Nevi Şahsına Münhasır Bir Yazar: FİLİBELİ AHMED HİLMİ Çok Kendine Mahsus Bir Roman: A’MAK-I HAYAL
Melek Paşalı
Osmanlı sivil mimarisinin en güzel örnekleriyle dolu bir şehir düşünün. Farklı stillerde ahşap ve taş binalar, muhteşem konaklar, arnavut kaldırımı sokaklar… Bugün restoran olarak kullanılan fakat mimarisine dokunulmadan muhafaza edilen bir mevlevihane… Ve hepsinden önemlisi şehrin merkezinde hâlâ bütün sadeliği ve güzelliğiyle kaim bir cami… II. Murat’tan kalma caminin altında çayından kahvesine, böreğinden baklavasına kadar birçok Türk lezzetini tadabileceğiniz çok nezih bir kafe… İnsan bu merkeze nazır kafede oturup bu şehre ruhunu veren insanların peşine takılmak, onlarla hiç olmazsa bir kahve içimlik sürede de olsa hemhâl olmak istiyor.
Filibe deyince benim aklıma hemen ismine sıfat olduğu Ahmed Hilmi gelir. Ahmed Hilmi deyince hafif bir boşluk duygusu yaratan bu isim Filibeli Ahmed Hilmi olunca sanki yerini bulup meskunlaşır. Birlikte anlam kazanan bir insanla bir şehir olunca, insan ister istemez o şehirde o insanın izine rastlamak, onları müşahhas bir zeminde birleştirmek isteğine kapılıyor, ama nafile… Filibe’de Ahmed Hilmi’den herhangi bir esere rastlamak mümkün değil. Ne adını bilen var, ne orada hayata merhaba dediğini, ne de sokaklarında bir çocuk olarak gezdiğini…
Bizim bildiğimiz de kitaplarda yazanlardan ibaret, ansiklopedilerde tekrar edilenlerden. Bu bilgilere göre, Filibe’de 1865 yılında dünyaya gelir Ahmed Hilmi. Bugün Bulgaristan sınırları içinde kalan şehir, o dönemde Osmanlı’nın Balkanlar’daki önemli kültür merkezlerinden biridir. Babası şehbender (ticaret müşaviri) olan Ahmed Hilmi’nin, babasının görevinden dolayı mı Filibe’de doğduğu, yoksa aslen oralı mı olduğu konusunda ne yazık ki sarih bilgiler mevcut değil.
Hayatı hakkında yazılan her şey aslında aynı muğlaklıkla maluldur dense mübalağa olmaz. Çocuk yaşta İstanbul’a geldiği, Galatasaray Lisesi’nden mezun olduğu, Jöntürklerle münasebetinden dolayı 1901’de Fizan’a (Libya) sürgüne gönderildiği, II. Meşrutiyet’in ilanı ile İstanbul’a döndüğü bilinmektedir. Akabinde de yoğun bir neşriyat faaliyetine başladığı… Bugün hakkında konuştuğumuz, konuşma imkânı bulduğumuz Ahmed Hilmi daha ziyade bu yayıncı, yazar, düşünür Ahmet Hilmi’dir.
1908 öncesinde neler yaptığı, nerelerde yaşadığı, kimlerle görüştüğü bilgimiz dâhilinde değildir, fakat bu hayattan devşirilen miras artık kamuoyunun önündedir. 1914’e kadar, yani yaklaşık altı yıllık bir periyotta İttihad-ı İslam, Hikmet ve Coşkun Kalender isminde üç haftalık dergi ve onlarca kitap yayımlar, üstelik kendi kurduğu matbaasında. Aynı zamanda Darülfünun’da felsefe dersleri verir.
Hiçbir gruba aidiyeti yoktur, İttihat Terakki’yi eleştirir, dönemin Batılılaşma anlayışını reddeder. Medeniyet krizine dışarıdan değil, içeriden bir karşılık arar. Bu arayışında, “tek başına düşünen bir adam” gibi görünür. İdealist, kararlı, mücadeleci ve yalnız bir adam. Bir aile hayatı olmadığı gibi, kendini gösterdiği, birlikte göründüğü bir sosyal “çatı”sı da yoktur. Sadece düşünür, yazar ve yayımlar.
