Muhammed İkbal’in Düşünceleri Işığında Modernite, Modernizm ve Yeniden İnşa
Edward Hulmes
İman ve Akıl
80 yıl önce, I. Dünya Savaşı’nın bitmesinin üzerinden henüz çok uzun süre geçmemişken, dinin geleceği tartışılıyordu. “1914-1918 yılları arasında, Avrupa’daki acı çatışmanın dehşetinin ardından nasıl olurdu da merhametli ve bağışlayıcı bir Tanrı’ya olan inanç makul bir şekilde muhafaza edilebilirdi?” İkbal [bu soruya] öncelikli olarak Müslümanlar için düşünülmüş, ama sadece onlara yönelik olmayan, tutarlı ve makul bir cevap vermişti. İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşası adlı kitabında İkbal (1877-1938) dinî inanç ile akıl arasındaki ilişkiyi inceler. Batı’da 1934 yılında, Oxford Üniversitesi yayınlarından çıkan metin “Din mümkün müdür?” başlıklı bir final bölümü içerir. Dinsizliğin ve inançsızlığın sadece mümkün değil, aynı zamanda moda olduğu bir devirde bu soru hâlâ bir cevap beklemektedir.
Modernite ile ilgili en garip gelişmelerden biri, mutlak bir hakikatin olmadığı, çeşitlilik karşısında alabileceğimiz tek tavrın görecelik olduğu savıdır. Bu sadece aldatıcı ve dinî hakikatin inkârı değil, aynı zamanda aklî çabayla bilinebilir olanın da inkârıdır. İkbal göreceliği reddeder. Kitabı, yazarın bilgeliğiyle aydınlatılmış, müthiş bir ustalıkla hazırlanmış eklektik bir eserdir. İkbal bu eserinde İslam tarihi, Avrupa felsefesi ve psikolojisi, diğer dinî gelenekler ve ateistik inançlar hakkındaki derin bilgi birikiminden yararlanmıştır. O bir âlimdi, klasik Urdu ve Fars şiiri ustasıydı, bir filozof ve siyasi aktivistti. Pakistan’ın fikrî önderlerinden biriydi. Kitabı, Hindistan’ın hâlâ İngiliz İmparatorluğu’nun “kaşıkçı elması” olduğu bir dönemde yayımlandı. 20. yüzyılın ilk yarısında Hindistan’da sömürgeci yönetimden bağımsızlık için verilen destek giderek artmaktaydı. Hindular, Müslümanlar ve diğer etnik gruplar arasındaki ayaklanma ve mezhep çatışmaları 15 Ağustos 1947’de Hindistan’ın ve bir gün öncesinde Pakistan’ın bağımsızlığına kadar ve sonrasında aylarca sürdü. Bağımsızlığa geçiş süresinde binlerce kişi ölmüştü. Yıllarca süren İngiliz sömürge yönetiminden sonra bu ayrılmanın beraberinde getireceği zorlukları kabul ederek, İkbal Müslüman takipçilerini kendi İslami kültürel köklerini tetkike teşvik ediyordu, ancak onun amacı ulusal kimlik ve kültürün dar sınırlarının aşılmasıydı.
Karşılıklı saygı ilahî bir dine inanan ya da inanmayan herkesi kapsamalıdır. Müslümanlar ise ehli kitaba, Yahudi ve Hristiyanlara karşı saygı göstermeye özellikle çağrılmışlardır, ancak İkbal Batı’daki farklı din mensupları arasındaki diyalog ile doğrudan ilgili değildir. Onun amacı kitabının kısa girişinde belirtilir. Şöyle yazar: “Kısmen de olsa, geleneksel İslam felsefesini ve beşerî bilginin farklı alanlarındaki gelişmelerini dikkate alarak Müslüman dinî felsefesini yeniden inşa etmeyi denedim.” Onun için İslam eşit derecede geçerli dünya görüşlerinden biri değildi. İslam bütün beşeri özlemlerin anahtarıydı. Beşeri varlığı anlaşılır kılan inanç sistemiydi. İkbal beşerî gelişmenin düşmanının din değil, materyalizm olduğunu iddia ediyordu. “Bilgi ilerledikçe ve yeni düşünce yolları açıldıkça diğer görüşler ve muhtemelen bu eserde ortaya konanlardan daha yetkin görüşler mümkün olacaktır. Bizim vazifemiz beşeri düşüncenin gelişimini dikkatle takip etmek ve ona karşı bağımsız, eleştirel bir tavır takınmaktır.”
Modernite: Geçmişten Bir Kaçış mı?
