Ateşi Canlı Tutmak
Beşir Ayvazoğlu
Eğer mağlupsanız, ya galibe tapar, ona benzemeye çalışırsınız yahut kendi içinize kapanırsınız. Kendi içine kapanmak, “bozgunda fetih rüyası” görmek şeklinde de tezahür edebilir; hele zengin bir tarihin ve kültürün içinden geliyorsanız, mağlubiyeti asla hazmedemez, kendinizi daha rahat hissedeceğiniz muhteşem zafer devirlerine kaçarsınız. Aslında kaçılan geçmiş, bütün olumsuzluklarından arındırılmış, kusursuz, sadece iyilik ve güzelliklerden oluşan steril, daha doğrusu yeniden inşa edilmiş hayalî bir geçmiştir. Geçmişi daha güzel bulanlar, eskilerin tabiriyle “maziperest”ler, bir yolunu bulup özledikleri geçmişe gerçekten kaçabilseler, bir an önce kurtulmak için her yolu denerlerdi. Aslında geçmişle bu manada ilişki, onu sırtımızda korktuğumuz, fakat istesek de istemesek de bizi bekleyen geleceğe ağır bir olarak taşımaktır. Bu ağır yük, adımlarımızı yavaşlatacağı için, akışı gittikçe hızlanan tarihin dışında kalma tehlikesi vardır.
Bu yorum, geçmişi yok saymak, paranteze almak gerektiği anlamına gelmez. Geçmişe tapınmak kadar, onu yok saymak da tehlikelidir; yok saydığınız takdirde, “geçmişin hayaleti” hiç ummadığımız zamanlarda ve şartlarda karşınıza çıkarak sizi hazırlıksız yakalayıp çok zor durumlarda bırakabilir. Türkiye, tarihinin bir döneminde geçmişin yok sayılması, yok saymaktan da öte, bütün maddi ve manevi tezahürleriyle yok edilmek istenmesi -ki bu belli ölçüde başarılmıştır- yüzünden bugün ciddi problemlerle karşı karşıyadır. Osmanlı geçmişimizin idealize edilip yüceltilmesi, yani geçmişe tapınma da bu yok sayışın dramatik neticelerinden biri olarak görülmelidir.
Üzerinde oturduğumuz kültürden niçin taşınmak (kaçmak) veya kurtulmak (yıkım) istedik? Bu bence çok önemli biri sorudur. Cevabının basit olduğunu sanmıyorum; fakat kestirme bir cevap aranırsa, kolonyalizmin sağladığı ekonomik büyüme, teknolojik ilerleme ve sanayi devriminin Avrupa’ya sağladığı avantajlar yüzünden yaşadığımız askerî yenilgilerin ve sürekli geri çekilişin yarattığı psikolojik çöküşten, yılgınlıktan söz etmek mümkündür.
Yönetici zümre ve entelijansiya, Avrupa’nın bizi geri püskürten ekonomik ve teknolojik üstünlüğüyle sosyal ve kültürel organizasyonu arasında deterministik bir ilişki kurmuş, mesela suçu toplumu uyuşturduğunu düşündükleri eski musikiye yüklemiş, tiyatromuz, operamız, polifonik müziğimiz olursa, yazıyı sağdan sola değil de, soldan sağa doğru yazarsak, eski binaları yıkıp düz caddeler açarak eğri büğrü sokaklardan kurtulursak ilerleyeceğimizi zannetmişlerdir. Bunun tabii sonucu, “mani-i terakki” olduğu düşünülen bütün değerlerden -çok zaman vandalizm ölçülerine varan- bir kurtulma gayretidir. Bu gayreti gösterenler ne benimsemek istedikleri medeniyetin iç dinamiklerinin farkındaydılar, ne de kurtulmak istedikleri kültürün değerinin…
Bu vandalizmin ciddi bir tepki ve öfke yaratması kaçınılmazdı; önceleri yer altında barınmaya çalışan bu tepki, yer üstüne çıkma imkânı bulduğunda, elinde kalanların yaratıcılığın kaybetmiş bir medeniyetin külleri olduğunu fark edemedi ve bu küllere tapınmaya başladı.
Küllere tapınmak değil, ateşi canlı tutmak, tarih şuurudur. Tarih şuuru, geçmişin aslında geçmemiş olduğunun farkına varmak, daha açık bir ifadeyle, geçmişin hâl’de mündemiç olduğunu bilmektir. “Geçmişin hâl içinde varlığını hissetmek, sınırsızı sınırlı olanda, yani bugünde bulmak bir şairi yahut yazarı gelenekçi yapar-” diyor T. S. Eliot; böyle bir şair veya yazar bu anlamda hem gelenekçidir, hem de çağının şuurunu ifade etmesi bakımından modern… Tarih şuuru, muhteşem zaferlerden dem vurmak, mefahirden söz etmek, geçmişte kalan her şeyin iyi, doğru ve güzel olduğunu zannetmek değildir. Geçmişi tekrarlayarak gelenekçi olunmaz. Mesela bir mimar eskiden kullanılmış mimari elemanları tekrarlayarak veya bir şair bugün gazel yazarak gelenekçi olamaz; ama mimar öyle eserler yaratır, şair öyle şiirler yazar ki, ortaya koydukları eserler hem kendi çağlarının şuurunu ifade eder, hem de bütün bir geçmişin birikimiyle alışveriş hâlindedir. Kültürde devamlılık o zaman gerçekleşir. Aslında Tanpınar, yıllar önce benim bu anlattıklarımı formüle etmiş: “Devam ederek değişmek, değişerek devam etmek!” Geleneğin içinde yetişmiş büyük bir âlim olan Elmalılı Hamdi Yazır da “Beka içinde yenilenme, yenilenme içinde beka” diyor. “Beka”yı gelenek diye tercüme edebilirsiniz.
