Bir Aldanma İmkânı Olarak Romantizm
Melek Paşalı
Romantizm özü itibariyle geçmişte yekpare ve mükemmel bir ana duyulan özlemin etkisiyle, o anı çağrıştıran veya temsil eden “şey”lere yüklenen anlamlardan, anlamlandırmalardan müteşekkil bir dil, bir duyuş ve bir tavır olarak tanımlanabilir. Bu tavrı ayakta tutan sütunlardan biri geçmişe özlem (nostalji) ise diğeri de o özlemden dolan boşluğu doldurmak ihtiyacıyla tutunulan anlamlandırma yöntemidir. Bu anlamlandırma sayesinde şeyler romantik bir hüviyet kazanır. Ünlü Alman şair Novalis bu durumu şöyle tanımlar: “Romantikleştirme niteliksel bir yoğunlaştırmadan başka bir şey değildir.” Peki insan bu “yoğunlaştırmaya” genellikle ne zaman ve nerede ihtiyaç hisseder?
Edebiyat tarihi açısından baktığımızda Romantizm bir 18. yüzyıl çocuğudur ve onu doğuran zamanın ruhu büyük dönüşümlerin, yıkım ve yeniden inşa süreçlerinin yakıcı ateşiyle yanıp tutuşan ruhtur. Söz konusu böyle bir ruh olunca, yıkılan şeylerin arasında devletler, saltanatlar, kadim tahtlar ve kavramlar, hatta din de yerini alacak, geriye şekil verilmek üzere bekleyen bir boşluk kalacaktır. Bu boşluğa yeni isimler ve anlamlar yükleme işi ise, siyasetçilere, filozoflara, sanatçılara düşecektir.
Batı toplumlarında dinden boşalan yere sanatın ikamesi ve sanatın üzerinden tarihe, köklere, ilk ana dönme ve oradan yeni bir insan tanımı ile geri gelme süreci son derece anlaşılır bir süreçtir ve bu süreçte birey ne yıktığını ve yerine neyi ikame etmeye çalıştığını bilen bir özne durumundadır. Bu yıkımın mağduru değil, adeta şövalyesi olarak oyunun içindedir. Yeni oluşumun içindeki görevinin mahiyeti ve sınırlarını sahih bir tecrübeyle deneyimlemektedir. Hem düşünen hem tasavvur eden, hem hayal kuran hem hayalini dışarıdan seyreden, hem oynayan hem de oyununu izleyen varoluşsal bir deneyim. Schiller’in, insanı “oyun kuran bir varlık” olarak tanımlayışı bu durumla örtüşmektedir. Eski oyunu bozduğunu bilen birey, yeni kurduğu oyunun kurallarını ve araçlarını da belirleme yetkinliğindedir.
Romantizmin bu bilinçli oyun içinde görülen bir rüya olduğunu düşünmekte bir mani yoktur. Bu rüyada imgelerin kendisi de anlamları da rüyayı gören özne tarafından inşa edilir. Sanatçının bu oyunda rolü rüyayı gören özne ile kendisine rüya gördüren nesne olarak iki boyutludur ve bu ikili bilinç hâli mistik bir varoluşu da beraberinde getirir. O kadar ki buradan sanatı, dinin yerine ikame eden mistik sıçramaya ulaşılmış olur. Özellikle Alman Romantiklerinde görülen bu geçişte sanatçı da yeni bir tanım elde etmiş olur: “Tanrı gibi yaşayan insan.”
Bu tanrı gibi yaşayan insan, tarihin içinde yeni anlamlar ararken bir taraftan da o anlamları “kesifleştirerek” görünür kılmaya, bu yolla dikkatleri uyarılan diğerlerini de oyuna almaya çalışır. Zira varoluş birlikte oynanan bir oyundur ve bu birliktelikten yeni ve müşterek sıfatlar elde edilir. Böylece millî, tarihi, siyasi, maddi, manevi, öznel, nesnel sıfatlar bireyleri müşterek bir isim altında ve aynı ideal içinde yeniden “bir”leştirdiğinde, “biz” varoluşunun anlamına yükselmiş olur. Sanat ve özelde romantizm bu yeni binanın “ruh”u gibidir ve bu ruhun gerek gördüğü yerde kendini “yoğunlaştırması, anlamını çoğaltması, estetize etmesi” bu olağan yapı içinde son derece anlamlı bir süreçtir ve bunun dozajını o ruhu taşıyan sanatçı sezgisel olarak tayin ve takdir edecektir. Peki Romantizm nerede ve ne zaman bir aldanma imkânı olarak kendini gösterir? Veya sanatçı bir oyun kurduğunu ya da diğer tabiriyle kendine ve diğerlerine bir rüya gördürdüğünü unutarak hareket ettiğinde romantizm neye dönüşür?