Mutemelen sürgün yıllarının verimi olan eserleri tarihten dine, felsefeden siyasete, milliyetçilikten feminizme dek geniş bir düşünce yelpazesinde seyreder. Osmanlı’nın mevcut durumu bütün yönleriyle kafa yorduğu, tefekkür ettiği bir fikri zemin olarak görünür. Bu meseleler çağdaşı mütefekkir ve yazarların da kalem oynattığı, fikir serdettiği meselelerdir kuşkusuz. Çöküş içindeki bir milletin çok yönlü düşünme faaliyeti içinde uğranılması kaçınılmaz duraklar. Fakat Ahmed Hilmi’yi çağdaşlarından ayıran en önemli özellik, döneminde pek kimsenin tenezzül etmediği bir “durak”ta nevi şahsına münhasır şekildeki “ikameti”dir. Bu durak tasavvuftur.
“Gözden ırak” olduğu yıllarda, muhtemelen Fizan sürgününde mülaki olduğu tasavvufa hangi vesileyle, ne surette intibak ve intisap ettiği konusu tıpkı bütün hayatı gibi sırlanmıştır. Libya menşeli Arusi tarikatına mensup olduğuna dair genel kanaatin dışında merakımızı giderecek bilgilerden mahrumuz. Mesela şeyhi kimdir, onunla nerede ve nasıl karşılaşmıştır, intisabı ne zaman ve nasıl olmuştur gibi soruların cevabı meçhuldur. Kişisel hikâyesini kendisine ayırmış, belki zamanla kendisi de unutmuş, bu unutuştan herkese ait başka bir hikâye çıkarmıştır: A’mak-ı Hayal. Edebiyat sahasının diliyle tanımlamaya çalışırsak, Yeni Türk Edebiyatı’nın en kendine mahsus romanı.
A’mak-ı Hayal, 20. yüzyılın başlarında kendine tamamen farklı bir güzegâh arayışında olan Türk Edebiyatı’nda kimsenin iltifat etmediği bir çıkış yolunu seçer. Muhtevası ve kendini inşa ettiği zemin “eski”, şekil itibariyle “yeni”dir. Eser, klasik edebiyatla aynı varlık tasavvuruna yaslanır; tasavvuf. Fakat bunu tahkiye edişi yenidir. Klasik edebiyatın manzum anlatı geleneğini değil, modern bireyin ihtiyacına karşılık gelen tahkiyeyi tercih etmesine rağmen menkıbenin “azaltılmış” dünyasına mahkum olmaz. Hikâyede aslolan “hikmet” modern bir bireyin hikâyesi üzerinden, bir zaman ve zemin ekseninde kurgulanır. Böylece hikmetin kendisi kadar, ona giden yol ve yolcunun hâlleri de anlatıya dâhil olmuş olur. Üstelik birçok edibin “realist” eser verme derdinde olduğu bir dönemde A’mak-ı Hayal ne realist ne romantik kalıplar içinde tanımlanabilir. Gerçeküstücü yapısı, sembolik dili, Doğu-Batı mistisizmine ve tasavvufa ait malzemesiyle kendine mahsus bir yer icad ve işgal eder.
Kitap iki bölümden oluşur; Raci’nin Hatıratı ve Manisa Tımarhanesi. Birinci bölümde romanın ana kahramanı Raci’nin Aynalı Baba ile karşılaşması ve akabinde geçen dokuz gün anlatılır. Bu dokuz günlük yolculuğun bir ayağı gerçeklik, diğeri ise “hayal” üzerine kurulmuştur. Delikanlı Raci’nin tesadüfen uğradığı bir mezarlıkta karşılaştığı meczup kılıklı Aynalı Baba ve onun kulubesinde geçirilen zaman dilimi birinci kitabın gerçeklik zeminini oluşturur. Raci ile Aynalı Baba mezarlıktaki bu kısa ikametlerinde kahve içerler, sohbet ederler, Aynalı Baba ney üfler. Aynalı Baba’nın üflediği neyin etkisiyle Raci başka bir varlık boyutuna doğru açılır. “Hayal” bu varlık boyutunun adıdır. Bu boyutta Raci asırlar önce yaşamış şahsiyetlerle karşılaşır, Belh’ten Hint’e, Kaf Dağı’dan Cabülsa’ya uzanan bir çizgide, Buda’dan Zerdüşt’e, Aristo’dan Eflatun’a varlık hakkında söz söylemiş nice şahsiyete rast gelir; bazen onları temaşa eder, bazen onlarla sohbet eder, bazen de bizzat olayın merkezine yerleşir, fail olur. Ve nihayet dokuzuncu günde uluların meclisinde Resûlullah’ı bulur. Uyandığında Aynalı Baba sırrolmuştur.
