Müslümanların Tarihî Romantizmi ve Mevcut Gerçekler
M. Amin Abdullah
Çağdaş Müslüman Toplumların Çelişkisi
Hadis literatüründe bir deyiş vardır: Hayru’l-kurûni karnî (En hayırlı çağ benim çağımdır ya da asrımdır). İslam tarihinde Efendimiz’in bu sözü, altın çağ ya da asrı saadet olarak isimlendirilir. Bu hadisi okuyanlar tarafından geçmişte böyle bir çağın, muhteşem bir saadet asrının olduğu, güvenlik, adalet ve refah içinde, sosyal ve siyasi hiçbir çekişmenin olmadığı, kısacası huzur ve düzen içinde olan bir dünya hayal edilir, hatta buna inanılır. Sosyal ve siyasi tahayyül ve idealler açısından bakıldığında bunlar ciddi problemler olmayabilir. Ama tarihsel-deneyimsel açıdan hayallerin, sosyal inanışların ve hayal ürünlerinin dışında beklenmedik bazı şeyler olmuştur. Her hâlükârda, bu hususta sorulması gereken sorular vardır, örneğin: Böyle bir devir ya da asır gerçekten vuku bulmuş mudur? Emevi ve Abbasi dönemleri bir yana, Hz. Ebû Bekir, Ömer, Osman ve Ali’den oluşan dört halife döneminde dahi adil bir sosyopolitik düzeni, sosyopolitik çekişmenin olmadığı müreffeh bir toplum hayalini gerçekleştirmek çok zordu. Dört halifeden sadece bir tanesi eceliyle ölmüştü.
Bir kısım Müslümanın bugün de yaptığı gibi, asrı saadetin varlığına inanan Müslümanların inançlarının ve görüşlerinin ötesinde, beklenmedik ve hesaba katılmamış bazı şeyler olmuştu. Bu beklenmedik şeyler, kişinin veya özellikle bir grubun, toplumsal hayal gücünün kapsamı, alanları, toplumun tasavvur edilmiş ve arzulanmış idealleri ile Müslümanların geçmişindeki toplumsal realitesi arasındaki farkı ayırt etmedeki acizliğini göstermektedir. Müslümanların istedikleri ve hayal ettikleri refah içinde ve mutlu bir toplum ideali bir tarafta, ampirik olarak Müslümanlar tarafından deneyimlenmiş tarihsel gerçekler ise diğer taraftadır. Bu ikisi arasındaki farkı anlayamama acizliği çoğu zaman mazeret yüklü (savunmacı) argümanlar da içeren, Müslümanların mevcut dünya görüşünü –tarihsel romantizmi- oluşturmuştur. Bu dünya görüşü, günümüz problemlerini geçmişte kullanılan başarı parametreleri ile çözmeye çalışan dinî bir dünya görüşüdür. Görünen o ki, dinî dünya görüşü, sosyal, ekonomik, kültürel ve bilimsel problemleri ve hatta günümüzde Müslümanların karşılaştıkları diğer problemleri çağdaş herhangi bir başarı kriteriyle çözmek istememektedir, çünkü dinî dünya görüşüne göre günümüzde kullanılan kriterler şöyle ya da böyle özgün değildir. Hakiki özgünlüğün gerçekten sadece geçmişte var olduğuna inanılır, selefler asrında, şimdi değil.
İnsanlığın refah düzeyini ölçmek için kullanılan İnsani Gelişmişlik Endeksi (HDI) Müslümanların çoğunluk olduğu toplumlarda pek bilinmez. Bunun sonucu olarak, okuryazarlık seviyesi, geniş anlamda eğitim, yasaları tanıma ve saygı, uluslararası ilişkiler ve anayasaya saygı, doğal ortam ve iklim değişikliği farkındalığı, toplumsal ve ekonomik refah, kamu sağlığı, farklı dinden topluluklar ile yakın ilişkiler gerektiren modern toplumsal iletişimde nasıl hareket edilmesi gerektiği, cinsiyet eşitliği, kadınların üreme hakları, çocuk hakları ve yardıma muhtaç insanların hakları maalesef günümüz Müslüman toplumlarında başarının ölçüsü ve işareti olmamıştır. İnsanın başarısını gösteren işaretler dizisi genelde genel makasıt kriterleri içinde yer aldığı hâlde, dünya genelinde Müslümanlar hâlâ, çok daha dar çerçevede, şahsi rituel-ibadet sorusuyla alakalı özel makasıt’ı düşünürler.