Bu açıdan bakılırsa, aslında muhafazakârlık yeniden üretmek, yaşar hâle getirmek, geçmişi çağın şuuruna tercüme etmek demektir. Muhafaza etmekten, bir şeyleri ileride kullanmak üzere derin dondurucuya koymak gibi bir anlam çıkarılıyorsa, yanlıştır. O zaman cevabı verilemeyecek bir soru, “Neleri muhafaza edelim?” sorusu kaçınılmazdır. Şunları muhafaza edelim, şunları etmeyelim diye bir liste tanzim edilemez; edilmek istenirse, bu bir çeşit mühendislik olur. Biz bu mânâda mühendisliğin en aşırılarını yaşadığımız için bugün bir yığın problemle boğuşuyoruz. Neyin muhafaza edileceğini ve edilemeyeceğini hayatın şartları ve zamanın ruhu belirler; önemli olan bunu fark edebilmek, zamanın ruhunu okuyabilmektir. Ben geçmişi donmuş bir hâlde, olduğu gibi korumaya çalışan insanlara değil, onu yaratıcı bir hamleyle geleceğe taşıyanlara, geleceğimiz için besleyici bir kaynak hâline getirme gayreti gösterenlere muhafazakâr diyorum. Zaman zaman kullandığım “yaratıcı muhafazakârlık” tabiri bu anlamdadır.
Bu süreç, hiç şüphesiz, bizdeki gibi kültürden dramatik kopuşlar ve travmalar yaşamamış toplumlarda sağlıklı işleyebilir. İçinden geldiğimiz kültür, yaratıcılığını sürdürerek kendini yeniden üretme imkân ve şartlarını kaybettiği için kafalarımız çok karışık. Kısacası, trajik bir durumla baş etmek zorundayız. Bizim olduğunu zannettiğimiz kültür, aslında artık bizim olmayan, anlam dünyasını kaybederek dışına ve uzağına düştüğümüz, bu yüzden içi boşalmış formlarıyla avunduğumuz, daha doğrusu küllerine tapındığımız bir kültürdür. Bu kültüre sahip çıkanların onu ne kadar anlayıp temellük ettikleri de ayrıca tartışılabilir.
Sonunda, kendi kültürümüzü yabancılar gibi, alfabesinden başlayarak yeniden öğrenmek gibi tuhaf bir durumla karşı karşıya kaldık. Ne var ki bu öğrenme sürecinde kullandığımız araçlar, kavramlar, terminoloji vb. hep yabancı. Dolayısıyla geride bıraktığımız ve bizim olduğunu varsaydığımız kültürü öğrenirken aslında onu farkında olmadan oryantalistler gibi yeniden şekillendiriyor, çarpıtıyoruz. Elimizde kapıyı açacak anahtarlar yok. Eğer sizin kültür, düşünce ve estetik dünyanızı gelenek belirlememişse, onu sonradan öğreniyorsanız, yaptığınız bir çeşit oryantalizmdir. Bu topraklarda yeşermiş ve asırlarca yaşanmış kültüre özellikle aydınların ne kadar yabancılaştığını anlamak için etrafınıza şöyle bir bakmanız yeter.
Peki, bu kültürle ve gelenekle yeniden bağlantı kurmak mümkün mü? Mümkün elbette. Hiçbir kültür büsbütün yok olmaz. Bizim kültürümüz işte burada, kütüphane raflarında, arşiv depolarında, mimari eserlerde, şehir dokularında, hatta mezarlıklarda… Eğer bu kültürün dilini öğrenip şifrelerini çözerek derinliklerine nüfuz edebilirseniz, onu sevebilir, benimseyebilirsiniz. Bizim şansımız elbette yabancılardan daha fazla. İçimizde bir yerlerde ince tellerle bu kültüre bağlıyız. Ben, bu toprağın kültürüne ve değerlerine kendilerini en yabancı hisseden aydınların içinde bile, bu kültürün, bir vicdan azabı gibi konuştuğundan, derinlere yürümüş bir kıymık gibi sürekli rahatsız ettiğinden eminim. Bu vicdan azabından kurtulup geleceğe daha güvenle bakmanın, başka bir ifadeyle, geçmişi geleceğe ağır bir yük olarak taşımaktan kurtulmanın yolu, içinden geldiğimiz dünyayı tapınarak değil, anlamaya çalışarak yeniden keşfedip bir enerji kaynağı hâline getirmektir.
Geleneği yaşatıp gelecek nesillere aktarmak isteyen muhafazakârların davranışı elbette saygıya değerdir. Onlar olmasa, bir bilgi ve buna bağlı duyuş tarzı büsbütün yok olacak, yani daha da fakirleşeceğiz. Bunun hiç de istenen bir durum olduğunu zannetmiyorum. Ancak geleneğe kapanarak karşı meydan okuma imkânsızdır. Keşif ve yeniden inşa sürecinin yaratıcı olabilmesi için küreselleşmenin imkânlarını kullanarak çağdaş dünyayı iyi okumak, neler yapılıp edildiğini çok iyi bilmek şarttır. Aksi takdirde geleneğin ateşini canlandırmak mümkün değil.
Evet, Gustav Mahler’in dediği gibi, “Gelenek küllere tapınmak değil, ateşi canlı tutmaktır.”