Georges Corm ile “Doğu-Batı” ve “Öteki” Kavramları Üzerine
1940 yılında Lübnan’da dünyaya gelen Prof. Dr. Georges Corm, Lübnan’ın eski maliye bakanlarından. Aynı zamanda economist ve tarihçi olan Corm birçok uluslararası kuruluşta danışmanlık görevinde de bulunmuş ve şu sıralar Beyrut Saint Joseph Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışmalarını sürdürüyor. Avrupa ve Batı Miti, Doğu-Batı “Hayali Kırılma” gibi birçok eseri dilimize de çevrilen Corm ile –kendi ifadesiyle, herhangi bir temeli olmayan- “Doğu-Batı” kavramsallaştırmasını ve “Ötekilik”i konuştuk…
Öteki tasavvuru öncelikle bir “Ben” tasavvuru gerektiriyor hiç kuşkusuz. Batı’nın Ben’ini nasıl tanımlayabilirsiniz? Batı kendini insanlık tarihinde nereye koyuyor? Nasıl konumlandırıyor?
“Batı” kavramının kullanımı konusunda, özellikle son yıllarda, ziyadesiyle Amerikanlaşmış bir Avrupai narsisizm ile karşı karşıyayız. Kitaplarımda da değindiğim gibi, esasen bu kavram ulus-ötesi bir “mega-kimliği” işaret ediyor, ancak bu sadece ideolojik ve hayal âleminde var olan, coğrafi, tarihî ve kültürel olarak kökü bulunmayan bir kavramdır. Aslında Avrupa Birliği farklı medeniyetleri -İtalyan ve Latin, Slav, Alman, Fransız, İngiliz ve İskandinav medeniyetlerini- bir araya getirmiş bir ekonomik ve finansal federasyondur. Ve bu birlik çağdaş ve emperyal bir güç olan ABD’nin dev “ego”sunun kollarına kendini tamamen bırakmış durumdadır, ki bu güç Fransa ve İngiltere’den, yani Avrupalı iki büyük emperyal güçten sonra ortaya çıkmıştır.
Bu anlamda Batı olmayan “öteki”nin tanımlanması da çok zordur, çünkü ona zıt olan Doğu’nun mega-kimliği de çok muğlak bir kavramdır. Zira burada Yakın Doğu’dan mı, Orta Doğu’dan mı, Uzak Doğu’dan mı, yoksa Müslüman veya Budist veya Hinduist Doğu’dan mı bahsedilmektedir? Bu tasnifin Batı tarafından bakılınca da şu sorular ortaya çıkıyor; Avrupa-Amerika birliğinin büyük müttefikleri olan Orta ve Latin Amerika ülkelerini, Japonya’yı ve Güney Kore’yi bu tasnifte nereye koymak gerekir?
Aslında Avrupa’nın “ben”i bir bütün olarak hiçbir zaman var olmamıştır, bu küçük kıta içinde barınan toplumların birbirleri ile savaşları hiç son bulmamıştır ve daha sonra, endüstriyel modernlik döneminde de kendi içinde oluşan ulus-devletler arasında çatışmalar hiç bitmemiştir. Bu küçük kıtanın birlik olduğu tek dönem belki de sadece, farklı toplumları ve etnik grupları birarada barındırmayı başaran ve ortak kimlik olarak Hristiyanlığı sunan kutsal Roma-Germen imparatorluğu dönemidir.
Bugün Avrupa’nın “ben”i somut olarak, tüm dünya üzerinde emperyal bir egemenliği sürdürebilmek için ABD ile askeri ittifak içinde olan NATO’ya üyeliktir. Bu egemenlik çoğu zaman küstahça, “uluslararası toplumun isteği” denen şaşırtıcı bir ifadenin arkasında gizlenir.
Elbette başka bir açıdan bakılacak olursa, Avrupa’nın “ben”i aynı zamanda Fransız devriminin ve aydınlanma felsefesinin getirdiği ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin de somutlaştırdığı cumhuriyetçi değerlerdir. Ama Tanrı’ya dayandığı iddiasındaki kraliyet rejimleri uzun süre ve sert bir şekilde bu değerlere karşı çıkmıştır; emperyalist politikalar sonucu ortaya çıkan faşist rejimler ve Nazi rejimi de sonraları demokratik rejimlerle çatışmıştır…
İslam’ın doğuşu ve hızla yayılması olmasaydı, bugün üzerine konuşabileceğimiz bir Batı/Avrupa da olmazdı şeklinde yorumlar var. Bu görüşe katılıyor musunuz? Avrupa/Batı bilincinin teşekkülünde en belirleyici unsurun İslam olduğu söylenebilir mi?
Bu iddia esasen çok şüphe götürür. Hristiyan Avrupa’nın içinde bile, Batı ve Doğu Roma İmparatorlukları arasında 5. yüzyıldan itibaren bir Doğu-Batı kırılması yaşanmıştır. Hristiyanlığın kendi içinde birbirine düşman birçok kilise ortaya çıkmıştır, bu hem Hristiyanlığın doğduğu yer olan Doğu’da hem de birbirine düşman olan Bizans ve Roma imparatorlukları içinde vuku bulmuştur. Unutmayalım ki 4. Haçlı Seferi Kudüs’e giderken, Konstantinopol (İstanbul)’a girip yağmaladığında Akdeniz’deki bölünmeyi kuvvetlendirmiştir. Şunu da hatırlamalıyız ki, Akdeniz bölgesindeki toplumlar, Kartacalı Hannibal’ın Romalılara yenilgisinden sonra, doğu ve güney Akdeniz bölgesinin elit düşünürlerinin katkılarıyla gelişimine yardımcı oldukları Yunan-Roma medeniyetinden çok etkilenmişlerdir.
