İslam Sanatlarının Letafet Prensipleri
Hikmet Barutçugil
1973 yılında Ebru çalışmalarımda başladım. O yıllarda unutulmayla yüz tutan sanatın bugünlere geleceğini hayal bile edemezdik. Acaba ne oldu da dışladığımız öz güzelliklerimiz bu kadar sevilir, tanınır, beğenilir oldu.
Ünlü İranlı şair ve filozof Şeyh Sadi-i Şirazi bir beytinde mealen şunları söylüyor; “Olaylara kuş bakışı bakın.” Olup bitene çok yakından baktığımızda gerçeğin bütününü belki de göremeyebiliriz. Uzaktan bakıldığında detaylarını, sebeplerini, hatta sebeplerin sebeplerini görme imkânımız olur. Böylece her şeyi, hem daha iyi kavramış hem de daha hoşgörülü ve anlayışlı oluruz. Zira her şeyi bilmek, her şeyi affetmektir. Böylece gelecek için de daha tedbirli olabiliriz. Geçmiş bize geleceği öğretir. Evet, olaylara kuşbakışı bakın, “Ama kuş gibi bakmayın.” diyor Şirazi.
Genel olarak, sanatlarımızın son birkaç yüzyıllık tarihine baktığımızda, yavaş yavaş özümüze yabancılaştırıldığımızı görüyoruz. Tanzimatlar, daha öncesinde başlayan Batılılaşma hareketleri, Jön Türk hareketi vs. ve sonrasında Cumhuriyet dönemi, kültür ve sanat alanında, genel bir ifadeyle, bir kılıf değiştirme, hatta şuur kaybettirme dönemi olarak anılabilir. Şimdilerde, eskiye, özümüze ait olanları kötüleyip henüz ne olduklarını bile bilmeden, içeriğini kavramadan dayattırılan kültür ve sanatı genetiğimize (=geleneğimize) pek uyduramadığımızdan, hiçbir işe yaramadığını çok şükür kavrar gibi olmaya başladık.
Esasen Doğu ve Batı sanatlarının temellerindeki estetik kurallara baktığımızda birbirinden çok farklı öğeler görürüz. Bunları aynı kefeye koymak pek adil ve akılcı olmaz. Batılı gözlüğü ile Doğu sanatlarına baktığımızda (ki numaraları ve türleri bambaşkadır) gerçekleri göremeyiz. Burada birinin iyi, diğerinin kötü olduğunu asla kastetmiyorum. Sadece farklı olduklarından bahsediyorum. Romen ve Grek estetik kurallarını temel alan klasik Batılı sanatta sadece materyalist gözün gördüğü esas alınır. Onda natüralizm ve perspektif vardır. (Bununla birlikte Batı, Rönesans gibi muhteşem bir zirve dönemi de yaşamıştır.)
Orta Asya’dan gelmiş, İslam dinini benimsemiş bir toplum olarak kendi öz sanatlarımızın farklı temellere dayandığı aşikârdır. Bizim sanatımız, gözden gelen algıları gönülle birleştirerek ortaya koyan ve tekâmülü arayan bir “letafet” anlayışıdır. Yunanca kökeni itibariyle “duyu bilimi” anlamına gelen estetik kelimesi burada yetersiz kalır. Hoşluk, güzellik, incelik, yumuşaklık ve kendinden geçmek anlamlarına gelen letafet, Doğu sanatlarının temel prensipidir. O, kemalatı (olgunluğu) hedefleyen hayal gücünün verdiği zenginlik içindeki tefekkür ve gönül gözünün gördüğüdür.
İslam sanatlarının güzellik ilkelerinin özü; yaratılmış güzellikleri taklit ederek Allah’ı aramak, Allah’a yaklaşmak ve Allah ile birleşmektir. Bu arzu kısaca, “vahdet-i vücut” olarak tarif edilebilir ki, bu da tasavvufun nihai gayesidir. Her olay, her düşünce, her hareket, gaye olarak temelinde bu prensibi ihtiva eder. Bir hadîs-i kutsi’de mealen şöyle buyurulur; “Allah gizli bir hazine idi, bilinmeyi murad etti, bilinmek için de insanı yarattı.” Allah Teâlâ bize, sadece insana O’nu bilme yeteneğini, kapasitesini ve yetkisini verdi. Dolayısıyla Allah, O’nu bilmemizin kendi muradı olduğunu bildirmektedir. Allah kâinatı insan için yaratmıştır. Her şeyin yokluktan varlık âlemine getirilmesi insanın hatırınadır. Allah Teâlâ ilk insan olarak Âdem’i sudan ve topraktan (çamurdan) yaratmıştır. Âdem, Allah’ın lütfu olmadan bir çamur yığını olduğunu idrak etmiştir. İşte biz de Allah’ın lütfu olmadan aynı hâldeyizdir.