Metin Esaslı Bilgi mi, Yoksa Araştırma Esaslı Bilgi mi ?
Müslüman dünyada verilen İslami eğitimin seviyesine dikkatlice bakarsak, bazılarının hâlâ metin esaslı bilgi konseptini uygulama eğiliminde olduğunu görürüz. Bu metin esaslı bilgi büyük ölçüde dinî ilimler olarak bilinir ve İslam’ın altın çağında derlenmiştir. Âlimler, Kur’an, tefsir, hadis, şeriat, kelam, eğitim/terbiye (akide, ibadet, muamele), tasavvuf/ahlak, Arap dili ve Arap dilbiliminin diğer tüm dalları gibi, sadece Ortaçağ’ın İslami dinî bilimleri üzerinde durmuştur. Bu bilimler büyük İslami imparatorluklar dönemi boyunca katkılar sağlamış ve Müslümanların zihniyetinin ve dünya görüşlerinin şekillenmesindeki etkileri günümüze kadar sürmüştür. Bu, Batılı ulusların, Yunan, Çin ve Hint gibi Doğu medeniyetlerinin bilimsel miraslarının yanı sıra, insanlık tarihindeki övgüye değer tarihi miraslardan biridir. Bu fikrî miras üzerinde İslam dünyasında -özellikle Orta Doğu, Orta Asya, Balkanlar, Güney Asya, Afrika ve Güneydoğu Asya’da- hâlâ çalışılmaktadır. Burada bu bilimlerden, metoda dayalı, niteliksel ve niceliksel araştırmalarla desteklemiş yeni bilimsel araştırmaların, mantıksal düşünme ile yeni şeyler keşfedilmesinden ya da özenli, dikkatli ve sürekliliği olan saha çalışmalarının keşfedilmesinden önce geliştirilmiş olan İslami bilimler kümesi olarak bahsetmek istiyorum. Daha sonra programlar birleştirilerek iki sade terim altında toplanmıştır: araştırma ve geliştirme. Yeni bilgiler elde etmek için çeşitli metotların keşfedilmesiyle entelektüel kültür, sosyoloji, antropoloji, tarih, ekonomi ve doğa bilimleri ve onların farklı dallarını birbirinden ayırmıştır. Doğa bilimleri, sosyal bilimler ve beşeri bilimler kümesi yeni bilimsel keşifler kümesidir. Metin esaslı ve araştırma esaslı bu bilimleri karşılaştırmak çok da kolay değildir. Şu anki Müslüman toplum iki bilimsel geleneğe bölünmüştür. Kimileri orta çağdan miras kalan altın çağ ya da asrı saadet bilimini hiçbir ilave yapmaksızın sürdürmek isterken, diğerleri mevcut ilmî mirası geliştirmek ve insanlık mirası ile, yani yeni bilimsel gelişmeler ile birleştirmek istemektedir.
Gerçekten bu iki bilimsel geleneği karşılaştırmak ve bunları rahat bir ortamda, yapıcı bir diyalog içinde insanlığın problemlerini çözecek ve tüm insanlığın refahına katkı sağlayarak şekilde bir ilişkiye sokmak pek de kolay değildir. Tam da bu noktada Müslüman çevrelerde bilginin İslamileştirilmesi kavramı ortaya çıkmaktadır. Bu şu demektir; metin esaslı ve araştırma esaslı bu iki bilgi geleneğinin ikisi de iletişimsel-bütünleyici bir şekilde birbirine yakınlaşmak yerine, birbirlerinden şüphe etmektedir. İslamileştirme taraftarları Batılı bilimin önderliğindeki araştırma esaslı yönelimden şüphe duymakta, onun İslamileştirilmesi gerektiğini düşünmektedir. Araştırma esaslı bilgiden şüphe edilip bu bir kenara itilirken ve klasik Müslüman entelektüel miras kullanılmayıp bunların katkıları reddedilirken aslında entelektüel otoriteye el koyma sosyopolitik alanlara yayılmaktadır. Kanaatimce, iki geleneği karşılaştırmak ve birbiriyle meczetmek ortak yolu bulmada en iyi çözümdür, çünkü her ikisi de, insanlığın entelektüel mirası olarak eşit derecede önemlidir ve karşılıklı kabul ve ortak nokta bulmak suretiyle daha da geliştirilme potansiyeline sahiptirler.