Modern dünyanın sorun ve ihtiyaçları, şu anda olduğu gibi, her zaman insanın çıkmazlarından bahseden terimlerle ele alınmalıdır, ancak “modernite” kavramı tanımlanmaya direnir. Oldukça belirsiz bir biçimde, o olabilecek olanın (ve olması gerekenin) eleştirel bir araştırmasından ziyade olanın sorgusuzca kabulünü destekler. Olması gerekenin ne olduğu araştırmasında İkbal modern dünyanın gereklilikleri ile ziyadesiyle ilgiliydi.
Dinî terminolojide “modernite” Arapça’da “Kûn Fe Yekûn” ile ifade edilen Tanrı’nın yaratma ve yeniden yaratma iradesine iman edenlerin inançlarından kesin bir sapma anlamına gelebilir. Yahudiler, Müslümanlar ve Hristiyanlar, insanlığın önüne geçilmez seyrine dair kafa yormaksızın, beşerî düşüncedeki değişimlerden tamamiyle bağımsız olarak insanoğluna hürriyet ve ikmal yolunu gösteren sonsuz bir ilahî vahye farklı şekillerde tanıklık etmişlerdir. Bununla birlikte, “modernite” ile meşgul olmak inananların dinler arası diyalog ile ilgilenmelerini gerektirmez. Peki “modernite” bugün bir Müslüman için ne anlam ifade eder? Allah yolunda amelde bulundukları iddiasındaki birçok Müslümanın son dönemdeki açıklamaları ışığında değerlendirilirse, “modernite” İslami inanç ve amelin önünde duran her şey anlamına gelir. Bir yönüyle o Batı’dan, Batı’nın dininden, felsefesinden, hukukundan, eğitim sisteminden, ekonomisinden ve sosyal teorilerinden doğan her şeyi ifade eder. Batılı ne varsa topyekun ret diğer dinî inanç mensuplarıyla karşılıklı saygı esasına dayalı makul bir etkileşime girme imkânını yok eder. Batılı değerlerin topyekûn reddi kesinlikle İkbal’in İslam görüşünün bir parçası değildir.
[Bununla birlikte] modernite ile modernizm arasında bir ayrım yapılması gerekir. Modernitenin muğlaklığına yukarıda işaret edildi. Modernizmin ise Batı’da, ilahiyat alanında teknik bir anlama sahip olduğu kabul edilir. Örneğin Hristiyanlık için “modernizm”, doğaüstü ve mucizevi şeylerin varlığını hayali bulan “modern erkek ve kadınlar” için Hristiyanlık inancını daha kabul edilebilir kılan post-aydınlanmacı hareketleri yansıtır. Müslümanlar bu reddi, kendisinden ödün vermenin söz konusu olamayacağı vahyedilmiş hakikatten köklü bir kopuş olarak değerlendirir. Hiçbir şey vukuu devam edegelen mucizeden daha doğal olamaz, ancak mucizenin gizemine dayanan vahyî dinin zamanlar üstü mesajı gelecek yüzyıllarda nasıl olacak da sadece uygulanmakla kalmayacak, tebliğ de edilecektir? Bunlar İkbal’in büyük dikkat kesbettiği sorulardır. “İnsanın çıkmazı”na dair analizinde o kadim İslami hakikatin “yeniden inşa” aracılığıyla tekrar ifade edilmesini salık verir.
Bu geçmişin yeniden değerlendirilmesini, Hz. Muhammed’e gönderilmiş olan mesajı tahrif eden aşırılıkların ikrarını ve temel İslami prensiplerin yeniden yorumunu ve kültürel çeşitliliğin mümkün olduğunca etraflı bir araştırmasını gerektirmişti. İkbal, Hristiyan inanç ve uygulamasının “modernizm”in gelişimiyle düşüşe geçtiğini görebilmişti. Kendi iman ettiği dinin başına da aynı şeyin gelmesini istemiyordu. Ancak onun savunduğu İslam, farklı inançların bir karışımı olan -dolayısıyla İslami olmayan- kendi icadı bir yeniden inşadan ibaret değil miydi?
