İslam’ın/Müslümanların Ötekisi/Ötekileri
Mustafa Öztürk
İslam ve Müslümanlık denince, temel kaynak ve referans mercii itibariyle Kur’an ve Sünnet akla gelir. Bu iki temel kaynak açısından bakıldığında, “İslam ve Müslümanlar için öteki/ötekiler kategorisinden söz edilebilir mi?” sorusunun cevabı, “Kesinlikle, evet” diye formüle edilebilir. Belki bu yazının en sonuna ertelenmesi gereken hükmü en başından vermek ajitatif ve provakatif bulunulabilir; fakat İslam’ın iki temel kaynağından ulaştığımız sonuç itibariyle “öteki” meselesi en başından kesin bir dille hükme bağlanacak kadar sarihtir. İslam nokta-i nazarından öteki/ötekiler kategorisinin kimlere tekabül ettiği meselesine girmeden önce, bu konuda en önemli hususun Müslümanlar ile ötekiler arasındaki ilişkinin hangi ölçüte dayanması ve nasıl olması gerektiğiyle ilgili olduğunu özellikle belirtmek gerekir.
İlahi vahyin rehberliğine dayalı nebevî tecrübede İslam ve Müslümanlar için biri aslî ve daimi, diğeri arızî ve/veya konjonktürel olmak üzere iki temel “öteki” kategorisinden söz edilebilir. Daimi öteki, Mekkî surelerde “şirk” ve “müşrik”, Medenî surelerde ise çoğunlukla ellezine keferû ifadesinin atıfta bulunduğu “küfr” ve “kâfir” kavramlarıyla tanımlanır. Bu tanımlamanın medlulü, İslam davetine muhalefeti kendilerine en büyük dava edinen Ebû Cehil b. Hişâm, Velid b. Muğîre, Âs b. Vâil gibi ve Kureyş eşrafından bir grup müşriktir ki bu grup İbn Habîb’in (ö. 245/860) el-Muhabber’i gibi bazı erken dönem kaynaklarda “Zenâdıkatü Kureyş” (Kureyş’in zındıkları) diye adlandırılır.
Ayrıca birçok Mekkî surede bu gruba mensup kişilere tekil olarak “el-insan” kelimesiyle de atıfta bulunulur ve bu kinayeli atıflarda “el-insan”, zalûm keffâr (pek zalim ve nankör), acûl (son derece aceleci), kefûr (çok nankör), katûr (çok cimri), helû’ (son derece huysuz), tâğî ve müstağnî (azgın ve müstağni), kenûd (çok nankör) gibi sıfatlarla (İbrâhim 14/34; İsrâ 17/11, 67, 100; Zuhruf 43/15; Meâric 70/19; Alak 96/6; Âdiyât 110/6) anılarak “öteki” olarak konumlandırılır. Buna mukabil yine Mekkî surelerde müşrik halk tabanına çok kere ekserü’n-nâs terkibiyle işaret edilir ve fakat bu işaret birçok farklı bağlamda ötekileştirmeden ziyade, gafletten uyanma, hakikatin farkına varma, kendilerine önderlik eden müşrikler grubunun aklına uymama yönünde bir tembih mesabesindedir.
Mekke döneminde çok sık olmamakla birlikte Ehl-i Kitap’tan da söz edilir; fakat ilgili ayetlerdeki mana ve muhteva Ehl-i Kitab’ın bu dönemde Müslümanlar için “öteki” olmaktan ziyade, asıl öteki konumundaki müşriklerin tazyikleri karşısında dolaylı destekçi, hatta bir referans mercii gibi konumlandırıldığını gösterir. Mesela, Kureyşli müşriklerin sıradan bir beşer olduğu gerekçesiyle Hz. Peygamber’in nübüvvetine yönelttikleri itirazlar karşısında, “[Daha önce gönderilen peygamberlerin de birer melek değil, beşer olduğu gerçeğini] bilmiyorsanız, gidin Ehl-i Zikr’e sorun” (Nahl 16/43; Enbiya 21/7) denilerek özelde Yahudiler, genelde Kitâbiler adres gösterilir.
Öte yandan, büyük bir ihtimalle Mekke’den Medine’ye hicretten kısa bir süre önce nazil olan Ankebût suresinde Müslümanlara karşı düşmanca tavır alan kesimi hariç, Ehl-i kitapla en güzel şekilde tartışılması gerektiği belirtilir; bu arada Ehl-i Kitap arasında Kur’an’a inananların yanında bilahare inanacak olan kimseler bulunduğundan da söz edilir (Ankebût 29/46-47). İlgili ayetlerdeki bu tavsiye ve tembihler Medine döneminde tedricen şekillenip pekişecek ötekileştirmenin eşiği olarak teşhis edilebilir.