Romantizmin bu anlamda ilk mağdurları edebiyat okuyucularıdır. Bir oyunun içine çekildiklerini unutacak kadar kendilerini oyuna kaptıran yüzlerce okurun Genç Werter’in Acıları’nı okuduktan sonra intihar ettiği malumdur. Yine aynı dönemlerde çok yaygın olan tarihî romanlar yoluyla güç ve iktidar konusunda “yanıltılan” halk kitleleri için Masonluk, Cizvitler, Gül Haçlıları ve hatta Aydınlanmacıların gizli dernekleri dünyanın görünmeyen gizli tarafını teşkil eder. Bu yapılar üzerinden kurgulanan gizemle halk hem güya büyük oyunun içine girme şansını elde etmiş şanslı birey, hem de bizzat bu yapı tarafından tehdit altında olan bir kurban rolündedir. Bu ikili oyun, aşk ve iktidar gibi insanın temel zaafları üzerinden ona yaklaşır ve adeta “sır” verir; hayatın, aşkın ve hatta tarihin sırrını… Asırlarca iktidardan ve aşktan devlet ve din eliyle uzak tutulmuş Avrupalı halklar için bunlar kuşkusuz paha biçilmez bağışlardır. Böylece dinin hep ötelediği cennet buraya yaklaşmış ve bir imkân haline gelmiş olur.
Bu dönem romanlarının ortak çatısı, iyi ile kötünün çatışması, aşk ve vatan için yapılan kahramanlıklar ve insan olmak için ödenen bedeller şeklinde özetlenebilir. Bütün bunları dini dışarıda bırakarak insanın özüne yönelik deneysel bir kazı çalışması gibi görmek de mümkündür. İnsan acaba romantikleşerek nereye kadar gidebilir? İçindeki imkânların onu götüreceği nihai vatan neresidir? Bu soruya İngilizlerin, Fransızların ve Almanların verdiği cevap kuşkusuz birbirinden farklıdır. Aynı yöntemle varılan bu farklı sonuçlar Romantizmin iddiasını da doğrular niteliktedir; nasıl insan varsa, o insana ait bir tarih ve o tarihi birlikte yazmış bir millet de vardır ve millet Romantizmin varoluş skalasında son noktadır. Millete mekân olan yere de vatan denir.
Romantizmin bizdeki seyrine baktığımızda da durum benzerlik gösterir. Bizde de çöküş dönemi sanatçılarının ana dili Romantizmdir ve yeni oluşan yapıya isim vermek için yürütülen çabaların ana hattını temsil eder. Fakat burada göze çarpan farklılık, Romantizmin keşfedilmiş değil, öğrenilmiş bir dil olarak var olmaya çalışmasıdır. Avrupa menşeli eserlerden ve özellikle de Fransa üzerinden gelen romantik bakış, Romantizmi yeni toplumun inşası için kullanılan sosyal bir arguman olarak benimsemeye yatkındır. Alman Romantizminde olduğu gibi insan olmanın imkânlarına yönelik bir merak ve keşif duygusundan ve mistik boyuttan yoksundur.