Kitabın ikinci bölümü Manisa Tımarhanesi’nde başlar. Raci delilerin arasında “akıllı” olmanın anlamını arayan bir şahsiyet olarak karşımıza çıkar bu kez ve yalnızdır. Anadolu’nun her yerinde arayıp da bulamadığı, sırra kadem basmış mürşidi Aynalı Baba ile burada yeniden karşılaşır. Bu bölümde de birinci bölümde olduğu gibi hakikat arayışında farklı zaman boyutlarına, farklı kisveler ve kimlikler altında yolculuklar yapar. Hakikat arayışı bu bölümde aklın ve deliliğin sınırları içinde kemale erer. Varlık bütün boyutları ile temaşa edilir. Salik birinci bölümde tanıştığı hayal âlemininin sırlarına vasıl olur.
A’mak-ı Hayal’in kahramanı Raci, modern bir eğitim almış, felsefeye meraklı, anlam arayışında cevapsız kalmış bir genç olarak anlatır kendini. Modern felsefenin serdettiği insan ve varlık tanımı onu ikna etmez. Anlamsızlığı bir varoluş şekli olarak kabul edip kendini dünya zevklerine teslim ettiği dönemde ise Aynalı Baba ile karşılaşır. Böylece biz yazıldığı dönemin “genç” tipolojisini veren Raci ile artık modern insanın anlam sorusuna cevap verme ehliyetini kaybettiği varsayılan “eski” dünyanın bir mensubunun karşılaşmasına tanıklık ederiz. Bu karşılaşmada “eski”, “yeni” tarafından hapsedildiği önyargı çemberinin dışına çıkar, kendi dünyasına kapanmış, donmuş algısından azat edilir. Varlık tarihin, siyasetin, felsefenin ve dinin tek taraflı kurgulayışından kurtarılıp kendi bütünlüğü içinde yeniden keşfedilir âdeta, tevhit edilir.
A’mak-ı Hayal’de insanlığın bütün manevi mirası hiçbir ayrım gözetmeksizin, âdeta yeniden gözden geçirilir. Hristiyanlık’tan Budizm’e, Yunan mitolojisinden modern felsefeye dek bütün düşünme ve inanma biçimleriyle yüzyüze geliriz. İnsanlık aynı şeyin peşinde koşan büyük bir aile gibi gösterilir. 1913’de basılmış bir eser olmasına rağmen, dönemin siyasi ve felsefi şaşaasından uzak, “dışarıda kopan fırtınaya karşı” biganedir. İnsanın din dışında ve ulus devletin sınırları içinde yeniden inşa edildiği bir zaman diliminde dikkatini aslolandan ayırmamakta ısrarlı, mütevazi ve müstağni bir nazarın mümkünlüğünü gösterir sanki. Eser, bu nazardan bakıldığında bir ney sesi kadar hafif ve derindir.
Bu varlık ve hakikat algısı Filibeli Ahmed Hilmi’yi içine doğduğu medeniyet krizine cevap arayışında birçok çağdaşından ayırır. Zira o, herkesin “somut” değişimler üzerine kafa yorduğu, yeniliğin hemen görünür ve tecrübe edilir tarafına meylettiği, “dış dünya”yı Batı medeniyetinin formları içinde yeniden inşa etmeye çaba sarf ettiği bir zaman diliminde “hayal” kadar uzak bir yere bakar; hakikate. Hakikati olmayan bir gerçeklik kurgusu “yeni” olmanın dışında ne anlama gelebilir ki?