Medine döneminde özellikle Benî Kaynuka’, Benî Nadir ve Benî Kurayza gibi Yahudi kabileleriyle yaşanan gerginliklere koşut olarak, Kur’an’ın dil ve üslubunda Ehl-i Kitap’la ilgili olarak giderek sertleşme ve ötekileştirme fark edilir. Bakara suresinin yaklaşık ilk yüz elli ayetinde Yahudiler, bilhassa Hz. Musa ile yaşadıkları problemli ilişkilere doğrudan atıflarla ilzam edici bir dille eleştirilir. Bu eleştirilerde Hz. Peygamber dönemindeki Medine Yahudileri ile İsrâiloğulları kimi zaman özdeşleştirilir. Nisâ ve Mâide surelerinde de Yahudilere ağır eleştiriler yöneltilir. Diğer taraftan, Bakara, Âl-i İmrân ve Mâide surelerinde teslis inancı ve Hz. İsa’ya ulûhiyet isnadıyla ilgili olarak Hıristiyanlar eleştirilir. Buna mukabil, Mâide 5/82. ayette Müşrikler ile Yahudiler Müslümanlar için en yaman hasım olarak zikredilirken, Hıristiyanlar “sevecen, sıcak dost” gibi nitelendirilir.
Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilgili farklı yaklaşım ve tanımlamanın teolojik olmaktan çok, nüzul vasatında bu iki grupla Müslümanlar arasında yaşanan olumlu-olumsuz ilişkiler bağlamında siyasi ve stratejik gerekçeli olduğu söylenebilir. Zira bahsi geçen ayette Yahudiler ve Hıristiyanlara atfedilen iki farklı tutumun tarihî tecrübe içerisinde yer değiştirdiği ve/veya her iki dinî grubun da İslam ve Müslümanlara çok kere hasmane tutum sergilediği müsellemdir. Dolayısıyla söz konusu “dost-düşman” tanımlaması her zaman ve zeminde geçerli ve sabit olan bir tutuma değil, nüzul dönemindeki konjonktürel duruma işaret etmektedir.
Medine dönemindeki Yahudi ve Hristiyanlara ait temel dinî kaynaklarla ilgili olarak Kur’an’a “musaddık”lık misyonu yükleyen ayetlerdeki “tasdik/onaylama” kavramı da esas itibariyle siyasi ve stratejik bir içermeye sahiptir. Daha açıkçası, Kur’an’da Tevrat ve/veya İncil’in teolojik açıdan kritiği yapılmamakta, bilakis Mâide 5/43-47. ayetlerden anlaşılacağı gibi, kendilerinin Tevrat ve İncil ehli olduğu iddiasında bulunan dinî gruplara, ilzam edici bir dille, en azından kendi dinî kaynak ve referanslarına sadakat göstermeleri hususunda ahlakî bir uyarı ve ikazda bulunulmaktadır. Bazı ayetlere konu olan tahrif meselesi ise Tevrat metniyle ilgili olmaktan öte, Medine Yahudilerinin Hz. Peygamber ve Müslümanlarla alay etmek için başvurdukları dil ve kelime oyunları ile kendi kutsal metinlerindeki birtakım ifadeleri kasten yanlış yorumlamalarına atıfta bulunmaktadır. Nisâ 4/46 ve Mâide 5/41. ayetlerden açıkça anlaşılan husus budur; Tevrat metninin muharref olup olmadığı meselesi ise Kur’an açısından bahs-i diğer kapsamındadır.
Daha önce değinildiği üzere Kur’an Medine döneminde gerginleşen ilişkiler doğrultusunda Yahudiler ve Hıristiyanlara karşı giderek sertleşen ve ötekileştiren bir dil kullanmaya başlamış; bu bağlamda Yahudileri temelde siyasi, ahlaki ve teolojik, Hıristiyanları ise daha ziyade teslis inancı bağlamında teolojik gerekçelerle öteki olarak konumlandırmıştır. Başka bir ifadeyle, Mekke döneminde Hz. Peygamber ve Müslümanlar için “mutlak öteki” kategorisi bilhassa Kureyş’in önde gelen müşrikler zümresini ifade ederken, Medine döneminde bu zümrenin “mutlak öteki” olarak sabitlenmesinin yanında Yahudiler ve Hıristiyanlar da diğer “öteki/ötekiler” olarak konumlandırılmıştır. Mekke döneminde nazil olan bazı ayetlerde, Hz. Peygamber’in tüm ilahi vahiylerdeki en temel mesaj olan tevhidden saparak farklı inanç gruplarına ayrılanlara karşı sorumluluk sahibi olmadığını bildiren genel mesajlar verilmiş (En’am 6/159); buna mukabil Medine dönemine ait birçok sure ve ayette söz konusu gruplar artık ismi konulmuş “öteki/ötekiler” olarak tarif edilmiştir.
