Modern Yaşam Ve Dindarlık
Kudsi Erguner
Latince Modo (bugün) sözcüğünden türeyen modern kelimesi, güzel sanatlarda belli bir estetik anlayışı ifade eder. Kelime, 19. yy’da, içinde yaşanılan asır anlamında, 20. yy’dan itibaren ise geçmiş zamanın karşıtı olarak kullanılmaya başlanmış ve böylece günümüze gelmiştir. Ebediyetin kalıcı ve değişmeyen değerlerinin tersine, modernliğin konusu geçici ve değişken olandır. Modern olmak; gelenek, din, örf gibi değerlerden kurtulmak anlamına da gelebilir. Genelde hürriyet zannedilen kapitalizm, özellikle soğuk savaş yıllarından itibaren modernlikle eşanlamlı olarak kullanılmıştır.
İslamiyet’in ve tasavvufun kölelik diye tarif ettiğini hürriyet olarak tanımlayan modernliğin, hemen tüm kavramları dinî geleneklerin zıddıdır. Kapitalizm, tasavvufun; takva, tövbe, zühd, sabır, fakr, tevazu, havf, ihlas, şükür, tevekkül, rıza gibi prensiplerinin tümünü reddeder. Sadece İslam ve tasavvufun değil, insanlık tarihinin bütün felsefî ve dinî hikmetlerinin tavsiye ettiği yaşam tarzı, modern olmakla kıyaslandıgında, geri kalmışlık, zavallılık, iptidailik, hatta bazen aptallığa varan bir saflık olarak algılanır.
Kapitalizmi, “insanın insana köle yapılması” olarak tanımlayan Karl Marx’in tarifine, bugün gelinen noktada, “insanın kendi benliğine esir edilmesi” de ilave edilmelidir. Dünyayı işgal ederek küreselleşen, Avrupa ve Atlantik ötesi ticari medeniyetin asıl sermayesi insanların zaaflarıdır. Gazap, şiddet, vesvese, güvensizlik, kanaatsizlik, rızkından endişe etmek, hırs, ihtiyaç fazlası üretim, sahte gereksinimler yaratma, israf, aşırı tüketime teşvik, tamah vb. duygular, insanlar arasında adaletsizliğe, güvensizliğe ve harama göz dikmeye yol açmaktadır.
Bugün, büyük mutasavvufların hâllerine ve tavsiyelerine uyulsaydı, herhâlde tüketim toplumlarının tüm sistemleri çökerdi. Lakin, Hristiyanlık başta olmak üzere, diğer inanç ve geleneklerin çoğu, insanı kendine esir eden modern çağa ayak uydurmuş, kurumlarıyla modern değerleri desteklemiş ve görkemli ayinlerle dinlerini de bir tüketim malzemesine dönüştürmüşlerdir.
Ne yazık ki, havanın, denizin kirlenmesinden, suların içilemez, meyvelerin yenemez hâle gelmesinden, tabiatın tüm dengelerinin bozulmasından telaşlanan insanoğlu, asıl sorunun kendi iç dünyasındaki kirlenmeden kaynaklandığının farkına varamamaktadır. Dünya hayatının neredeyse amaç hâline geldiği çağdaş yaşamdan, bir yandan tabiat ve insanı yıprattığı için şikayet etmekte, diğer yandan da sunduğu hazlar dolayısıyla vazgeçememekteyiz.
Tüm dinler tarihinde olduğu gibi, bugünün insanı da, kendisine gösterilen çareleri nefislerinin hilesine, kibrine ve şehvetine alet ederek yozlaştırmaktadır. Türkiye başta olmak üzere, en az iki asırdır büyük bir ikilem yaşayan İslam coğrafyasındaki ülkelerin modernleşmeleri de, dinî yaşamlarının içinin boşaltılmasıyla paralel olarak gelişmektedir. Çoğu Müslüman, yaşam tarzlarının imanlarıyla ne kadar ters düştünün farkına dahi varamaz olmuşlardır. Televizyonlarda din âlimi kesilenler her gün ilmihâl dersi vermekte, ancak pek azı imanı zayıflatacak veya tehlikeye düşürecek modern yaşam, davranış ve söylemlerden bahsetmektedir. İslam medeniyeti ile Batı medeniyeti arasındaki çelişkilerin ortaya çıkmasından neredeyse korkulmakta, Mevlana, Yunus Emre, hoşgörü, tasavvuf, aşk gibi kelimelerle asıl sorunların üstü örtülmektedir.
