilir? Bir dönemin düşüncesinde, mesela “yapı” olarak nitelenen ve her türlü açıklamada dayanak teşkil eden birçok “model” bir süre sonra, Derrida’nın yapısalcılar için söylediği gibi, “hangi akıl buna inanmış?” dedirttiği gibi, bugün rasyonel olarak kabul edilen birçok şey yarın irrasyonel hâle gelebilir. Tabiin’in büyüklerinden, hicri ikinci asrın başında (H. 110/M. 642) vefat etmiş olan Hasan el-Basri’nin, etrafındakilere “sahabiler sizleri görseydi Müslüman olarak nitelemezdi; siz de onları görseydiniz deli derdiniz!” sözü de bu yönden önem arz etmektedir. Bir taraftan bu söz insanları din konusunda daha hassas davranmaya teşvik ederken, diğer taraftan başka bir şeyi de işaret etmektedir: Hasan-ı Basri, bir asır gibi kısa sayılabilecek bir zaman içinde aynı dine mensup olanların fiillerinde ve fiil düzeninde bile bir yabancılaşma yaşanabileceğini farkederek bunu dile getirmiştir ki, bu durum farklı kültürler arasında daha bariz bir hâle gelebilir. Müslümanların son yüzelli yıl içinde, Batı kültürünün tesiri/Batı kültüründen te’essür ile yaşadığı değişim sebebi ile kendi geçmişinde bulunan birçok şeyi bugün “makul” olarak kavramaması, oldukça “makul” bir durum gibi gözükmektedir. Bu durum söz konusu Batı kültürünün köken olarak, söylenenlerin aksine, İslam kültürü ile doğrudan irtibatına rağmen, zaman içerisinde ondan ciddi şekilde uzaklaşmış olması ile bir fark ortaya çıkarmıyor. Çünkü aynı kültür içinde, zaman içinde ortaya çıkan değişim, bir makuliyet sorunu ortaya çıkarabildiğine göre, farklı bir kültür ile irtibat içinde ortaya çıkan değişim de, ciddi bir rasyonalite sorununa zemin teşkil edebilmektedir.
3.1. Günümüzde ortaya çıkan, insanların “elini” güçlendiren, onun “gücü”nü arttıran birçok teknik, ilk bakışta iki asır, üç asır; beş, on, oniki asır öncesini bugünden daha da uzak bir hâle getirecek gibi gözükmektedir. Ancak ilginç bir şekilde, mesela bir asır öncesinde, tamamen “efsanevi” gibi gözüken birçok şey, bugün bize daha makul veya daha az “irrasyonel” gözükmektedir. Mesela insanların bütün yapıp etmelerini “kayıt” altına alan “kiramen katibin” meleklerinin kağıt kalem kullanmadan nasıl kayıt yapabildiğini bugün daha anlaşılır kabul edebilmekteyiz. Benzer bir şekilde insanların görüntülerinin “nakledilmesi”, mesela Belkıs kıssasında geçen tahtı, göz açıp kapayıncaya kadar bir yerden başka bir yere taşımak, artık irrasyonel, imkânsız bir hadise olarak görülmeyebilir. Sadece bazı insanlar, nasıl olup da o asırlarda/ilkel çağlarda böylesi eylemlerin gerçekleştirilebildiğine şaşırabilirler. Bazıları da bu ayetlerde anlatılan birçok hadiseyi, insanların gelecekte başarabilecekleri şeyleri işaret ederek, onlara fizikî dünya ile irtibatlarında bir ufuk teşkil eden, yol gösterici “deliller” olarak kabul edebilirler. Nitekim bir dönemin Batı Avrupa’sında Campanella, Thomas Morus, Daniel De Foe, Jules Verne gibi yazarlar eserlerini verdiklerinde, -içerik ve ufuk olarak nereden beslendiklerini çok da ifşa etmemekle birlikte-, daha sonra gerçekleşen birçok keşfi “tahayyül” etmişlerdi. (2) Bugün böylesi rivayetlerin 