Teolojik gerekçeyle ötekileştirme bağlamında Yahudilerin Üzeyr’e, Hıristiyanların İsa’ya “Allah’ın oğlu” sıfatı yakıştırdıkları (Tevbe 9/30) ve yine Yahudiler ve Hıristiyanların kendi din adamlarını (ahbâr ve ruhbân) rab/tanrı yerine koydukları bildirilmiştir (Tevbe 9/31). Bununla birlikte Ehl-i Kitab’ın bütünüyle aynı kategoride değerlendirilmemesi gerektiğine de dikkat çekilmiştir (Âl-i İmrân 3/113). Hatta kimi ayetlerde nüzul dönemindeki Hıristiyanlar arasındaki bazı keşişler ve rahiplerden övgüyle söz edilmiş (Mâide 5/82-84), buna mukabil bir dizi ayette kimi Hıristiyanların kendi inançlarını mutlak hakikat ve hidayet olarak gördükleri, dinî inanç sistemlerinde aşırılık gibi bir yola saptıkları, dahası “İsa Allah’ın oğludur” iddiasında bulunup küfre saplandıkları belirtilmiştir (Bakara 2/135; Nisâ 4/171; Mâide 5/72, 77).
Ne var ki bütün bu ayetlerde genellemeye gidilmemiş, bilakis çok dakik bir ifadeyle, “Meryem oğlu İsa Allah’ın oğludur” veya “Allah üç uknumdan biridir/üç uknumun birleşimidir” diyenlerin küfre girdikleri bildirilmiştir (Mâide 5/72-73). Benzer şekilde Kur’an Yahudileri öteki olarak tanımlarken, Medine ve civarındaki on küsur Yahudi kabilesinin tümüyle değil, özellikle Benî Nadir, Beni Kurayza gibi Müslümanlara düşmanca tavır alıp ihanette bulunan birkaç kabileyle ilgilenmiştir.
Hz. Peygamber de Yahudiler ve Hıristiyanlarla ilişkilerini Kur’an’ın genellemeyi tecviz etmeyen rehberliği doğrultusunda sürdürmüştür. Ancak sonuçta, nübüvvet ve risalet misyonu gereği Medine’de yeni bir toplum inşası ve bu toplumun dinî, ahlaki ve siyasi açıdan “vasat ümmet” (dengeli, ölçülü, adaletli toplum) kavramında ifadesini bulan bir kimlik oluşturması söz konusu olduğundan, hemen her konuda kimlik kurucu adımlar atmış ve bu adımlar kaçınılmaz olarak Müslüman toplum için “öteki”ni de yaratmıştır.
Bu bağlamda, bir yandan Müslümanların kendi özgün kimliklerini oluşturma, bir yandan da kendilerini ötekiler karşısında konumlandırma hususunda “veli, velayet” meselesine dikkat çekilmiştir. Mesela bazı ayetlerde müminlerin kendi dindaşlarını ve yoldaşlarını bırakıp kâfirleri veli edinmemeleri gerektiği tembihlenmiştir (Âl-i İmrân 3/28; Nisâ 89, 144). “Küfr” kelimesi ve türevleri genel olarak İslam inancı dışındaki tüm grupları kapsamakla birlikte, kelimenin bu ayetlerdeki mana ve medlulü hususi olarak müşriklere karşılık gelir. Mâide 5/57. ayetteki, “Sizden önce kendilerine vahiy gönderilen ve sizin dininizi alay, eğlence konusu yapan Ehl-i kitabı ve kâfirleri veli edinmeyin” mealindeki ifadeler de bunu teyit etmektedir.
Mâide 5/51 gibi bazı ayetlerde ise müminlerin hususen Yahudiler ve Hıristiyanları veli edinmemeleri gerektiği bildirilmiş, ardından, “Onlar birbirlerinin velisidir; sizden kim onları veli edinirse bilsin ki kendisi de onlardan biri olur” mealinde bir ikaza yer verilmiştir. Buna mukabil Tevbe 9/71. ayette, “Müminler birbirlerinin velisidir” denilirken, Enfal 8/72. ayette, “İman edip imanı uğrunda hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ile muhacirleri barındırıp onlara yardım edenler var ya, işte ancak bunlardır birbirinin velisi olanlar” mealindeki ifadelere yer verilmiştir.