Farsça kökeni “Abru ru (su yüzü)” olan Ebru’nun “tefekkür teknesi”nin başında bu hâl aynen yaşanır. Toprak boyalar su ile karıştırılır. Elde edilen bu çamur hiçbir işe yaramaz. Ancak ve sadece, “Allah sanatını gösterenleri sever.” hadîs-i şerifine dayanarak, Ebru duasını okuyup, destur ya Hak dediğinde nice güzelliklere ulaşır insan. Merhum Ahmet Yüksel Özemre hocamızdan bizlere intikal eden, eski Ebru ustalarının, Ebru yapmaya başlarken ettikleri dua, yukarıda anlatmaya gayret ettikleriminizin ve İslam sanatlarının kısa bir özeti mahiyetindedir:
İlâhi, yâ Râbbi!
Ezeldeki hükmüne uygun olarak bu teknede zuhur edecek olan nakışların, Hilkat’inin nakışlarında meknuz olan Hikmet’ini, idrakten âciz olan bu fakirin nefsini teshir edip de enaniyetini azdırmasına izin verme!
Nefsimi, Senin gibi bir Hâlik olma vehminden de, bu vehmin tevlid edeceği bir şirk-i hafiden de, hubb-i riyâsetten de koru, ya Hafız!
Fakiri “Lâ Fâile illâllah” sırrının edebiyle teçhiz et!
Bu tekne başındaki mesaiyi Senin zikrinle taltif ve Sana olan kulluğumun bir nişânesi olarak kabul et! Destur yâ Hakk!
İlâhi, yâ Râbbi!
Başlangıcı belli olmayan zamandan beri verdiğin hükümlere uygun olarak (kadere iman) yarattıklarındaki hikmetleri;
(Bilinmeyen noktaları, gizli sırları, İlim, adâlet ve hilimin (huylardaki yumuşaklık) birleşmesinden doğan değerli sıfatı anlayamayan beni (bu aciz kulunu),
bu teknedeki güzel nakışlarla büyüleyip bencilliğimin azmasına izin verme! Beni, senin gibi Yaratıcı olma düşüncesinden, bu düşüncenin doğuracağı gizli şirkten üstünlük ve reislik sevgisinden de koru.
Ey Koruyucu, beni “Allah’tan başka ilah yoktur.” sırrının terbiyesi ile donat.
Bu tekne başındaki çalışmayı seni anmak ve hatırlamak ile (zikrinle) güzelleştirip sana olan kulluğumun bir işareti olarak kabul et.
“İzin ver, ey Yaratıcı!”
Diyerek, Ebru sanatçısının ilk fırça darbesiyle yayılacak olan boyaların ihtişamını, gönlü iftiharla dolan bir üstat olarak değil de, aksine, Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin basit ve mütevazı bir aracı olduğunun idrakiyle müşahede etmesi beklenir. Necip Fazıl’ın dizelerinden bu husus veciz bir şekilde şöyle dökülmüştür:
“Anladım işi, sanat Hakk’ı aramakmış.
Marifet bu. Gerisi çelik çomakmış.”
Allah’ın bize en büyük lütfu, O’na kulluk edebilmektir. Ancak diğer yandan bize kulluk etmenin istediğimiz bir şey olup olmadığını seçme iradesini de vermiştir. Allah güzeldir, güzelliği sever. Ve İslam sanatının kalbinde (can evinde) tasavvuf vardır. Dolayısıyla, İslam sanatının oluşturulması ve yorumlanması tasavvuf gözü ile yapılmalıdır.
Görünen ve görünmeyen, yaşayan ve yaşamayan, bilinen ve bilinmeyen tüm hâllerin ve biçimlerin aşkı Allah’tandır ve sevgi tüm evrenin özüdür. İlahi aşk Allah’ın yarattığı şeylerdeki tezahürüdür, çünkü aşk her şeyden üstündür. Duygular Allah’ın hediyeleridir ve Allah’ı kavramamızda çok önemli bir yer tutarlar. Duygular olmadan bilgi yetersiz ve değersizdir. Çünkü bütün duygular gerçeğin özüyle ilgilidir; hiçbir şekilde mantık, muhakeme veya karşılık beklentisi gerektirmezler. Basitçe ifade edilecek olursa; duygular, görülen ve görülmeyenin bilinç düzeyinde tanınması ve her ikisinin de kabul edilmesidir.