19. yüzyılda olduğu gibi, “akla ve bilime ters”, o hâlde “irrasyonel” olarak değerlendirilmesi gibi bir tavır, çok da makul gözükmemektedir. Bu gibi “kevni” meselelerin; teknik ve teknolojik gelişimlerin Kur’ân-ı Kerîm’deki birçok şeyi daha kolay anlaşılır hâle getirdiğini söyleyebiliriz. Aynı şekilde Firavun’un “ene rabbukum el-‘a’la”/ben sizin en yüce rabbinizim sözünün, mevcut modern dünyada sistemlerin insanlar üzerinde oluşturduğu tahakkümün, başta Frankfurt Okulu ve Habermas gibi düşünürlerin çalışmaları ile açığa çıkartılması sayesinde, daha anlaşılır hâle geldiği bile söylenebilir. Bu yönden bütün bir insanlık tarihinin, Kur’an’ın anlaşılması ve yorumlanması açısından da değerlendirilmesinin söz konusu olup olmayacağını daha yakından müzakere etmek gerekmektedir. Bu çerçevede Kur’ân-ı Kerîm’de, Hz. Peygamber öncesi hadiselerin söz konusu edildiği gibi, Hz. Peygamber sonrası hadiseler de, bu cihetten ele alınabilir. Sadece bir örnek vermek gerekirse; Kur’ân-ı Kerîm’deki “istiğna” tabiri ile Kant’ın düşüncesinde tayin edici bir yere sahip olan ve modern insanın kendisine biçtiği konumu isimlendiren “autonomie” fikri arasında irtibat kurulabilir. Bu aynı zamanda istiğna talebinin insan türünün hayatında, çeşitli zamanlarda, çok çeşitli formlarda zuhur ettiğini gösterir ki, bu durum, istiğna talebinin insanın kendisi ile alakalı olduğu ve bazı insanların Rableri’ni unutarak böyle bir şeye yönelebileceğini, insan türü için mümkün bir yöneliş olarak keşfetmek anlamına gelir. İstiğna’nın ne olduğunu anlamak isteyenin, o zaman, geçmişe gitmesine gerek kalmaz; 19. ve 20. yüzyıl Batı medeniyetini bu cihetten inceleyerek, Alak suresinde bulunan iki ayeti –insan kendi kendini müstağni görerek tuğyana düşer- (Alak Suresi, ayet 6-7) esasları ve neticeleri ile birlikte kavrayabilir.
3.2. Bu durum, birçokları tarafından “efsanevi” olarak nitelenebilecek İsra ve Miraç ile ilgili yaklaşımlar için de geçerli olduğu gibi, teknik ve teknolojik gelişmelerin, Kur’ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde bulunan birçok şeyin, 19. yüzyıl “rasyonalite”sinin ötesinde, anlaşılabilir boyutları olduğunu düşünme imkânını vermektedir. Kaldı ki kuantum fiziğindeki gelişmeler bizi pek çok alanda rasyonelliği yeniden düşünmeye, madde ve maddi olanı daha farklı bir şekilde kavramaya sevk etmektedir.
3.3. Bugün Müslümanlar isteseler de istemeseler de global bir dünyada yaşıyorlar; globalliğin “evrensellik” olmadığını, medeniyetler çatışması tezi sahibi Huntington bile açık bir şekilde ifade etmektedir. Yerel bir kültürün, Batı kültürünün, dünyayı istilası olan küreselleşme, başka küreselleşmelerin, yani başka kültürlerin de yayılmasının kendinde mümkün olduğunu göstermektedir. Günümüzde, özellikle sanat alanında, sinema ve edebiyat alanında ortaya çıkan ve ilk bakışta pozitivist rasyonellik ile uyuşmayan, bununla birlikte, belki böyle olduğu için, özellikle gençler tarafından kabul gören Yüzüklerin Efendisi ve Harry Potter, Matrix, Karibik Korsanları gibi ürünler, insanların tercihlerinde ilginç farklılaşmalar ortaya çıktığını da göstermektedir.