İslam dünyasına tavsiye edilen, hatta dayatılan içtihad ve modern İslam arayışları, sadece politik, sosyal ve kültürel değil, teolojik açıdan da tartışılması gereken konulardır. Âdem (a.s.)’dan Muhammed (s.a.v.)’e kadar gelen tevhid dini İslam’ın hıfzı, yani korunması elbette Allah’a aittir. Ancak Müslümanım diyenlerin de mesuliyetlerini yerine getirmeleri ve gittikçe cazipleşen dünya hayatına aldanmamaları gerekmektedir. Bu nedenle, İslam ve tasavvufun önerdiği huzurlu ve ahengli yaşam tarzına insanlığın bugün daha çok ihtiyacı vardır.
MODERN DÜNYA VE TASAVVUF
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülde tâ ki pürnûr olmadan
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hakk
Pâdişâh konmaz saraya, hâne mamûr olmadan
(Şemseddin Sivâsî)
Tasavvufun çeşitli tanımlarından biri de, yukarıdaki mısralardan anlaşılacağı üzere, kişinin kalbini Allah’tan uzaklaştıracak düşünce, ilgi, bilgi, sevgi velhasıl her şeyden (mâsivâ) temizlemesidir. Günümüze kadar ulaşmış birçok kaynak eser, 8. yy’dan itibaren yaşamış olan ilk sufilerin hayat hikâyeleri, eserleri ve tasavvuf hakkında bize ışık tutmaktadır. Bugün ise, modern Müslümanlığı teyit etmek, İslam ve Batı medeniyeti arasındaki çatışmayı önlemek amacıyla tasavvufla ilgileniliyor. Evliyanın hikmetlerini andıran bazı bâtini sözlerle İslam dini ve tarikatları yol değil, yolsuzluğa dönüştürülüyor, tasavvuf sadece kıyafete, ayine ve ehline iftira olacak birkaç yalan söze indirgeniyor. Batılı ülkelerin, siyasi ve ekonomik maksatlarla ürettigi, vahşi, medeniyetsiz bir İslam gerillasına karşı, yine Batı’nın teşvik ettiği, İslamiyet’ten yani temelinden kopartılmış bir tasavvuf gündeme getiriliyor.
Soğuk savaşın devamı olarak 1980’li yıllardan itibaren Türkiye, Batılı dostları tarafından dindar, milliyetçi gençliği teşvike ve komünizmle mücadeleye yönlendirilmişti. Neredeyse bir asırdır sekülerleştirilmiş ve Batılılaştırılmış olan toplumu, Kemalizm’in tabularına sadık kurumlara rağmen, terk edilen değerlerine döndürmek kolay değildi. Öncelikle tarihle barışmak gerekmekteydi. Bu nedenle Osmanlı dönemini idealize eden “yeni Osmanlıcılık” başlatıldı.
İslam’ın dinî değerlerini yeniden hayata geçirmek, ama bir yandan da radikal dinî oluşumları önlemek gerekiyordu. Bu amaçla, millî bir İslam kimligi oluşturuldu. Mevlana’ya, Yunus’a atfedilen şiirler siyasilerin söyleminde yer almaya başladı. Zamanla da Osmanlı toplumunun elitinin tasavvufu, musikisi, edebiyatı, minyatürü, hattı, ebrusu velhasıl tüm mirası zorla popüleştirilerek yeni Türkiye’nin kitle kültürüne dönüştürüldü. Bugün seviyesiz bir nostalji ve geçmiş taklidi olarak gündeme gelen tasavvuf ile ondan ilham alan güzel sanatlar, bir sanat hareketi değil, ulusal ve uluslararası siyasetin zorladığı yeni bir kimlik arayışının sonucudur.
DERVİŞLİK İDDİASI
Eski tarikat ayinlerinin sonunda gelenek olarak, “Taklidimiz tahkik ola” diye dua edilirdi. Zira dinî hayatın temeli öncelikle Peygamberimiz’in taklidine dayanırdı. Tasavvufun temel amaçlarından biri de, bu taklitlerin zamanla gerçekleşerek Kaal (sadece söz) değil, Hal’e (oluşa) dönüşmesidir. Dervişler Peygamber sünnetinin yanı sıra, tarikatlarının Pîr’i olan evliyayı da taklit ederlerdi. Meselâ Mevlevî dervişleri Mevlânâ hazretlerini takliden semâ ederlerdi.