Ahmed Hilmi bu farklı duruşu ve belki ancak yüzyıl sonra akla gelebilecek bir seçeneği çok erkenden işaretleyişi sebebiyle doğal olarak gündemin dışında kalır. Çok yönlü yayın hayatı, münferit varoluşu, dönemin makbul yapı ve organizasyonlarıyla nizalı oluşu da onu görünür olmaktan alıkoyar. Bu nasipten A’mak-ı Hayal de payına düşeni alır. “Eskiyi yeni bir surette söyleme” ilkesini ısrarla gündeme getirenler, bunu tek çıkış yolu olarak vazedenlerin de dikkatine nail olamaz bir türlü. “Eski ve yeni”yi herkesin kendince tanımladığı, ortak bir zeminden mahrum bir tefekkür ve sanat dünyasında A’mak-ı Hayal birkaç satırlık değerlendirmelerin dışında herhangi bir iltifata mazhar olamaz, edebiyat tarihçilerinin dikkatini celbedemez. Filibeli Ahmed Hilmi sanki herkesin özlemle andığı ama hiç görmediği bir sevgiliyi bizzat görmüş ve anlatmaya teşebbüs etmiş ama kimseyi inandıramamıştır. Az sayıda ama istikrarlı bir okuyucu kitlesinden başka.
Filibeli Ahmet Hilmi’nin onca eserinin arasında yine de ismini en çok gündeme getiren eseri A’mak-ı Hayal olur. Tam bir asırdır vefalı bir okuyucu kitlesi tarafından takip edilen bu eserin okuyucuyla buluşma serüveni de ayrıca üzerinde durulmaya değer başka bir bahistir. İlk defa Necat gazetesinde tefrika edilen eser, kitap olarak basılırken makus talihinden kurtulamaz. A’mak-ı Hayal’in birinci kitabı (Raci’nin Hatıratı) Necat gazetesinde, ikinci kitabı (Manisa Tımarhanesi) ise Hikmet gazetesinde tefrika edilir. Filibeli Ahmet Hilmi Amak-ı Hayal’i kitap olarak neşretme imkânı bulamadan, 1914’de genç yaşta vefat eder. Ölümünden onbir yıl sonra, 1925’te eser eski harflerle kitap olarak basılır fakat baskıda birçok hata ve eksikler mevcuttur. Kitabın latin harfleriyle baskısı ise 1958 yılında yapılır. Bu baskı da önceki baskının hatalarıyla birlikte tekrarı hükmündedir. A’mak-ı Hayal günümüze dek birçok yayınevi tarafından sadeleştirilerek, defalarca basılmış, sadeleştirme faaliyetinde ne yazık ki haddi aşan tasarruflarda bulunulmuştur. Adeta her yayınevi eseri kendince yeniden yazmış, okuyucu müellifin orjinal diliyle neredeyse hiç muhatap olamamıştır. Ta ki 2014’e kadar…
Filibe’de Ahmet Hilmi’nin ayak izini ararken yanımda getirdiğim nüsha vefatının 100. yılı anısına yapılan eskiksiz ve orjinal metinden müteşekkil özel bir baskı. Kaknüs yayınlarından çıkan metni Ali Yıldız yayına hazırlamış. İçimden şükranlarımı arz ederken şunu da düşünmeden edemiyorum. A’mak-ı Hayal’i orjinal dilinden ve eksiksiz okumak için okuyucunun, Filibeli’nin bütün ömründen iki kat fazla beklemek zorunda kalmış olması ne ilginç… Ki o okuyucuya Ahmed Hilmi kitabın önsözünde şöyle hitap ediyordu: “Bu kitabı, endişe-i hakikatle meluf vicdanlar, mebahid-i nihaiyyeyi seven insanlar zevkle okuyabilirler. Bir asırdır bu muhit ve bu millet hayli Raciler yetiştirdi ve daha birçokları yetişecektir. Hikmet (dergisi) karilerine takdim ettiğim ettiğimiz bu hikâyeler (Acaba hikâye mi?) mazhar-ı teveccüh olursa kendimizi bahtiyar sayarız, çünkü bu hikâyeye rağbet, ciddiyata izhar-ı teveccüh manasını mutazammındır…”