Yeniden İnşa
“Yeniden İnşa” sözcüğü kitabın indeksinde görülmez, ancak kavram yedi bölümün her birine içkindir. İlk altı bölümde İkbal İslam’ın makuliyetine, tutarlılığına, derinliğine ve evrensel prensiplerine dair argümanlarını sunar. “Din mümkün müdür?” sorusuna cevabı da içeren yedinci bölüm uzun bir fikrî katkı olarak belirir. Bu yazıda, yazarın argümanlarını detaylı bir biçimde değerlendirme imkânımız yok, ancak üzerine düşündüğü konuları, fikrî silsileye dair bir fikir vermek amacıyla zikredebiliriz. Öncelikle İkbal dinî tecrübeyi beşerî bilgi konusunda güvenilir bir kaynak olarak değerlendirir. [Dinin] insanlık durumunu anlama hususunda mantıklı bir anlayış sunduğu fikrine ise positivizm döneminde ciddi biçimde meydan okunmuştur. İkbal Doğulu entelektüel gelenekler kadar Batılıları da bu olumsuz meydan okumaya karşı koymaya çağırır. Ona göre, dinin kapasitesi, dinin şiirsel ifadesinden çok daha yüksektir, “[Din] bireyden topluma doğru ilerler, bize gerçekliğe dair doğrudan bir görüş kazandırarak.”(1) Bu bağlamda o İslam’ı “üstün bir din” olarak adlandırır. Yunan felsefesinin İslami düşüncenin gelişimine katkı sağlamasının önemini belirtir, ancak doğa bilimlerinde Avrupalılarca yapılan yeni keşifler Asyalı ve Afrikalı genç Müslümanların düşüncelerini etkilemektedir. Genç ve anlayış sahibi insanlar tamamiyle makul bir şekilde İslami düşünce, inanç ve eylemin gelişimini talep etmektedir. Bu, dinî tecrübenin vahyinin çağdaş felsefi bir sınamasının insanın özgürlüğünü ve ölümsüzlüğünü anlamak için neden bu denli önemli olduğunun sebebidir. Bu, evrenin karmaşasının çözümü karşısında, İkbal’in Müslümanları ve Hristiyanları hakikat arayışında birleştirebileceğine inandığı bir açıklık gerektirir. İkbal, şahsi tecrübenin bu deneysel sınamasının İslam’ın yönlendirici prensibi olduğu konusunda ısrarlıdır. Müslümanlar dünyanın ıslahı için Tanrı ile birlikte çalışan işçilerdir. İkbal mistik deneyimin dinî inancın en derin kaynağı olduğunu zikreder. Saf psikolojik metotlar bilginin bir formu olarak dinî tutkuyu izah edemezler.(2)
Ve nihai gerçeklik ancak aklın yönlendirdiği bir hayat içinde tecrübe edilebilir. İkbal Tanrı’nın birliğine (tevhide) sıkı sıkıya bağlı kalarak, Kur’an’daki Tanrı kavramına dair bir tartışma ile devam eder. Tevhid kelimesi Yaratıcı’nın dinamik birleyici icraatlarına da işaret eder. Akabinde İkbal, İslam’dan olduğu kadar diğer dinlerden de verdiği örneklerle ibadetin ve gerekliliğinin gerçekliği üzerine düşüncelerini serdeder. Ancak o, insanlar arasındaki bariyerleri yıkarak insanoğlunun hayatta gerçek birliği sağlama edimini gerçekleştirmeye talip ibadet formunun İslami form olduğunu vurgular.(3) İkbal insan egosunun yaratıcının iradesine itaate çağıran bütün dinî sistemlere direnen zararlı etkisini ortaya koyarak devam eder. Ego, özgürlüklerini ve yazgılarını riske atarak insanları kendi kendilerine köle kılmaktadır. Bununla birlikte, görünürdeki isim ve biçim farklılıklarına rağmen, kendi dinî inançlarından taviz vermeden diğer inançların varlığının kabul edildiği ortak bir zemin keşfetme ihtimali hâlâ bir özlem olarak kalmaya devam etmektedir.
İkbal, başkalarının da kendi inançları için aynı şekilde düşündüğünü göz ardı etmeden iman ettikleri dinin biricikliğini aziz bilen Müslümanlar için olduğu kadar, Müslüman olmayanlar için de bir örnektir. Dinî inançların tasdiki bir insan hakkıdır, buna karşın başkalarının dinî inançlarının reddi modern dünyada çok daha yaygındır. İkbal dinî özgürlüğün evrensel bir insan hakkı olduğu ile doğrudan ilgilenmez. Bir Müslümanın din değiştirme hakkı, İslam’da hakkında hâlâ ağır cezaların olduğu evrensel bir insan hakkıdır. İkbal evrensel ve kültürler üstü, insani bir tavır olarak değerlendirdiği akla çağırır. Temelde diğer dinî inançları reddetmeden, İslam’ın Allah katındaki nihai din olduğunu vurgulamayı sürdürür. Bununla birlikte o İslam’ın insanın en derin kalbî ve akli ihtiyaçlarını giderebilecek yegâne din olduğuna inanır.
İkbal tüm insanların ihtiyaçlarına cevap verecek olan İslami inanç, düşünce ve eylem prensiplerinin sistematik bir yeniden inşasını önerdi. Bu öneri ne gelenekten kopuşu, ne İslami inancın seküler modernitenin din dışı değerlerine uyumunu, ne de diğer inançlara karşı bir hoşgörüsüzlüğün savunmasını içeriyordu. İkbal İslam’ın akli temellerini ve bu temellerin evrensel dinî anlamını dikkate aldı. Bir yönüyle önerisi yıllar içinde gerçekleşti, ancak bugün birçok Müslüman onun kültürel ve dinî farklılığa barışçıl yaklaşımını paylaşmıyor.
