Avrupai Bir İkilem “Biz” ve “Onlar” Kategorizasyonu
Masoud Kamali
Tarih boyunca insanlar farklı yaşam koşulları, doğum yeri ve cinsiyetlerine bağlı olarak “biz” ve “onlar” şeklinde kategorize edilmiştir. Ancak, böyle bir kategorileştirmenin temelinde esasen hiyerarşik varsayımlar bulunmamaktadır. Kişiler “onlar” olarak tanımlanmış olsa da bu “biz”den aşağı oldukları anlamına gelmek zorunda değildir. “Yukarı köyde yaşayanlar”, “aşağı köyde yaşayanlar” gibi ayrımlar insanın çevresine düzen vermek için kullanılmaktadır. Doğal kaynaklar üzerindeki çatışmalar zamanında veya imparatorlukların genişleme arzusunun neden olduğu savaş dönemlerinde insanlar, “biz” ve “onlar” yahut “dost” ve “düşman” şeklinde tasnif edilmiştir. Buna mukabil, insanlık tarihinin büyük kısmına, imparatorluklar içinde ve ötesinde farklı topluluk ve etnisitelerin biraradalığı damgasını vurmuştur.
Dünyayı hızlıca etkisi altına alan ve her köşesine nüfuz eden modernleşme ve ulus devletlerin doğuşu, insanların “biz” ve “onlar” olarak tasnif edilmesi için yeni koşullar yarattı. Sömürgecilik, kölelik ve emperyalist savaş ve işgaller, dost ve düşman edinme sürecini beraberinde getirdi. Bu tür bir süreç yalnızca siyasi veya askerî bir süreç değildi; var olagelen insanların ve varlıkların, “biz” ve “onlar” şeklindeki tasnifinin öteden beri var olan bir hakikat gibi sunulduğu dinî ve bilimsel bir süreçti. Modern sömürge savaşları ve işgaller, “gayrimedeni onlar”ı medenileştirmek için gerekli eylemler şeklinde meşrulaştırılmaktaydı.
Batı ve Doğu Ayrımı
Batı medeniyetinin meyvesi olan modernlik, Batılı sosyalbilimlerde, kökleri neredeyse sadece “Batı”ya has homojen bir tarihsel gelişim anlayışında bulunan bir olguymuş gibi sunulagelmiştir. Tarih Bilinci eserinde Arnold Toynbee, Doğu-Batı temel ayrımının en önemli teorik çerçevelerinden birini sunmuştur. Toynbee’nin tasnifine göre “Batı,” mesela İran ve Mısır gibi herhangi bir “Doğu” medeniyetinden etkilenmeksizin, Yahudi-Hristiyan unsurlarla birlikte, Ege’deki Minos medeniyetinden (M.Ö. 1200) türemiş Helen uygarlığıdır. Samuel Huntington ve Bernard Lewis gibi çağdaş sosyalbilimciler, Batılı siyasi partiler ve medya iş birliğiyle, “modern Batı” ve “modern olmayan Doğu” arasında durgun, tarihî bir ayrımı yeniden üretmeye çalıştılar.
İnsan topluluklarının ve bizzat Doğu ve Batı’nın bu türden sorunlu tasnifi karşısında pek çok soru ortaya çıkar. Örneğin İslam ve İslam medeniyetinin etkisi Avrupa’da niçin göz ardı edilmektedir? Batı’nın farz edilen Yahudi-Hristiyan kökenleri dahi Doğu’da, yani Filistin’de yatmıyor mu? Avrupa’daki Magrib İmparatorluğu bir Doğu imparatorluğu değil miydi? Osmanlı İmparatorluğu, bugünün Yunanistan, Sırbistan, Romanya ve Bulgaristan gibi pek çok Avrupa ülkesini topraklarına katmış Batılı bir imparatorluk değil miydi? Doğu ve Batı arasındaki farklılıklara dair böylesine kafa karıştırıcı teorik inşalar “Batı toplumsal kuramı”nın ayrılmaz bir parçasıdır ve sömürgeci savaş ve şiddetin meşrulaştırılmasında kullanılmış olan toplumbilimlerin bir mirası olarak kalmaktadır.