İnsanların kalplerinde ne bulunduğunu, hâllerinin riya mı, gerçek mi olduğunu bilmek için evliyanın feraseti gerekir. Dînen, zâhir yani görünenin esas alındığı gibi, tarikatlarda da asırlar boyu oluşan âdâb ve erkân uyulması gereken zahiri oluşturur. Bir tasavvuf geleneğinin bağlı olduğu Pîr’den bu yana devamlılık içinde olması için meşreb, hâl ve zevkinin devamı gerekir. Dolayısıyla, 1925 yılında kapatılan tekke ve dergâhların, yarım asırdan fazla bir zaman kopukluğundan sonra, geleneğin devamı olarak ortaya çıkabilmesi artık mümkün değildir. Şu anda Türkiye ve diğer İslam ülkelerinin etkilendigi modern Batı medeniyeti de gerçek anlamda tasavvufî hayata olanak vermemektedir.
Konuyu daha da açıklayabilmek amacıyla Mevlevi tarikatını ele aldığımızda, bugün “Mevlevîyim“ diyenlerin tümü, sadece, eski tabirle “derviş olmaya hevesli” anlamına gelen Muhîb olabilirler. Muhîbler, dergâhların açık olduğu dönemde, üç gün matbahta bekletilerek, muhîblik talebinde ısrarlı olup olmadıkları sınanır, ancak ondan sonra arâkiye denilen bir takke giydirilerek dergâhta hizmete alınırlardı. Eğer istekleri devam eder ve hâlleri uygun görülürse, dergâh şeyhine tavsiye edilirlerdi. Şeyh efendi, belli bir ayin ve duadan sonra muhîbbe Mevlevi hırkasını giydirir, Mevlevi külahını (Sikke) tekbirler ve onu yetiştirecek Dede’lerden birine derhâl teslim ederdi. Bu sürede Dede’sinden, Mevlânâ hazretlerinin eserleri, musiki ve diğer güzel sanatları öğrenen Nev Niyaz Mevlevî (yeni derviş) daha sonra, kendi arzusuyla ve ancak belli şartlar yerine gelirse çileye soyunabilirdi. Tarikata ait hizmet kıyafetini giyen çilekeş derviş, selahıyetli şeyhin ve dedelerin terbiyesi altında binbir gün bilfiil hizmet görerek çilesini doldurabilirse, “Dede” ünvanı verilerek dergâhta kendisine bir hücre tahsis edilirdi. Hücrenişîn de denilen dedeler, tarikatın âdâb ve geleneklerini devam ettiren halkayı oluştururdu.
Kısaca da olsa, buraya kadar ifade ettiklerim dergâhların kapatılmasından bu yana kimsenin Mevlevi dervişliği, şeyhliği veya dedeliği gibi sıfatlara gerçek olarak sahip olamayacağı iddiasını ispat için sanırım yeterli delili teşkil ediyordur. Zamanında taklit olarak dahi dervişlik belli bir yol yordama tâbî iken, bugün birçok cahil, kendinden menkul Mevlevî şeyhi ve dervişi olduğunu iddia ediyor.
MEVLEVİ SEMAI
Mevlevi semaı, musiki ve şiir vasıtasıyla tevacud, yani vecd hâlini davet veya taklit etmek demektir. Bugün, ilk anlamı tamamiyle unutulmuş, sadece dönmek kalmıştır.
Her tarikatta olduğu gibi, Mevlevilerde de, haftada bir gün dergâh misafirlere açılır, vakit namazı kılındıktan sonra zikr, evrad, naat okunur, ney üflenir, ardından da Mevlevî ayini icrâ edilirdi. Dergâhlarda, dervişler, Mevlevî ayinleri okundugunda, coşarak, vecd hâline gelir, şeyhinden destur, yani izin alarak semaya başlarlardı. Mevlânâ hazretlerinin şiirleriyle bestelenmiş bu şaheserlerin günümüzde ne sözlerinin ne de müziklerinin anlaşılması ne yazık ki artık çok zordur.
Bugün profesyonel semazenlere niçin döndükleri soruldugunda, “Âlem dönüyor, dünya dönüyor, biz de dönüyoruz.”, “Güneş sistemini temsilen dönüyoruz” veya “İbadet için dönüyoruz.” gibi basmakalıp yanıtlar alınmakta, Batılı oryantalist yazarların tasavvuf ve Mevlevî ayini gibi konulardaki söylem ve teorilerinin, bu türedi dervişler tarafından, bir ilimmiş gibi tekrarı da self-orientalizm’in temelini oluşturmaktadır.
Sonuçta yediyüz yıllık Mevlevîlik, maalesef yolundan saptırılarak, bir yandan siyasete, bir yandan turizme hizmete, diğer yandan da “modern yaşamı dînen teyide” alet olmaya indirgenmiştir.