İslam’ın yeni yorumlarıyla (ve sadece İslami toplumlarda değil) ilişkilendirilen hedefler ve şiddet eylemleri bugün İkbal’in onaylamayacağı bir şekilde hararetle teşvik ediliyor. Oysa ki onun yeteneklerini adadığı ödev, modern dünyada, sadece dinî inançlarla ilgili olmayan yapıcı tartışmaların gerçekleşmesini mümkün kılacak makul bir söylem için zemin bulmaktı.
İkbal “Din mümkün mü?” sorusuna nasıl cevap verir? O kitabın sonuna kadar bu soruyu cevaplamaz. İhtiyatlı, zekice ve uzun bir şekilde bu soruya şartı bir “evet” ile cevap verir, 1932 yılında, Londra’daki Aristoteles Derneği’ndeki bir konferansta. İkbal dinî hayatı gelişimsel üç aşamaya ayırır; İman, tefekkür ve keşif. Şahsi çabanın, disiplinin ve akli anlayışın kişileri daima “Tanrı’nın da bir parçası olduğu makul bir dünya görüşüne” sahip olmaya götüreceğini varsayarak, “dinî hayatın mutlak hakikat ile doğrudan temas etme arzusu geliştireceği”(4) üçüncü aşamayı anlatmaya geçer. İkbal bu noktaları kanıtlamaya çalışmaktan ziyade varsayar; ancak bu onun tarzına ve niyetine yönelik bir eleştiri değildir. İkbal zaman zaman Carl Jung’dan ve Rumi (Mevlana) gibi şair ve sufi üstadlardan alıntılar yaparak eklektik bir mistik moda kayar.
Dinin, bilhassa vahyedilmiş olduğuna inanılan hususları açısından bir gizem olduğu düşünüldüğünde bu hiç de şaşırtıcı değildir. Nihayetinde İkbal’in İslami evreni kendi içinde kapalı ve eksiksizdir. Evrensel bir din olan İslam’ın yenilenmiş bildirisi için bir temel olarak İkbal’in İslami tefekkürün yeniden inşası oldukça sofistike/çok yönlüdür ve açık bir şekilde ortaya konulmuştur. Müslümanların İslam’ın değişmez ölçüsü olarak kabul ettikleri İslami iman ve inançtan neredeyse arızi olarak bahsedilmektedir, fakat İslam klasik formu içerisinde modern dünyada mümkün müdür? İkbal bu soruya olumlu cevap verir, ancak cevabı şartlıdır. O İslam’ın statik değil, dinamik bir dünya görüşü sunduğunu beyan eder. Bu [İslami] öğreti, iman ve inancın modern keşifler ışığında geliştirilebilmesine olanak sağlar. Fakat son yıllarda gördüğümüz gibi, onun dinî ve kültürel çeşitlilik karşısında takındığı hoşgörülü tavır birçok Müslüman tarafından pek desteklenmemiştir.
Zorlama mı, İkna mı?
İslam adına zorlamada bulunulamayacağına dair emir Kur’an’da şöyle belirtilir: “Dinde zorlama yoktur.”(5) Bu sık sık tekrar edilen ayet zorlamanın (Arapça ikrāh) İslami tebliğ ile bağdaşmadığını telkin eder. İkrāh kelimesinin anlamı yeterince açık görünmektedir, bu hiçbir şekilde zorlamanın, zorla İslam’a ya da başka bir dine döndürmeye kalışmanın nefret uyandırıcı olduğunu telkin eder. Bu ayetin tefsirinde Müslümanlar arasında büyük farklılıklar olduğu görülmektedir. İkbal’in kitabının dikkatli bir tedkiki bu ayetin çok daha barışçıl bir yorumuna katkıda bulunabilir ve onun zorlamaya değil, iknaya çağıran İslam’ın ruhuna dair anlayışının daha derin bir değerlendirmesine katkıda bulunabilir. İnsan için evrensel bir din olan İslam’ın barışçıl ve cebri olmayan savunması İkbal’in hatırlanmayı ve şereflendirilmeyi haketmesinin esas noktasıdır. Bugün Ortadoğu, Afrika ya da dünyanın değişik yerlerinde yaşanan gelişmeler İkbal’in hatırlanmasını gerekli kılmaktadır.
(1) Muhammed İkbal, İslam’da Dinî Düşüncenin Yeniden İnşası, s.1
(2) a.g.e. s.21
(3) a.g.e. s.75
(4) a.g.e. s.143
(5) Bakara suresi, 256. ayet