Bütün bu ayetlerde anahtar kavram olarak karşımıza çıkan veli/velayet, bilindik dost ve dostluk manasından öte yardım, destek, himaye ve yetki devretme gibi kritik ilişkilere atıfla hem teolojik hem de siyasi ve stratejik bir anlam taşımaktadır. Denilebilir ki Kur’an’da Müslümanlara ait kimliğin ve aynı zamanda ötekilerle ilişkinin kritik eşiği veli/velayet kavramında ifadesini bulmaktadır.
Kur’an’da Müslümanlar için bir diğer öteki kategorisi “iç öteki” diye de ifade edilebilecek münafıklar zümresidir. Ancak bu zümrenin Müslümanlarla ilişkisi, tarla faresinin bir delikten yuvasına girip öteki delikten çıkması anlamını içeren nifak kelimesinin de işaret ettiği üzere, gerek tanınma ve tanımlanmaları, gerekse kendileriyle ilişkinin boyutları çok sıkıntılı ve sancılı olmuştur. Bu ilişkideki sancılar hakkında Âl-i İmrân suresinin Uhud savaşı ve sonrasıyla ilgili kesitler sunan pasajları çok çarpıcı tasvirler içerir. Bununla birlikte hem Yahudiler hem de Müslümanlar arasında konuşlanan münafıklar zümresinin toplum içerisinde giderek belirginleşmesine koşut olarak, Medine devrinin son safhasında nazil olan Tevbe suresinde bu nifakçıların foyası gözler önüne serilmiştir.
Kur’an’ın Müslüman kimliği kurma ve bu süreçte “öteki/ötekiler” kategorisini oluşturma yönündeki ilkesel beyanları Hz. Peygamber tarafından gündelik hayat pratiğine de taşınmış ve bu cümleden olarak giyim kuşamdan ritüellere kadar hemen her alanda ötekine benzememe konusunda Müslüman toplumun ciddi duyarlılık sahibi olması amaçlanmıştır. Başta teşebbüh hadisi (Ebû Dâvûd, “Libâs” 5) -ki bu hadis her ne kadar giyim-kuşamla ilgili zannedilse de, aslında Müslümanlarla ötekiler arasındaki bir çatışma/çarpışma vasatında ötekilerin yanında saf tutmakla ilgilidir- (İbn Hanbel, el-Müsned, II. 50, 92) olmak üzere daha birçok hadiste, müşriklere veya Mecûsîlere muhalefet gerekçesiyle sakalın bırakılıp bıyıkların kısaltılması (Buhârî, “Libâs” 63; Müslim, “Tahâret” 52-55), saç ve sakalın boyanarak Yahudi ve Hıristiyanlardan farklı olunması (Buhârî, “Libâs” 67; Müslim, “Libâs” 80) gibi hususlar vurgulamıştır.
Bütün bunların yanında Hz. Peygamber’in namaza davetin nasıl olacağı konusunda sahabeyle istişare edip bu bağlamda ortaya atılan nâkûs çalınması, boru öttürülmesi, ateş yakılması veya bayrak dikilmesi gibi çeşitli teklifleri, “Nâkûs Hıristiyanlara, boru Yahudilere, ateş Mecûsîlere özgü bir âdettir” gerekçesiyle reddedip ezanda karar kılması, Hz. Ömer’in Beytü’l-Midraş’a gidip Yahudilerden öğrendiği bilgileri paylaşma arzusuna sıcak bakmaması da aynı kapsamda değerlendirilebilir. Yine kıblenin tahvili, Cuma’nın Müslümanlar için toplu ibadet günü olarak belirlenmesi gibi daha pek çok husus da hem Müslüman toplumun inşası hem de kaçınılmaz olarak öteki kategorisinin oluşması bağlamında görülebilir.
Sözün özü, en başta söylediğimiz gibi İslam ve Müslümanlar için “öteki/ötekiler” kategorisi en başından itibaren vardır; olmak da zorundadır. Zira bir din ve o dinin müntesipleri olan bir inanç grubunun/toplumunun varlığından söz etmek, aynı zamanda o dinin ve müntesiplerinin karşıtlarından da söz etmek demektir. Bu itibarla, İslam ve Müslümanların başka din ve inanç gruplarını öteki olarak algılaması yadsınacak bir şey değil; aksine ve özellikle “ben/biz” idraki için zorunlu bir şeydir. Burada önemli olan, ötekinin mevcudiyetinden ziyade, öteki ile ilişkinin nasıl olması ve ne şekilde sürdürülmesi gerektiği meselesidir.
