“Ötekiliğe” Hristiyani Bir Cevap
Edward Hulmes
Filozoflar, ilahiyatçılar ve sosyal bilimciler asırlarca ötekiliğin içerdiği anlamlar üzerine düşünmüştür. Örneğin Hegel ötekinin tanınmasının kendilik bilincinin ve kendilik bilgisinin temel bir bileşeni olduğunu söyler. Ancak başkalarını tanımaya başladığımızda kendimizi tanımaya başlarız.
Şahsi Kimlik
Ötekilik, yabancılık, farklılık yahut yabancılaşma duygusu sıklıkla insan farklı dinî inançtan, kültürden kişilerle karşılaştığında ve kendi iç çelişkileriyle yüzleştiğinde deneyimlenir. Her zaman dostça tecrübe edilmese de yaşayış, istek ve umutlarını takas ettiğimiz farklı inançları olan insanların bulunduğunun farkına varmak rahatsız edici olabilir. Şahsi kimlik krizi, bireyin refahını düşünmenin ve bu suretle toplumsal istikrarın önemini gösterir. Din bize varlığımızı anlamlandıracak tutarlı bir dünya görüşü temin ederek ötekilik duygusuyla başa çıkmamıza yardımcı olmada hayati bir rol oynar. Dinî inanç, ötekiliğin yarattığı sorunlara bir çözüm sunar. Hristiyanlık insanoğlunun yabancılaşma, yalıtılma ve zaman zaman felç edici ötekilik duygusu ile mücadele etmesini sağlayan tutarlı ve kapsayıcı bir inanç sunmaktadır. Peki Hristiyanlar öteki din ve kültürlere nasıl tepki gösterirler?
Yahudi Dini ve Kültürü
Hristiyanlık, Filistin Beytüllahim’de yaklaşık 2000 sene önce doğmuş bir Yahudi olan Nazaretli Îsâ’nın şahsındaki Yahudilik temelinden neşet etmiştir. O bir haham olarak tanınmaktaydı. Bu nedenle, Yahudi tarih, din ve hukukunun Îsâ’nın ihdas ettiği dinin gelişimini etkilemiş olması şaşırtıcı değildir. Bir seferinde, hukuktaki en büyük emri soran bir hukukçuya şöyle cevap vermişti: “Tanrınızı bütün yüreğinizle, bütün canınızla, bütün gücünüzle seveceksiniz. Bu ilk ve en büyük emirdir.” (Yasa’nın Tekrarı 6:4). “Komşunu kendin gibi seveceksin.” Yahudi emri Levililer kitabında bulunmaktadır (19:18). İbranice İncil’in bu ayetleri Yahudi etiğinin özüdür.
Îsâ’nın Yaklaşık 33 sene süren hayatı, onun Filistin’in köy ve şehirlerinde yaydığı öğretisinin ve yaptığı hizmetin Yahudi inancının bütünlüğünü ve toplumun bütünleşmesini tehdit ettiğini düşünen bir grup siyasi ve dinî liderin ellerinde çarmıha gerilerek son bulmuştur. Hatta onun Yahudi hukukunu gerçekleştirme iddiası küfür olarak addedilmiştir; fakat ölümü görevinin sonu olmamıştır. Hristiyanlık, onun dirildiği ve kurduğu Kilise ile görevine devam ettiği inancı üzerinde inşa edilmiştir. Yahudilik ise Tanrı’nın Yahudilerle, onları “seçilmiş kişiler” kılarak yaptığı özel bir akit üzerine ihdas edilmiş olduğu kanısı üzerine kurulmuştur. Bu kanı, onları kaçınılmaz olarak Yahudi olmayanları “öteki” olarak görmeye itmiştir. Hâlbuki Îsâ, kavmine ve inancına bakılmaksızın Tanrı sevgisinin evrensel olduğu, yani herkes için olduğu şeklinde yeni bir bakış sunmuştur: “Size yeni bir buyruk veriyorum: Birbirinizi sevin. Sizi sevdiğim gibi siz de birbirinizi sevin.” (Yuhanna 13:34). Bu yeni emrin anahtarı Îsâ’nın yeryüzündeki vekillerinde bulunmaktadır. Onun öğretisi ve hizmeti, tutkusu, çarmıha gerilmesi, ölümü, dirilişi ve göğe yükselişi Hristiyanlığın demirbaşlarıdır. O, “ötekileri” koşulsuz sevme hususunda bir örnekti. Onu çarmıha; Hristiyan Kilisesinin doğmasına ve büyümesine götüren de budur.