Günümüzün küresel dünyasında sınıf ve etnisitelerin olduğu kadar insanların ve cemaatlerin bölünmesinin sağlam coğrafi bir zemin bırakmış olduğunu belirtmek önemlidir. Ekonomik küreselleşme hızı Batı-Doğu gibi ayrımları şöyle bölünmelere dönüştürmektedir: Bir yanda, dünya şehrinin sanal topluluğunun merkezinde ekonomik faaliyetlerinin temeli olan gerçek zamanlı imparatorluk altında yaşayanlar; diğer yanda her zamankinden daha sefil, yaşayacak yeri ya da yapacak mesleği olmayanların son derece gerçek olan topluluğunu gelecekte bir araya getirecek olan şu büyük gezegenvari çölde, yerel şehirlerin gerçek mekânında hayatta kalacak olanlar. Batı’nın baskın olduğu sömürge sonrası dünyada, kapitalist sistemin küreselleşmesi ve neoliberal ideoloji modernliğin ayrılmaz bir parçası olarak “savaşçı zihniyet”i güçlendirdi. Görünen o ki, çoğulculuk ve çeşitlilik, bizim iktisadi olarak küreselleşmiş dünyamızda anlamını kaybetmiş, Batı’nın evrenselleşmiş çıkarlarına karşı herhangi bir muhalefeti tanımayan, Batılı ülkelerin yönetimindeki bir küresel devlete yol açmıştır. Ayrıca, pek çok Batılı olmayan ülkenin hâkim siyasi ve ekonomik seçkinleri, neoliberalizmin küreselleşmesi neticesinde Batılı ülkelerin büyük çıkarlarına iştirak etmektedir. Bu da, Batı ve Doğu yahut “modern Hristiyan Batı” ve “geleneksel Müslüman Doğu” şeklinde ikiye ayrıldığı yönünde yanlış bir faraziyede bulunulan bir dünyanın karmaşıklığını arttırmaktadır.
“Batı”yı biricik gören, yani modernlik ve ilerlemenin gerçekleştiği, dünya üzerindeki yegâne yer addeden Batı ülkelerinde ve diğerlerinde, Batılı olmayan birçok bilim insanını dahi etkilemiş yerleşik bir anlayış bulunmaktadır. Birçok sosyalbilimcinin yardımıyla bu anlayış başka medeniyetler karşısında Batı medeniyetinin biricikliği için dayanak oluşturmuştur. “Batılı olan” ve “olmayan”lar homojen fakat onları “başka dünyalar” kılan temel farklılıklarıyla birbirine karşıt entiteler olarak sunulmuşlardır. Batılı olan ve olmayan ülkelerin iç farklılıkları, Batı ve Doğu arasındaki farklılıklara odaklanma adına inkâr edilmiştir. Fransız, Alman, İngiliz, İsveç vb. gelişim modelleri yaratan Batılı ülkelerin nispeten heterojen sosyo-ekonomik, kültürel ve siyasi gelişimleri, narsist ve kapitalist Batı’nın kendi modellerini dünyanın farklı köşelerine yaydığı bir dünyada ilgi çekmemektedir.
“Batı”nın sömürgeci ve emperyalist bir ideoloji ve gerçeklik olarak doğuşundan bu yana, hem bilimsel hem de siyasi propaganda, Batı deneyiminin, Batılı olmayan ülkelerin izleyeceği bir proje gibi görülmesini amaçlamıştır. Bu, post-kolonyal dünyanın ve sabık sömürgecilerin dünyanın “geri kalanı”na karşı tutumlarını biçimlendirmiş, Batı ve Doğu şeklindeki sömürgeci ayrımı güçlendirmiştir. Böyle bir tarih ve dünya anlayışı, modernliğin farklı ülkeler tarafından kabulünün ve geliştirilmesinin mümkün olduğu tarihsel gerçeğini inkâr etmektedir. Dahası, modernliğin bütünüyle Avrupa kökenli olduğu varsayımı tarihî gelişmelerle uyuşmamaktadır. Mesela Avrupa’da hem Fransız hem de İngiliz devletleri tarafından geliştirilen zorunlu askerlik, Avrupa’dan çok önce Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcut olan bir Osmanlı icadıdır. Aynı şekilde şu hayranlık uyandıran din özgürlüğü de İslami bir olgudur. Din özgürlüğü, Osmanlı ve İran imparatorluklarının her ikisinde de İslami devlet modellerinin bir parçasıydı… Hasılı, sosyalbilim klasikleri, Batılı medya ve siyasilerin aksine modernlik yalnızca Batı’ya has bir icat olmadı, Batılı olmayan özellikleri ve dinamikleri de vardı.