Hakiki sanatkâr Allah’tır.” der Gulamrıza Avani: “Çünkü âlemde tecelli etmiştir ve bütün mevcudat bir şekilde O’nun sıfat ve isimlerinin tecellileridir. Allah’ın isimleri âlemdeki bütün mevcudatta zahir olmakla birlikte, zuhurda onların içinde gizlidir. Sanatkâr aslında Allah’ın mazharı olması itibarıyla kendi sanat eserinde zahir olmuştur.”
İslam tasavvufunda, kâinatın varlığı, okyanusun yüzeyindeki dalgalar gibidir; daima vardır. Fakat gerçekte yoklardır. İbn-i Arabî’ye göre kâinat, devamlılık gösteren bir olgudur. Allah’ın “Ol!” emri üzerine sürekli bir değişiklik içindedir, yeni devamlar yaratılış hâlindedir. Okyanusun yüzeyindeki dalgalar, gerçekte zaman ve mekân olarak sınırlıdır. Onlar dış dünyayı oluşturur. İnsan güzel suların yüzeyinde dolaşan kaplar ve tekneler gibidir. İçleri dolana kadar, her zaman yüzeyde kalarak, iyi vakit geçirdiklerini sanırlar! Bazıları kaplarını maddi dünya ile doldururlar ve batarlar; boğulurlar ve sonunda yok olurlar. Kaplarını saf varlığı için sevgi ve bilgi ile dolduranlar da batarlar ama görünmeyenin bilgisine sahip oldukları için boğulmazlar. Bunun yerine yeni bir boyuta geçerler ve yüzeyden görülemeyen okyanusun derinliklerinin güzelliklerini keşfederler. Sanat eserlerinin tassavufi yorumu da bunun gibidir; her eser deniz yüzeyinde salınan boş bir kaptır. Tam potansiyeline erişebilmesi için Allah ile, Allah’ın baki varlığı ile doldurulmalıdır.
Mutlak güzellik (ilahi güzellik) soyut bir kavramdır ve ne kadar gayret sarf edilirse edilsin, ilahî bir lütuf olmadan ulaşılmaz. Zaten ulaşıldığında sanatın kapsamını aşar, yani ortada ne sanat, ne de hayat (benlik) kalır. Nihai amaç, “Ölmeden önce ölmek” duygusuna ulaşmaktır.
Tasavvuf, aydınlanma yolunda, samimi bir takip ile insan kalbinin olgunlaşma sürecidir. Sufi benliğini bencillikten temizleme disiplininden geçirir ve böylece aşkın, sanatın, güzelliklerin örtüsü açılabilir. Bu yolculuğun aşamaları, kişinin kendini tanımasıyla, öğrenmesiyle başlar. Çünkü İlahi aşkın ortaya çıkmasını isteyen kişi, her şeyden önce kendi kendini tanımalıdır. Aşk, insanı, doğayı ve tüm yaradılışı sevmeyi gerektirir. Aşka hizmet, kâinata hizmet etmektir. Böylece kalp ile akıl veya manevi ile maddesel arasında bir uyum ortaya çıkar. Soyut düşünce gelişir ve aşk görerek, duyarak ve tadarak yorumlanır.
Hakikat yolculuğuna çıkan dervişin amacı, aşk ile Allah’a ulaşmaktır ve bu açıdan bakıldığında ne ölüm vardır ne de doğum. Onun yaptığı şey öze dönmek ve eşyanın mutlak tabiatını görmektir. Fani yönler, ayna görüntüler, yüzeysel nitelikler süzülür. Gönül gözü ile bakış onun derinliğidir, durumları ve biçimleri aşk ile yansıtır. Görülen şeyin görüntüsü, içten nasıl yansıdığı ile tamamlanmış olur.
Duyular tarafından algılanmayan biçimlerin arasındaki uyumu anlamak için, çıplak gözden başka bir araca ihtiyacımız vardır. Allah bize, sevgi dolan kalbi, yani gönlü vermiştir. Kalbimizle, başka bir deyişle gönül gözümüzle temaşa etmeliyiz!
Özetle, Doğu sanatının sırrı veya esası, günümüzün geçici ve yüzeysel karmaşasının aşılması ve bunların altında yatan yaradılışın sırlarının aranması olarak tanımlanabilir. O, bariz sahte görüntüleri alıp atar ve bunun yerine gönül tarafından algılanması şekline odaklanır. Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek anlamına gelen “letafet” kelimesini benimseyip, bu tür sanatları icra edenler olarak “İslam Sanatlarının Letafet İlkeleri”ni oluşturmalıyız.