Ne İslam Ne De Batı, Bilakis Vahiy ve İnsanlık Deneyimi
İslam ve Batı kavramları konusunda tartışmaya başladığımızda kimi zaman göz ardı edilmiş şeyler su yüzüne çıkar. Bilim konusunda tartışınca kendimizi dinî konularla karışmış alanlarda buluruz. Batı ile İslam arasındaki karşılaştırma ise simetrik değildir, çünkü biri coğrafi ve jeopolitik bölgeleri imlerken diğeri bir dinden bahseder. Bu, sosyal, kültürel ve dinî tartışmalarda kullanılan bir terminolojidir ve kısmen yanıltıcıdır, çünkü karşılaştırma simetrik değildir. 21. yüzyılın entelektüel nesilleri sağlıksız ayrışmalar ve sınıflandırmalar batağına karşı çıkmalıdır. Hepimiz, sınırları sadece siyasi olan bu dünyanın vatandaşları değil miyiz? Bu nedenle, bir yandan tarihsel romantizmden, diğer yandan bölgesel ve jeopolitik ayrışmalardan kaçınmak için Batı ile İslam, din ile bilim arasında bir uzlaşma noktası arayıp bulmamızı sağlayacak farklı bir terim kullanmalıyız.
Gezegenimizde artık Müslüman ve Hristiyanlar tarafından işgal edilmemiş tek bir toprak parçasının kalmamış olması dolayısıyla bu argüman günümüzde daha da kuvvetlenmiştir. Dünya nüfusunun %55’ini Müslüman ve Hristiyanlar oluştururken, %45’ini Konfüçyüsçülük, Budizm ve Hinduizm gibi doğu dinleri oluşturur. Bu %55’in %32’si Hristiyan, %23’ü ise Müslümandır. Dünyada, sadece bir/aynı din mensuplarının yaşadığı bir bölge yoktur. Başka bir ifadeyle, nerede Müslüman varsa orada Hristiyan ve nerede Hristiyan varsa orada Müslüman vardır. Bu demografik gerçek yeni düşünce yollarını beraberinde getirir ve bu yeni dünya görüşü daha önceki dinî düşünce modelinden farklıdır. Bu yeni demografik gerçek Müslümanların sayısının arttığı Avrupa’da ve eskiden sadece Müslümanların yaşadığı, ancak bugün Hristiyan nüfusun arttığı yerlerde kuvvetle hissedilmektedir.
Geçtiğimiz 100 ila 150 yılda, insanlık yeni deneyimlere tanık olmuştur. Esasen, sadece Müslüman ve Hristiyanlar ya da doğu ve batıdakiler değil, dünyadaki tüm insanlar yeni tecrübeler yaşamaktadır. Bu yeni tecrübe ve değişiklikler; globalizasyon, göç, bilim ve teknolojideki devrimler, uzayın keşfi, arkeolojik, evrimsel ve genetik buluşlar, genel eğitim ve okuryazarlığın yaygınlaşmamasıdır. Şunu da eklemek gerekir ki, insan haysiyeti, insanlar tarafından kavrandıkça, dünyanın farklı bölgelerindeki dinî cemaatler arasındaki ilişkiler yakınlaşmakta, söz gelimi cinsiyet eşitliği gibi, hukuk önünde eşit haklara sahip olunan ulus devlet konsepti güçlenmektedir. Sonuç olarak, din ve bilim, Doğu ve Batı ya da İslam ve Batı gibi iki kutba ayırarak modelleme yapma arzuları beyhude ve yersiz kalmaktadır.