Avrupai Bir İkilem
Doğu ve Batı tarihsel ayrımı mevcut dünya düzeninin biçimlenişini etkilemiştir ve hâlâ dünyadaki eşitsizlik ve adaletsizliklerin yeniden üretilmesinde hayati bir rol oynamaktadır. Avrupa’nın modern tarihi, kendilerini “biz, Avrupalılar” sınıfına ait görenler için bir ikilem yaratmıştır. Bu tip bir ikilem, Avrupa’nın, modern dünyada hümanizm ve demokrasinin kalesi olduğu varsayımında yatmaktadır; öte yandan, “öteki” olarak tasnif edilen diğerlerine karşı sistematik ayrımcılık ve ırkçılık yapılmaktadır.
Bu noktada, bir aidiyeti de varsayan ve “biz” ve “onlar” arasındaki sınırları tarif eden “kültür” kavramı, “biz” yani “Avrupalı” ya da “Batılı” sınıfına ait olduğu düşünülmeyen kimselerin ötekileştirilme mekanizmalarını anlamak açısından önemlidir. “Bizim kültürümüz”e veya “onların kültürüne” ait olmak bir AB ülkesinde yaşayan topluluklara farklı bir statü sağlamaktadır. Din, dil ve kültüre dayalı sembolik sınırlar “ırk”a dayalı olanların yerini almıştır. “Biz”e ait olanlar, “onlar”a ait olanlara göre, farklı toplumsal düzenler ve kurumsal oluşumlarda daha yüksek bir statüye yerleşmiştir.
“Biz”e karşı “onlar” şeklindeki kültürel algı dil, din ve doğum yeri gibi müşterek özelliklere dayalı bir “topluluk”la özdeşleşme üzerinden ırkçılaşmış düşünce ve eylem tarzlarını içermektedir. “Irk”ın din ve dille bağlantısı yeni değildir; bu durum, İspanya’da Müslüman ve Yahudilerin “ötekiler” olarak tasnif edilmesiyle 14. asırda da mevcuttu. Bir dile ait olmak insanları ırksal olarak tanımlamada kullanılabiliyordu. 18. asra gelmeden evvel, Avrupalı dilbilimciler, “ırklar”ı tasnif etmede fiziksel ölçütlerden ziyade dil farklılıklarını kullanmaktaydı. 1808’de Friedrich Schlegel Almanca, Yunanca, Latince, Fransızca ve İngilizcenin kökenlerinin müştereken Sanskritçeye dayandığını ileri sürmüştü, ki bu Avrupalıların üstün Aryan ırkına işaret ediyordu. Bu, Avrupalıları “akılcı, ahlaki, uygar ve soyut düşünmeye ehil” kılıyordu.
Din ve kültürden başka ırkçı yargı ve uygulamalarda “biz” ve “onlar” ayrımına zemin teşkil eden bir diğer unsur da doğum yeridir. Dünyanın “ırkçı haritası”nı çıkaran erken Avrupa sömürgeciliği, “farklılık” anlayışımızı şekillendirmiştir. “Irksal” farklılıklar çok iyi tanımlanmış coğrafi konumlarıyla biyolojik ve kültürel özelliklerin birbiriyle etkileşimi içinde sunulmuştur. Çağdaş küresel hareketlilik ve göçler Avrupa ülkelerinin coğrafi kendilik-tanımını ve homojenliğini zorlamaya başlamış, onları “Avrupa kültürü,” “Avrupa mirası” gibi mefhumlar icat ederek “ayırıcı sınırları” yeniden çizmeye itmiştir.
Irkçılığı, sömürgeciliği ve ayrımcılığıyla Avrupa’nın modern tarihi kurumsallaşmıştır. Kurumsal ayrımcılık ve ırkçılık, göçmen kökenli azınlıkları ötekileştirerek ve onların nüfuz sahibi olmalarını engelleyerek artan toplumsal uyum sorunlarına neden olmuştur. Genelde, ulusal sınırları aşan olağanüstü istikrara sahip kalıplarla ifade edilme eğilimi içinde olsa da bu dışlayıcı ve ırkçı uygulamalar, bazı bilim insanlarınca “ırkçı kültür” ya da çağdaş ötekileştirici, ırkçı ve narsist kültür olarak adlandırılmaktadır. Bu ırkçı eylemler kendiliğinden husule gelmemekte, insanlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir, bilhassa da toplumsal hiyerarşide nispeten yüksek ve önemli mevkilerde bulunan bireyler ve toplumun seçkinleri aracılığıyla. Bütün bu etmenler bireylerin etnisiteleri, “kültür” ve kökenlerine ve göçmenlikle alakalı diğer etmenlere dayanan yaşam olasılıklarını derinden etkileyen karmaşık ve dirençli bir matrisi oluşturmaktadır.