Îsâ’nın ilk havarileri Yahudilerdi fakat onun çağrıları Yahudi toplumunun tümü tarafından kabul görmedi. Yahudi ve Hristiyanlar arasındaki gerilimler başından beri vardır. Maalesef şu acı bir gerçektir: Yahudiler 20. asırda, bilhassa mazlum ve marjinalize edilmiş azınlıklar olarak Avrupa’da, Hristiyanların elinden çok çekmiştir. Ancak bunun sebebi, Hitler’in Üçüncü İmparatorluğunun ölüm kamplarında milyonlarca Yahudi’nin katlinden sorumlu olan, hem Yahudiliği hem de Hristiyanlığı reddeden Nazilerin, Hristiyan karşıtı ve pagan ideolojisiydi. Hristiyanlar da dâhil “ötekiler”, kötülüğüyle meşhur kamplarda aynı kaderi yaşamıştır. Onların hayatı Nazilerce “yaşamaya değmez” şeklinde tanımlanmıştı. Bununla beraber, 20. asrın ortalarından itibaren Katolik Hristiyanlar farklı inançların üyeleriyle yahut herhangi bir inanç mensubu olmayanlarla köprüler kurmanın yolunu aramıştır. Papa 16. Benedikt (d. 1927) bu noktada oldukça açıktı: İnsan ötekililiği ile vasıflanır. O, Tanrı tarafından yaratılmış bir varlıktır; Tanrı’nın suretinde, sevilen ve sevmek için yaratılmıştır. İnsan, asla kendi içinde kapalı kalamaz. Köklerinde daima ötekiliği taşır ve diğer insanlarla etkileşim içerindedir. Aynı noktaya, Hayırsever Misyonerler Cemaati’ni kuran Katolik Rahibe Kalkütalı Teresa da (1910-1997) temas etmiştir: “Herkesin insan onuruna dair muazzam bir açlığı var. Birbirimizi sevmek ve başka biri için birileri olmak zorundayız.”
Yahudi ve Hristiyanların pek çok müştereği vardır. 20. asırda Yahudi düşünür Martin Buber, diyalojik ilke kavramıyla ötekilik mevzusundaki Yahudi-Hristiyan yaklaşımına yeni bir ivme getirmiştir. Kitabının Almanca baskısında [Ich und Du (Ben ve Sen), ilk basım 1923] verimli bir diyaloğun mahiyeti ele alınmaktadır. Diyaloğun anahtarı, ötekine özne olarak muamele etmektir; nesne olarak değil. Her sen, aynı zamanda başka bir ben’dir. Başka bir birey, o (şey) olarak muamele edilecek bir şey değildir. Katılımcı özneler olarak ben ve sen arasında ayrım yapılabilir; ancak ben ve o, kendini-tanıma/kabul (self-recognition) nokta-i nazarından karşılıklı bir başarısızlıktır. Yahudilik ve Hristiyanlık metinleri bize müşterek inancın pek çok örneğini vermektedir. Hristiyanlık metinleri iki bölümden oluşmaktadır: Eski Ahit, İbranice metinler içerir. Yeni Ahit’te ise Îsâ, Mesih’in gelişine dair İbranice İncil’de verilen vaatleri gerçekleştiren kişi olarak tasvir edilir. Nazaretli Îsâ’nın yeryüzündeki yaşamına dair bu yorum Yahudiler tarafından kabul görmemektedir.
Greko-Romen Kültürü
Îsâ’nın zamanında Filistin, Roma İmparatorluğunun parçasıydı. Roma işgali, Roma hukuku, vergilendirme ve Roma antik dinî inançları, gelenek ve görenekleri Roma’nın çoktanrıcı paganizmine ve Romalı imparatorların tebasından beklediği itaate karşı olan Filistinli Yahudilerin üzerinde nahoş bir etki bırakmıştı. Romalılar Îsâ’nın Roma’nın Filistin’deki otoritesine karşı bir tehdit olduğuna inanıyordu. Yahudiler ve Romalılar sürekli onu öldürmenin yollarını aradı. Ve İ.S. 33 yılında Îsâ çarmıha gerildi. Hristiyanlar açısındansa onun ölümü yeni bir başlangıcı simgelemekteydi. Diriliş olayı onun, havarilerinin arasındaki varlığını sürdürdüğü gerçeğini kanıtlamak için yeterliydi. Bu olay kısa süre içinde imparatorluğun başkentine ulaşacak olan Hristiyan Kilisesinin büyüme ve genişlemesine yeni bir ivme kazandırdı. Orada ve başka yerlerde Roma dininin gereklerine teslim olmayı reddeden Hristiyanlar kısa süre sonra zulme uğrayacaktı. Bu zulüm sonraki imparatorlarca asırlarca sürdürüldü ve modern zamanlarda da dünyanın birçok yerinde devam etti.