Tanzimat dönemi romanları, iyi ile kötüyü Doğu ile Batı ve aşk ekseninde çatıştıran, oyun kurma gücü zayıf, rüyası yeterince renkli olmayan metinler mesabesindedir. Bu metinlerde sanatçı bir oyun kurucu olarak değil, bir taklitçi olarak karşımıza çıkar. Batıda olduğu gibi halkla birlikte görev alınmış bir “yıkım”dan sonra ortaya çıkan boşluğu doldurmak üzere oyun kurma görevini üstüne almış bir sanatçı olarak sahnede değildir. Aksine “yıkım” için halkı ikna etmeye çalışan bir vaiz görünümünde ve daha yolun çok başındadır. Üstelik kafası da karışıktır; neyi, neden ve nereye kadar yıkması gerektiği konusunda el yordamıyla gidiyor gibidir. Tanzimat sanatçısının bu el yordamıyla hareket eden tavrı doğal olarak onu Romantizmin temel fonksiyonu, niteliksel yoğunlaşma ve anlamlandırma etkinliğinde zayıflatacak ve daha pragmatist ve hatta primitif bırakacaktır. Romantizmin bugün bütün dünyada geldiği nokta da nihayetinde burasıdır; kitlelerin ihtiyaç hissettiği “duygu”ları primitif bir surette canlandırmak, pragmatist bir surette kullanmak! Bir edebi akım olarak Romantizmin üzerinden birçok farklı sanatsal tavır (Realizm, Sürrealizm, Postmodernizm vb.) geldi geçti malum, fakat Romantizm insanlar üzerindeki gücünü hiç yitirmedi. Yaşadığı ana tutunmakta zorlanan, her ayağı kaydığında geçmişe öykünen, hep sevmek ama daha ziyade sevilmek isteyen, olduğundan daha fazla bir şey olduğunu hisseden ama bunun ne olduğunu bir türlü bulamayan insanın üzerinde Romantizmin neden cezbedici bir etki bıraktığını anlamak elbette çok kolay. Üstelik onun her devir ve döneme uygun rüya gördürme kabiliyetini de atlamamak lazım. Tarihin, gizemin, aşkın, kahramanlığın izinden giden romanların figürleri dönemsel olarak değişir ve yenilenir; içerideki “iyi”nin rolü hep başrolde kalmak kaydıyla…
Çağdaş popüler romanlarda dikkat çeken buna benzer romantik unsurlar bir tesadüf olmasa gerek. Dinin, mistisizmin veya maneviyatın daha fazla dillendirildiği dönemlerin edebi metinleri, özellikle popüler edebiyata ait metinler, romantizmin imkânlarını kullanan fakat ruhunu taşımayan metinler olarak göze çarpar. Konular genellikle tarihten veya tarihi kişiliklerden seçilir; dil, duyguları manipüle etmeyi hedefleyen yapay bir süs giyer; akıl, sanki daha üst bir akla varılmış da “gündelik” olana ihtiyaç kalmamış gibi tevazu suretinde bir kibir elbisesi giyer ve ortaya çoğunluğa hitap eden ama bir taraftan da hayatın sırrını ifşa eden eserler çıkar. Bu eserlerin okurları kısa süreli de olsa bir rüya gördürülen, o rüyada kendi zaafları da örtülen ve insan olmanın “muhteşem kolaylığına” edebiyat üzerinden ikna edilen “mağdur”lardır aslında.
Evet sadece edebiyat üzerinden… Çünkü hayat içinde verilmesi gereken “imtihan” edip tarafından atlanmış ve yerine getirilmemiştir. Yani diğer şekliyle söylersek, edip (sanatçı) kurduğu oyunun hem içinde hem de dışında durma, rüyayı hem kuran hem de gören olma hâlini atlamış, kendini oyun kuran diğerlerini de oyunu seyreden olarak ayırmış ve romantik varoluşu reddetmiştir. Oysa romantik sanatçının bütün gücü kurduğu oyunun hem öznesi hem de nesnesi olmak içtenliğinden müteşekkildir ve bu yüzden “etkileyici”dir. Kendini hiyerarşik olarak diğerlerinden ayırmayan romantik sanatçının tek farkı, oyundayken ilham alan ve bunu dışavuran birey olmaktan ibarettir. Görülen rüyayı anlatan ve yorumlayan birey olmaktan… Romantik sanatçı bir anlamda da rüya yorumcusudur. Birlikte görülen rüyayı “hayra” yormaya çalışan bir yorumcu…
Romantizmi iki yüzyıl önce bu kadar “güzel”, bugün ise “kitsch” gösteren ayrım da muhtemelen burada yatıyordur. Hayatın anlamına doğru çıkılan yolculuktan elde edilmiş bir estetik mirası, şöhrete ve paraya doğru çıkılan bir yolculukta bir “yöntem” olarak kullanma cüreti bugünün sanatçısını kelimenin ikinci anlamıyla bir oyuncuya dönüştürüyor. Okurun bu oyuna gönüllüğü nasıl açıkanabilir peki? Acaba okur, hayatın anlamını arayan değil de, sadece arıyormuş gibi yapan bir oyuncu olmak mı istiyor? Eğer hâl buysa, Romantizm bugün birlikte değil de karşılıklı ve gönüllü oynanan bir oyun demektir. Sınırları da, kuralları da karşılıklı belirlenen bir oyun… İnsan bir kere rüyanın gerçekten daha güzel olduğuna kani olduktan sonra –buna kani olmayan insan var mıdır?- bugün Romantizme düşen görev, insana temel zaafları üzerinden güzel bir rüya göstermekten başka ne olabilir?
Peki gerçekte bir romanatik sanatçının bir sınırı var mıydı acaba? İnsan nereye kadar rüya görmeye devam edebilirdi? Bunun en güzel cevabını Novalis verir: “Rüyamızda rüya görmeye başladıysak uyanmanın vakti gelmiş demektir!”