İnsanların “biz” ve “onlar” şeklinde iki farklı gruba ayrılması ve Batı’ya veya Doğu’ya ait addedilmeleri, Avrupa siyasetini ve halklarını kutuplaştıran yeni yabancı karşıtı ve ırkçı siyasi partilere zemin teşkil etmiş, birçok Avrupa ülkesinde genelde göçmen kökenli, özelde ise Müslüman birey ve ailelere karşı tehlikeli bir ayrımcılık ve ırkçılığı güçlendirmiştir. Göçmen karşıtlarının ürettiği yabancı karşıtı fikir ve sloganlar kurumsal ayrımcılık ve “ötekileştirme” mekanizmalarının yerleşikleştiği toplumlarda siyasi hareketliliğin çok etkili araçları olduklarını bizzat kanıtlamıştır. Bu ise Müslümanlarla göçmenleri, Batı medeniyetini yıkmayı, Avrupa’yı İslamlaştırmayı amaçlayan yabancı unsurlar yahut “içerideki düşmanlar” olarak çerçeveleyen birçok yabancı karşıtı ve ırkçı partinin seçimlerde başarı kazanmasına yol açmıştır. Ne yazık ki, yabancı karşıtı partilere karşı çıkmaya çalışan iyi niyetli parti, siyasetçi ve gazeteciler “biz ve onlar” düşüncesini ve göçmenlerin, “biz”den “esasen” farklı olan insanlar kategorisi olarak daha da ötekileştirilmesini istemeden güçlendirmektedir. Görünen o ki, “göçmenler” çoğunluk içinde yer alan birçok topluluk gibi olamamaktadırlar. Göçmen kategorisine ya da Müslüman kategorisine ait olmak, bu tür toplulukları otomatik olarak “biz”den ayrı ve farklı kılma riskini taşımaktadır; onlar, ya bir “sorun” olabilir veya “biz” için bir “kaynak.”
Ötekileştirme uygulamaları, Avrupa toplumlarındaki toplumsal uyum ve bütünleşmenin önündeki en büyük engeller olan kurumlaşmış ayrımcılık ve ırkçılığı yeniden üretmektedir. Bugün, Avrupa’da, AB’ye üye ülkelerdeki göçmenlerin bütünleşmesine dair siyasi bildirgeler ile Avrupalı toplumlarla bütünleşmesi beklenenlerin “ötekileştirilmesi” ve ırkçılaştırılması arasında çatışma bulunmaktadır.
Kişilerin, Doğu ve Batı gibi, coğrafi bölümlere aidiyetleri üzerinden yapılan ayrımlara dayanan “biz” ve “onlar” düşüncesi ile “ötekileştirme” Avrupa’da uzun bir geçmişe sahiptir ve modern Avrupa tarihinin ayrılmaz bir parçasıdır. Ötekileştirme, her ülkenin sosyo-kültürel ve siyasi bağlamına tabi olarak değişik biçimlere bürünüp farklı yoğunluklarda ortaya çıksa da aynı içerik ve mekanizmalara sahiptir. Açıktır ki, “biz” kategorisi, çoğunluğun sosyo-ekonomik ve kültürel imtiyazlarını yeniden üretmek için “ötekiler”e ihtiyaç duymaktadır. Bununla birlikte, tarihî ve çağdaş “Avrupalı biz” ve “Avrupalı olmayan ötekiler” yahut “Batı ve gerisi” ayrımı, küreselleşmenin ve ulusal sınırları aşan çok sayıdaki akımların meydan okumalarıyla gittikçe daha fazla karşılaşmaktadır. AB gibi yeni ulusüstü organizasyonlar, “hâkim ulusal kimlik” mefhumuna yol açtığı kadar, yeni ve dışlayıcı bir kimliğin yaratılmasına da zemin hazırlamaktadır: “ötekilere karşı Avrupalılar”. İnsanların, farklı kategoriler altında böylesine yıkıcı fakat temel ayrımı, birçok Avrupa ülkesindeki eğitim sisteminde kurumlaşmıştır. Okul sistemleri ve ders kitapları farklılık ve ötekiliğe dair genel algıya katkıda bulunmaktadır. Örneğin tarih ders kitapları, dünyayı “Batı ve gerisi” ya da Doğu ve Batı şeklinde ayrılmış göstermektedir. Bu ayrımla Batı, kökleri antik Yunan’da olan bilim ve uygarlığın merkezi olarak sunulmaktadır; “gerisi” ya da Müslümanlar ise büyük ölçüde “ilkel,” “akılcı olmayan,” “gayrimedeni” olan, Batı uygarlığının veya küresel modernleşmenin gerçek gelişimiyle hiç ya da çok az münasebeti olan “ötekiler”dir. Elbette ki onların kültürleri “egzotik bir biçimde” ilginç olabilir.