Roma ve Yunan dini, Olimpos Dağı’nda kibir ve şaşaa içerisinde yaşamış tanrı ve tanrıçalara kulluk etme üzerine odaklanıyordu. Tanrılar insanoğlunun hayatı üzerinde nüfuzlarını kullanıyordu. Bu bazen şefkatliydi ancak bazen de keyfî ve kötücüldü. Tanrılar ölümsüzdü fakat kıskançlık ve nefret gibi insani zaaflardan etkileniyordu. Aristoteles, Platon ve diğer düşünürlerin felsefeleri, insan mevcudiyetiyle ilgili akla dayalı söyleme dayanan bir keşfin yolunu açtı. Bunun Hristiyan ilahiyatı üzerinde uzun süreli etkisi olacaktı.
Îsâ içinde yaşadığı halk gibi Aramice konuşmaktaydı. Öğretisiyle ilgili ne yazılı bir eser ne de Hristiyanların nasıl yaşayacağına dair bir rehber bıraktı. Onun hizmetini anlatan Dört Yeni Ahit İncili, diğer pek çok risaleyle birlikte Îsâ’nın havarileri tarafından yazılmıştır ve dilleri Helen Yunancasıdır; bu dil, o zamanlar bölgede konuşulan ortak dildi. Yunan felsefesinin Hristiyan düşüncesi üzerindeki etkisi, “sevilen havari” Aziz Yuhanna’ya atfedilen Yeni Ahit’in dördüncü İncilinden başka hiçbir yerde bu kadar aşikâr görülmez. Yuhanna İncilindeki ilk bölümde, “kelime” anlamına gelen Yunanca λόγος (logos) Îsâ yerine kullanılmıştır; Hristiyanlar Îsâ’yı “Tanrı’nın Kelamı” olarak tanımlar. Bu, Îsâ’nın, Tanrı’nın kendini ifadesi anlamında yorumlanabilir. Bir İslam bilimcisi, Hollandalı bir Hristiyan ilahiyatçı Hendrik Kraemer’in unutulmaz yorumu şöyledir: “İslam’da Tanrı’nın kelamı kitap olarak yaratılmıştır (Kur’an), Hristiyanlık’ta ise insan olarak.” Yuhanna İncili’nin aynı bölümünde Îsâ, tüm eşyayı yaratan Tanrı’yla beraber sonsuzluktan var olan ve Tanrı olan biri şeklinde tanımlanır. Bu, Hristiyanların sarsıcı bir iddiasıdır. Ne Yahudiler ne de Müslümanlar bunu kabul eder. Bütün kâinata yayılmış bir Yunan kavramı olan yaratıcı akıl ilahî düsturu, açıkça görülmektedir ki Hristiyanlar tarafından Îsâ şeklinde yorumlanmaktadır.
İ.S. 100-450 yılları arasında pek çok kavram ve düşüncenin Hristiyan Kilisesinin Latin ve Yunan papazları tarafından keşfedildiğini görürüz. Onların vaazları ve manevi yazıları, ihtida edenler kadar münekkitler için de Hristiyan akidesini tefsir ve izah eder. Latin ve Yunan dilini kullanan Romalı Clement, Antakyalı İgnatius, İskenderiyeli Clement Irenaeus ve Anastasius, Tertullian, Augustine ve diğerlerinin Hristiyan ilahiyatının gelişimi üzerinde derin etkisi oldu. 13. asırda Thomas Aquinas, Aristoteles felsefesini Hristiyanlığın ilkeleriyle sentezlemeye koyuldu. Hristiyan düşünürlerinin yorum çabaları, Hristiyan inanç ve eyleminin üzerine ihdas olunduğu akıl ve inancı ikiz sütunlar olarak ele alma geleneğini sürdürür. 1998 yılında Papa II. John Paul (1920-2005) Fides et Ratio adlı mektubunda bunu yeniden vurgulamış; inanç ve aklın birbirinin tamamlayıcısı olduğunu, akıl olmadan inancı sürdürmenin izafiliğe, hurafeye, hatta şiddete neden olacağını ileri sürmüştür.