3.4. Diğer taraftan bilim alanında bilimsel teorilerin hakikat iddiası olmayan, özellikleri “kullanışlılık” olan modeller olduğuna dair yaklaşımlar, mesela klasik İslam düşüncesinde yaygın olarak kullanılan “temsil” ve “temsili anlatım” formlarını daha da anlaşılır kılabilme imkânı taşımaktadır.
4.Bu ve benzeri gelişmeler bize, Müslümanların bugün kendi varlıklarını, yüzelli yıl öncesine kadar sürdürdükleri kültür ve medeniyeti hatırlayıp ihya ederek ve bu ihya sürecinde Batı kültürü ve medeniyetinin elde ettiği başarıları da dikkate alarak, bu gelişmelerin ortaya çıkardığı mahzurları ve sıkıntıları elimine edip, sağladığı imkânları kullanarak, insanlığın sorunlarına çare aramayı düşünmeleri yoluyla muhafaza edebileceklerini göstermektedir. Bugün şunu daha iyi görüyoruz ki, Müslümanlar kendi geçmişlerini, ancak bu yeni imkânlarla ihya ederek, yaklaşık son birbuçuk asır içinde ortaya çıkan rasyonellik sorununu aşabilirler; böyle bir imkân ortadadır. Şunu unutmamak gerekir: ihya arkeolojik kazılarda yapıldığı gibi, sergilemek için açığa çıkarma faaliyeti değildir; ihya, eskiden varolmuş olanı yeni şartlarda, yeniden ve daha öteye taşıyarak icad anlamına gelir. Burada söz konusu olan tabii ki bizzat hayatın kendisidir. Daha farklı bir şekilde ifade etmek gerekirse ihya, Müslümanların hayatlarını, iki asır önce yaşamış olan Müslümanların yaptığı gibi, kendi ilkelerine bağlı olarak yaşamaları; bunu gerçekleştirirken de, şimdiye kadarki bütün insanlık tecrübesinden istifade etmeleri anlamına gelir. Bütün insanlığın tecrübesinden istifade etmek, aynı zamanda, bütün insanlığa yönelmek ve bütün insanların kendilerini bulabilecekleri bir derinlik ve genişlikte hayatı şekillendirmek/inşa etmek demek olacağı için, ihya, aynı zamanda bütün bir insanlık için gerçekleşecektir.
Bununla birlikte her mümkün olan, hemen gerçek olmayabilir. Ancak bir şeyin mümkün olması, en azından çelişik olmadığını ve talep edilmesinin “makul” olduğunu göstermektedir.
(1) Muhammad Iqbal, The Reconstruction of religious Thought in Islam, Oxford UP, London: Humpherey Milford, 1934, s. 7; benzer bir tezi ve benzer bir kaygıyı Elmalı’lının daha önce savunduğunu görüyoruz: “Dibace”, (P. Janet ve G. Seailles, Metalib ve Mezahib, terc.: Elmalı’lı Küçük Hamdi, İstanbul 1241,) içinde, s. 10-40, burası için s. 12-13
(2) Tabii ki biz Kur’ân-ı Kerîm ile bu gibi edebi eserler arasında herhangi bir denklik olduğunu aklımıza bile getirmeyiz; burada işaret etmeye çalıştığım şey; Kur’ân-ı Kerîm’de dile gelen ve bir dönemde insanların kudreti ötesinde olan birçok şey, aynısını olmasa bile, benzerini yapmayı insanların önüne bir ufuk olarak koymaktadır. Müslümanlar geçmişte edebi olarak Kur’ân-ı Kerîm’deki temsili anlatım şeklini örnek alarak edebiyat geliştirmişlerdi; günümüzde ve gelecekte buna yenileri eklenebilir. Kur’ân-ı Kerîm’e ittiba etmenin birbiri ile çelişmeyen birden fazla yolu olabileceğini düşünebilmemiz gerekmektedir.