Kur’an bu konuda velayet ilişkisi üzerinden Müslümanlarla ötekiler arasında çok kesin bir fark ve ayrım hattı çizmesine mukabil kimi zaman bir arada yaşama tecrübesinin kaçınılmaz kıldığı diğer ilişkilerin seyri hususunda, “Ey Müminler! Allah için, her daim adalet ve hakkaniyet sahibi olun; bir topluluğa yönelik öfkeniz, adaletsiz davranmanıza yol açmasın; [dosta düşmana karşı] hep adaletli davranın” (Mâide 5/8) buyurmak suretiyle her zaman ve zeminde ilişkinin adalet temelli olması gerektiğini emretmiştir. Bu ilahi buyruğun nüzul döneminin oldukça geç bir safhasında, yani Mekkeli müşrikler ve Medine Yahudileriyle birçok savaş vuku bulduktan sonra nazil olduğunu belirtmek gerekir.
Mekke döneminde müşriklerin baskıları ve alaylı davranışları karşısında müminlere birçok kez sabır tavsiye edilmiş, onların nadanlık ve nobranlıklarına aldırış edilmemesi gerektiği tembihlenmiş, buna mukabil hicretten kısa süre önce veya sonra ehl-i küfürle savaşa izin verilmiş ve müteakiben birçok savaş gerçekleşmiştir. Kur’an’ın öteki ile ilişkilerde iki farklı dönemde iki farklı tutumu salık vermesi Müslümanların imkân ve kabiliyetlerinin ve içinde bulundukları şartların dikkate alındığına, dolayısıyla stratejik davranıldığına hamledilebilir. Ancak ötekilerle bilfiil çatışma ve savaşın kaçınılmaz olduğu vasatta bile Kur’an’ın her türlü aşırılıktan kaçınılması, adaletten şaşılmaması gerektiği yönündeki emirlerini de unutmamak gerekir. Bunun yanında, İslam ve Müslümanlar için öteki/ötekiler kategorisinin mutlaka bertaraf edilmesi gereken bir düşman kitlesi olmadığı da belirtilmelidir.
İslam’da aslolan huzur, barış ve esenlik iklimidir; çatışma ve savaş ise arızî bir hâldir. Hac 22/39. ayetin açık ifadesine göre Müslüman toplumun öteki/ötekilerle savaşmaya mezun kılınması, kendilerine savaş açılması ve dolasıyla zulme uğraması sebebiyledir. Müslümanlar, inançlarından dolayı kendilerine savaş açmayan, kendilerini yurtlarından çıkarmaya kalkışmayan ötekilerle iyi ilişkiler kurmak ve adaletli davranmaktan men edilmemiş (Mümtehine 60/8), fakat ötekiler Müslüman toplumla barışa yanaşmadıkları, saldırganlıktan geri durmadıkları takdirde yakalanıp haklanmaları gerektiği bildirilmiş ve bu hükmü içeren ayetin son kısmında, “İşte kendileriyle savaşma hususunda size tam yetki ve izin verdiğimiz kimseler bunlardır” (Nisâ 4/91) mealinde çok kritik bir ifadeye yer verilmiştir.
Sonuç olarak Müslümanların öteki/ötekilerle ilişkisinde temel ölçüt adalettir. Bilhassa Osmanlı tecrübesi Müslümanlarla ötekiler arasındaki adalet temelli ilişkinin pratiği hakkında az çok fikir verir. Adalet başta hakşinaslık olmak üzere dürüstlük, dengelilik ve tarafsızlık gibi birçok anlam taşıyan ve efradını cami biçimde tanımlanması zor olan bir kavramsal içeriğe sahiptir. Adalet istikrarlı bir dürüstlük, ahlâk kanununa itaatle gerçekleşen ruhî denge ve ahlâkî kemaldir. Adâletin menatı hak ve hakkaniyettir. Hak kavramı objektif, sabit ve ilkeseldir. Dahası, “Hak onların keyfî istek ve arzularına tabi olsaydı göklerin, yerin ve bu ikisinde bulunan her şeyin düzeni alt üst olurdu” (Mü‘minûn 23/71) mealindeki ayette belirtildiği gibi, bütün kainat ve mevcudattaki düzen adaletle kaimdir.
* Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK, Çukurova Üniversitesi İlahiyat Fakültesi