“Ötekiler”le ilgili kurumsallaşmış ırkçı kategorileştirme, hüküm ve muameleler ayrımcılık, marjinalleştirme ve “muhayyel cemaat”in norm ve idealleri doğrultusunda kendilik ve öteki algısının dışında kalan ve tehdit olarak algılanan fert ve zümreleri dışlamanın sistematik biçimlerine dayanak sağlamaktadır. Ayrımcı ve dışlayıcı düzenlemelerin tümü bilhassa bu amaç için tasarlanmamış olabilir. Ayrımcılık istem dışı olabilir, izlenen başka hedeflerin sonucu olabilir, yine de ötekileştirilmiş topluluklara menfi muamelede bulunmakla sonuçlanmaktadır. “Yerliler” ve göçmenler arasındaki farklılıkların tüm motifleri kasıtlı ve bilinçli ayrımcılığın neticesi değildir. Bir çeşit ayrımcılık ihdas eden bazı farklılıklar, işgücü piyasası ve okullarda, ötekileştirilmiş toplulukların dezavantajına işleyen kalıplaşmış uygulama ve anlayışların sonucu olabilir.
Son söz
Dünya üzerinde, geleneksel ve gayrimedeni “onlar” veya Müslümanlara karşı modernleşmiş ve medeni “biz” ayrımının güçlenmesine neden olan son gelişmelere mukabelede bulunmak gerekmektedir. Bu insanlığın çıkarınadır ve daha sürdürülebilir ve adil bir dünyanın yaratılmasının ön koşuludur. Muhayyel bir “Müslüman dünya” ile “Batı veya Hristiyan dünyası” arasındaki özcü farklılıklara dayalı ayrımlar, tarihsel olmadığı gibi bilimsel de değildir. Dinî inanca ya da coğrafi ayrımlara dayalı farklı homojen dünyalar gibi şeyler yoktur. Sömürgecilik ve emperyalist işgal, savaş ve çatışmalar, bu tür ayrımların kurbanlarının ayrımların suçlusu sayıldığı adaletsiz bir dünya yaratmıştır. Küreselleşme ve artan iletişim, ulusal sınırları gittikçe aşındırmakta ve herkesin birbiriyle bağlantılı ve “aynı gemide olduğu” bir dünya yaratmaktadır. Şayet küresel insan hakları ve adalet hareketleri sınıf, etnisite, cinsiyet gibi ayrımcı kategorilere bakmaksızın, herkes için daha iyi bir dünyanın yaratılması amacıyla her ülkenin siyasal seçkinlerini harekete geçmeye iterse ulusal, dinî ve etnik ayrımların dışına çıkmak mümkün olur. Bu elbette bir gecede halledebilecek kadar kolay değildir. Yıllarca sürecek ve rahatsız edici pek çok siyasi karar almayı gerektirecektir. Bu meseleyle ilgili pek çok öneri bulunmaktadır, ancak biz, “Biz ve onlar” düşüncesinin zeminini oluşturan algıları değiştirerek başlayalım. Bu ise, genelde ötekiler, özelde ise Müslümanlar hakkındaki tarihî çarpıtma ve tutarsızlıklarla mücadele etmek için ders kitapları ve okul müfredatında olduğu kadar kitle iletişimin organizasyonunda da esaslı değişikliklerin yapılmasını gerektirir.
*Prof. Masoud Kamali, Mid Sweden Üniversitesi öğretim görevlisidir.