Şu bir gerçektir ki, beşerî deneyim sürekli değişmekte ve gelişmektedir. O sadece bir bölgeye ait değildir, bilakis her şeyi kapsar. Değişmeyen beşerî deneyim alanı yoktur; her şey doğrudan ya da dolaylı olarak değişir. Doğu’daki ve Batı’daki beşerî deneyim, Müslüman ve Hristiyanların beşerî deneyimi ve tüm dünya dinleri birbiri ile bağlantılıdır. En fazla değişen beşerî deneyim alanı, insan yaşamını, doğal çevreyi, insanı ve sosyal yaşamını ve hatta dinî gelenekleri doğrudan ilgilendiren bilim ve teknolojiyle alakalı olandır. Peki sürekli değişen şart ve koşullarda insanlar kendi dinlerini nasıl anlayacaklardır? Din, büyük bir “vahiy” şemsiyesi altındadır. Bu noktada, dinin değişmeyeceği söylenebilir. Dinî metinlerin de. Kısaca, bunlar sonsuza kadar değişmeyeceklerdir. Ama sıklıkla idrakımızdan ve algımızdan kaçan bir şey vardır ki, o da “dinin” ve “dinî anlayışın” farklı şeyler olduğudur. “Din” ve “dinî yorum” çok farklıdır. Beşeri yorum ve anlama bilimin sahasına girer. Dinî alan “dogmatik”tir. Dogmatik olan ise değişik kültürel anlayışlarda ve kişisel, kitlesel, kurumsal ve örgütsel olarak farklı yorumlamalarda bilimsel olana çevrilebilir. Farklı yorum ve anlayışlar bilimsel analizler için çok verimli alanlar olarak görülür. Bu, şu demektir: Aslında, özellikle araştırma ve çalışmalarla ulaşılamayacak olan yorumlama ve anlama kültürünün içine girmiş olan bir din alanı yoktur. Bilimsel standartlar ve prensipler kullanarak, din adamları birbirini dışlayamaz…
Bu noktada fıkıh usulünün hazinelerini ve “Savâbit” (sabit ve değişmeyen şeyler) ile “Mutağayyirât” (değişen şeyler) arasındaki farkı anlamamız gerekmektedir. “Savâbit” dinin temel kurallarını oluştururken, “Mutağayyirât” ise zamandan zamana, mekândan mekâna değişebilecek olan anlamayı, yorumu ve mealleri içerir. Böyle bir formülasyon bir öncekine göre daha gelişmiş olmakla birlikte, bilimin dikotomisinin varlığı hissedilmeye devam edilir. Dikotomik modellere sıkışıp kalmamak adına, günümüz Müslüman bilim adamlarının fıkıh usulünün yeni oluşumları için, bilimsel gelişmeleri göz önünde bulundurarak, “Savâbit” ile “Mutağayyirât”ı, “Kullu al-Mutağayyirât fihi al-Savâbit”e kaydırarak (her değişen şeyin içinde değişmeyen bir şeyler olmalıdır), yeni bir adım atmaları gerekmektedir ve tam tersi: “Kullu al-Mutağayyirât fihi al-Savâbit” (her değişebilir şeyin içinde değişmez şeyler vardır). Bu ikisine de “gelişim düzeyi, bilimin başarıları ve bilginin teorisi gereğince” notu eşlik eder.
Sonuç Tespitleri
Sonuç olarak, altın çağın ve asrı saadetin belirli bir dönemin perspektifi ile sınırlı ve ona mecbur kalmaması gerekir. Altın çağ ve asrı saadet gerekli şartlar ve bilimin girdileri dikkate alınarak (râsihûn fi al-‚ilm) her zaman ve her yerde var olabilir. Günümüz Müslüman azınlıkların Avrupa’da asrı saadeti yaşaması için gerekli hareket tarzını ayrıntılı bir biçimde hazırlamalıyız, onları kuşatan sosyal ve politik şartlar ve bilimsel gelişmelerle uyum içinde. Doğrusu, geçmişteki Müslüman entelektüellerin metinlerde var olan asrı saadetin nirengi noktası olarak görülmesi çok da gerekli değildir, ancak bugün onlara nasıl geliştiklerini ve nasıl yaşadıklarını anlayabilmek için bakılabilir. Günümüzdeki Müslümanların tarihî ve demografik gelişmeleri onları farklı açılardan; başka bir deyişle, denizaşırı Müslüman liderlerin kütüphanelerinden veya özel koleksiyonlarındaki özenle hazırlanmış dinî metinlerin perspektifinden bakmaya zorlamıştır. Bu yüzden, Avrupa’da yaşayan Müslüman azınlık cemaatinin refah düzeyi ve politik, ekonomik, dinî ve kültürel refah düzeyleri ile Orta Doğu ya da çoğunluğun Müslüman olduğu diğer ülkelerde yaşayan Müslümanlarınki farklıdır. O hâlde Müslümanların, özellikle âlim, akademisyen ve entelektüellerin görevi cesaretle bu çağın asrı saadetini formüle etmektir. Eğer Müslümanlar bu aşamaya gelemezse, sonuçta, genelde İslam dünyasına özelde ise Avrupa’daki Müslümanlara aktarılacak bir entelektüel miras olmayacaktır. Şu anda herkes Avrupa’daki Müslümanların deneysel tarihini ve kültürünü beklemektedir, Java ve Nusantara’daki Hristiyan Hollandalıların (1945’teki Endonezya bağımsızlık gününden önce kullanılan bir terim) ilk kolonyal dönemde kendi dinî ve kültürel miraslarını Hollanda’daki, genel olarak Avrupa’daki merkezî otoritenin etkisinden ayrı olarak yeniden formüle etmelerine benzer şekilde. En doğrusunu Allah bilir.