TASAVVUF MUSİKİSİ
Tasavvufi şiirlerin müziğe uyarlanmasından oluşan eserlere, tasavvuf musikisi diyebiliriz. Tarih boyunca musikinin haram veya mübah olup olmadığı tartışılmış, Mevlânâ Hazretleri dâhil, mutasavvıflar “bidat icat etmekle” suçlanmışlardır.
Bir gün kendisini musiki konusunda eleştiren bir âlime, Mevlana, “Rebab dinlerken cennetin kapılarının açılma sesini işittiğini” söylemiş, âlimin “Peki ben niye duymuyorum? “sorusuna da, “Elbette sen de duyuyorsun, ancak senin duyduğun cennet kapılarının kapanırken çıkarttığı gıcırtıdır.” cevabını vermiştir.
İslam âlimleri şiir ve musiki konusunda farklı hükümler vermişlerdir: Hanefî fıkhına göre fuhşu ve şehveti azdıran musiki caiz değil mekruh, Şafiî fıkhına göre haram, Mâlikî mezhebine göre ancak düğünlerde mübah, Hanbeli fıkhında ise musiki aletleri haram ancak sesle terennümü mübah sayılmıştır.
Tasavvuf geleneğinde ise, genelde şehvet ve işret meclislerini anımsatmamak kaydıyla, bir zikr, vecd, tarab vesilesi olarak kabul edilmişse de, enstrüman olarak sadece ses ile Mazhar ve Növbet adlı ritm aletlerine izin verilmiştir. Mevlânâ Hazretlerinin başta Ney olmak üzere, Ud, Rebab gibi sazlara olan hassasiyeti ve methiyeleri, Mevlevî ayinlerinde sesin yanı sıra enstrümanların da kullanılmasına yol açmıştır. Mevlânâ hazretleri aşağıdaki mısralarda,
Der mezhebi münkirân haramest semâ
Der mezhebi âsikân helâlest semâ
“Semâ, münkirlerin mezhebinde haram,
âşıkların mezhebinde helâldir.” der.
Tasavvuftan kaynaklanan güzel sanatların, taklîdî olmayan, yaşayan sanatlar hâline gelmesi için, sadece teknik bilgi değil, tasavvufî bir hayat da gerekmektedir. Musikinin, hattın, ebrunun, şiirin, minyatürün taklit ve nostaljinin ötesinde gerçek olabilmesi, sanatkârın mesleğinin inceliklerine vakıf olmasının yanı sıra, bilhassa zevkinin yüceliğine bağlıdır. Her edebiyat âlimi şair değildir, ilham sahibi her şair de edebiyat âlimi olmak zorunda değildir. Lakin, özellikle İstanbul’da gelişen tasavvuf, divan edebiyatı ve musikisi ilim ile ilhâmın buluşmasıdır.
Tüm geleneksel sanatlar gibi, tasavvuf musikisi de kemale ermenin aracı değildir. Sadece içimizdeki güzelliklerin aynasıdır ve bu güzellikleri görüp, işitebilende de manevi bir iştıyâk uyandırır.
Şeyh Sadi, Gülistân adlı eserinde, harika bir gül bahçesinde uyuklayan dervişi görünce; “Böyle bir güzelligin ortasında nasıl gözlerini kaparsın?” diye azarladığını, dervişin de, “Ben şu anda senin bu seyrettigin bahçenin bin kez daha güzelini ziyaret etmekteydim, bu gördügün o güzelliğin sadece bir aksi olabilir.” cevabını verdiğini anlatır.
Mevlânâ hazretleri Mesnevi’sinde maddi dünyayı denize, insanı da gemiye benzeterek, “Su gemiyi yüzdürür, ancak içine dolarsa batırır.” der. Bizler batık gemilere benziyoruz, bizi boğan kapitalist çöplük içimize doldukça dolmuş. Tekrar su üstüne çıkabilmek, tasavvuf ehlinin tavsiye ettiği gibi kalbine vakıf olmakla (vukufu kalbi), her hoşumuza giden şeyden “Acaba beni batırır mı ?” diye şüphe etmekle, lüzumsuz heveslerden arınmakla olacaktır.
Her şey iman ile gerçek olur. İmana Allah’ın lütfuyla erişilir. Allah’ın lütfuna da Hz. Peygamber’in sünneti vesile olur, Peygamber sünneti ise tasavvufun terbiyesiyle gerçekleşir.
Evvel olan insandır. İnsanın iç dünyası güzelleştikçe, ürettikleri güzelleşir, zevkleri yücelir.