İslami Kültür
Hristiyanlığın ortaya çıkışından altı asır sonra, Hz. Muhammed İslam’ın mesajını Arap Yarımadası’nın halkına duyurdu. Peygamber’in liderliği altında İslam Yakın Doğu’da yayıldı. Bir asır içinde İslam sancağı Irak, İran, Kuzey Afrika ve Asya’da dalgalanmaya başladı. Hz. Muhammed’e vahyolunan mesaj, Doğu ve Batı’da dinamik şekilde yayıldı. Tüm dünyada Hristiyan akide ve teamüllerine meydan okumaya devam etti. Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar Tanrı’nın birliğinde, vahdet inancında mutabıktır ancak Tanrı’ya inanç noktasında farklılaşırlar. Teolojik açıdan bu, Tanrı’yı düşünme yollarımızla ilgilidir. Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlar tek bir Tanrı olduğunu kabul etmede birleşir ancak yorum farklılıkları meseleyi karmaşıklaştırır. Hristiyanlar açısından Îsâ Tanrı’nın vücut bulmasıdır; yani Tanrı’nın beşerî terimlerle kendini ifadesidir. Bu inançtan hareketle Hristiyanlar teslis doktrinini, yani Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un birliği inancını geliştirmiştir. Müslümanlar bu doktrini reddeder: “‘Üçtür’ demeyin… Allah ancak tek İlahtır.” (Nisâ suresi, 4:171).
İslam gibi Hrstiyanlık da herkes için, her zaman ve zeminde geçerli olduğu iddiasındadır. Bu anlamda her iki din de dışlayıcıdır, uzlaşmayan hakikat iddialarında bulunur. Yahudilikse herkes için geçerli din olma iddiasında bulunmaz. Ayrıca ihtida hususunda Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında ciddi bir fark bulunur. Hristiyanlığın hakikatine kani olmuş kimseler, kilise üyesi olabilir. Aynı zamanda eski dinlerine geri dönmeyi seçmekte de özgürdür. Müslümanlar ise İslam’ı seçme ya da reddetme noktasında aynı özgürlüğe sahip değildir. Dinden dönen (mürted) bir Müslüman, bunun sonuçlarıyla karşı karşıya kalır. Bir Müslüman’ın Hristiyan olması riddet addedilir.
Tüm Kavimlere
Hristiyanlar Îsâ’nın “Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin; onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin.” (Matta 28:19) emrini takip ettikleri için Hristiyanlık başından beri yayılımcı bir inanç olmuştur. Hristiyanlığın temel hakikatleri asırlar boyunca değişmemiştir, fakat başka gelenekleri anlama ihtiyacı, Hristiyan İncili’ni farklı kültürlerle kültürlendirme (enculturate) çabasını teşvik etmiştir. Hristiyan inancını ve ahlaki ilkelerini başka bir kültüre tanıtma çabasında bir tehlike bulunmaktadır. Hristiyanlığın hakikatlerini kendi dinlerini yaşayan halkın özel ihtiyaçlarına uyarlamaya çalışmak ve çabucak etkin kılmak adına Hristiyan inancını uzlaştırmak (hatta çarpıtmak) noktasında ayartıcıdır. Bu bilhassa Avrupalı ve kuzey Amerikalı Hristiyanların Hindistan, Çin, Japonya, Güney Amerika ve Afrika’da gösterdikleri misyonerlik çalışmaları açısından doğrudur.
“İncil’i tüm kavimlere duyur”ma çabaları Hristiyanları, çoğu zaman büyük bedel ödenen misyonerlik faaliyetleri içine sokmuştur. Hinduizm, Budizm ve Asya’nın diğer dinleri Hristiyanların tektanrılı inancının ve dinî vecibelerinin karşısında durmuştur. Aynısı Afrika’nın çoktanrılı ve animist dinleri için de söylenebilir. Farklı inanç ve kültürlerden kişilerle sürdürülen uzun temaslar Hristiyanlığın ötekilik algısını genişletmiştir. Kültürler ve dinlerarası çabanın bir özelliği belirtmeye değerdir. Hristiyanlığın dünya çapında genişlemesinin Avrupa’daki Hristiyanlar üzerinde ilginç bir etkisi bulunuyor, çünkü buradaki Hristiyan kiliselerinin üye sayısı ciddi oranda düşüyor. Çok sayıda göçmen, onlara Hristiyan inancına karşı bir şevk aşılayarak yaşadıkları yerlerdeki eski kiliseleri canlandırmalarına yardım ediyor. Bu açıdan, misyonerlik faaliyeti sanki tersine dönmüş, şüphe ve dinî şüpheciliğe karşı meydan okuyor.
İnançsızlık
Doğaüstünün reddi, ihtiyatlı agnostisizmden dogmatik ateizme pek çok şekilde vücut bulmuştur. Antik Yunan’da Sokrates, devletin panteonuna inanmayı reddettiği için “dinsizlik”le suçlanmıştı. Ölüm cezası onu baldıran zehiri içmeye zorlamıştı. Hristiyanlık dünyanın pek çok yerinde mühtediler kazandığı gibi Hristiyanların tektanrıcı inançları sadece mevcut inanç sistemlerine değil inançsızlığın sekülerliğine de karşı çıktı. Îsâ’nın doğumundan sonraki ilk asırdan itibaren inançsızlığa, kişisel şehadetler ve işinin ehli apolojistlerin Hristiyan inancını ve pratiğini savunan yazılarıyla Hristiyanlarca meydan okundu. Modern zamanlarda bilim ve teknolojinin etkisi, bazılarını bu ikisinin uyumlu olmadığı hususunda ikna etti. Oysa bilim tarihi, bu düşüncenin ne kadar safdil olduğunu gösterir. Başta Katolikler olmak üzere Hristiyanlar, bilimsel araştırmalarda asırlar boyu başarı göstermiştir. Hakikat birdir, her ne yolla olursa olsun ortaya çıkmaktadır.
Hakikat arayışında, akla dayalı argümana yaslanan bilimsel ve dinî hakikatlerin tamamlayıcılığı uzun zamandır kabul edilmekte; buna karşın hâlâ onu tartışmayı tercih eden gürültücü bir azınlık vardır. Nobel ödüllü teorik fizikçi Werner Heisenberg’in (1901-76) yayımladığı son derslerden birinin adı “Bilimsel ve Dinî Hakikat” idi. Öğrencilerini bu ikisinin tamamlayıcılığını görme cesareti göstermeye çağırıyordu. Bilimsel araştırma ve teolojik keşif arasındaki belirgin fakat gerçek dışı bölünme, Hristiyan inancından ziyade Hristiyanların dinî pratiğini etkiledi. Hristiyan vahyinin temel hakikatleri, medyanın akla dayalı argümanlardan çok aralıksız süren sekülerlik taraftarı varsayımlarla teşvik etme eğiliminde olduğu seküler niteliğe uygun hâle gelmesi için değiştirilemez. Materyalist bir toplumda moda bir seçenek olan sekülerizm, insanın irade zaafıyla maluldür. Tanrı’yı referans almayan bir yaşam, sekülerlik ideallerine göre yaşayan insanların yetersizlikleriyle sarsılmaktadır. İdealden gerçeğe doğru düşüşte yaşanan trajedi duygusu en iyi şu Latince deyimde ifade bulur: Corruptio optimi pessima, “En kötü şey, en iyinin bozulmasıdır.”
Evrensel Bir Düstur
“Nasıl muamele görmek istiyorsan öyle muamele et.” Bu eski deyişteki hakikat apaçık bir şekilde ortadadır. “Altın kural” olarak bilinen bu söz, yeryüzündeki herkesin vicdanına seslendiği rivayet edilen “doğanın kanunu”ndan türeyen evrensel bilgeliğin bir parçasıdır. O, Doğu’daki ve Batı’daki tüm dinlere karışmıştır. Altın kuralla ilgili sorun onun yorumunda yatmaktadır. Bu kuralın ihtiyatlı bir bencillikten biraz daha fazlasını teşvik ettiği görülür. Peki bu daha ileri bir rehberlik olmadan nasıl uygulanabilir? Îsâ’nın takipçileri altın kuralı, “Düşmanınızı sevin!” emri ışığında yorumlamaktadır. Papa Francis, Ekim 2014’te yaptığı bir konuşmada, Hristiyanlara bunu hatırlatmıştır: “Onun yeniliği özellikle bu iki emri bir araya getirmesindedir, Tanrı sevgisi ve komşu sevgisi; bu ikisinin ayrılmayacağını göstermektedir. Bunlar bir madalyonun iki yüzü gibidir.” Yahudi, Hristiyan ve Müslüman öğretilerinde ötekilikle ilintilendirilen sorunlar, Tanrı’dan ayrılmaktan kaynaklanmaktadır. Bu ayrılığı sona erdirmek, Tanrı’nın vahyettiğine itaati icap ettirir. Hristiyanlar açısından vahiy, Îsâ’nın dostlarına olduğu kadar ötekilere ve düşmanlarına karşı gösterdiği koşulsuz sevgidedir. Bu ise ötekiliğe dair hakiki bir Hristiyani yaklaşımın dayanağıdır.
*Oxford ve Harvard Üniversitelerinde öğretim görevlisi olarak akademik çalışmalarda bulunmuş olan emekli Prof. Hulmes’ın uzmanlık alanları arasında Hristiyan/Katolik ilahiyatı da bulunmaktadır.