Elbette, bazı Avrupalı İslamofobikler (İslam karşıtları) dünyanın bütün sıkıntılarını bu üçüncü tek tanrılı dinin –İslam’ın- doğuşuna bağlıyor. Modern Avrupa devletlerinin ve onların farklı kültürlerinin ortaya çıkışında etkili olan unsurları belirtecek olursak, Avrupalı milletlerin birbirinden farklı birçok kaynağa dayandıklarını ifade etmek durumundayız, elbette bunlar arasında İslam medeniyetinin önemli bir yeri vardır, ancak Çinliler veya Amerika kıtasında bulunan diğer büyük medeniyetlerin katkısının da göz ardı edilmemesi gerekir.
Aynı soruyu Doğulu (Müslüman) toplumlar için de sorabiliriz: Dışarıdan bakınca, Doğulu (Müslüman) toplumların “ben” tasavvurunu hangi unsurların belirlediğini düşünüyorsunuz? Müslümanların ötekileri tarih boyunca kimler olmuş?
Bu soruya somut bir cevap vermek de oldukça zor görünüyor, çünkü bahsettiğiniz Doğulu “ben” de tarih boyunca çok değişmiştir ve kanaatimce İslami bir “ben”in varlığının tarih sahnesine çıkması oldukça geç olmuştur. Bu “ben”in çağdaş kökenleri batı Avrupalı devletlerin ve Rusların sömürge girişimlerine karşı gösterdikleri reaksiyonda bulunur ve bu reaksiyon iki farklı, hatta zıt şekilde somutlaşmıştır: Bir tarafta, Avrupalı devletlere ve Ruslara karşı Osmanlı İmparatorluğu’nu korumak ve tüm Müslüman toplumlar arasında bir dayanışma sağlamak için, Avrupalı aydınlanma felsefesinden esinlenen reformist bir panislamizm; diğer tarafta da, Turancı (pantouranien) Jön-Türk milliyetçiliğinin ortaya çıkması ve bunun Arap, Ermeni ve Kürt milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına yol açması yer alır. İran ile Osmanlı İmparatorluğu arasındaki amansız rekabeti ve bu iki devlet arasında gerçekleşen savaşların Kafkasya’da ve Orta Asya’da Rus sömürgeciliğini kolaylaştırmasının etkisini de unutmamak gerekir.
7. ve 14. asırlar arasındaki büyük Arap-İslam medeniyeti dönemine gelince; bu medeniyet, açık bir medeniyet olarak o zamanın bütün bilimlerinin mükemmel bir sentezini yaptı ve bilim ve felsefe alanında bunları çok geliştirdi. Daha sonra ise inişe geçti, özellikle Akdeniz’in doğusunda. Ama Hindistan’da bu olmadı, çünkü orada İngiliz emperyalizminin gelişine kadar Moğol İmparatorluğu’nun hâkimiyeti mevcuttu. Herhâlukârda İslam hiçbir zaman Avrupalılık kavramı gibi ulusal bir oluşum inşa etmemiştir, çünkü İslam âlemi olarak adlandırabileceğimiz bu büyük, heterojen birliktelikte Türkler, Farslar, Araplar, Hintliler ve diğer Asyalı toplumların her biri büyük siyasi, askerî ve kültürel roller oynamıştır. Bu yüzdendir ki bugün İslam’ı manipüle etmeye çalışmak Müslüman toplumlar üzerinde dramatik etkiler yaratmaktadır, özellikle de çok yeni ve doğası gereği ulusalcılık karşıtı olan modern “siyasi İslam” söylemi bağlamında bu söylenebilir. Zira bu “siyasi İslam” söylemi inananları olası bir halifeliğin hayaliyle yaşamaya yöneltiyor, ancak bu halifeliğin ideolojisi, Vahabi bir çerçevede, içine kapanık ve tekelci görünüyor ve geçmiş büyük İslam medeniyetin (dışarıya) açıklığıyla veya 19. yüzyılda, aydınlanma felsefisinin katkısıyla başlayan İslami devrimle hiç alakası bulunmuyor.
Ayrıca, Türkiye’de siyasal İslamcı olarak tanımlanan şimdiki bazı yöneticiler tarafından “Neo Osmanlı”ya yapılan atıflar, şu an için oldukça olumsuz bir diğer durumdur ve bu durum Arap dünyasını kontrol etmek için verilen emperyal mücadeleyi ve Farslar ile Türkler arasındaki eski Sünni-Şii rekabetini tetiklemektedir.
Doğu ile Batı arasındaki “ötekileştirme” sürecinde din, tarih, siyaset ve etnik kimlik gibi unsurların hangisi, ne kadar belirleyici bir rol oynuyor?
Avrupalı toplumları en çok “ürküten” olgunun Turan asıllı toplumların (Selçuklular, Memlüklüler ve Osmanlıların) hızlı fetihleri ve Viyana’yı iki kez kuşatmış olmaları olduğu kesindir. Avrupa kültürü için, öteki “Doğulu” sırayla “Büyük Türk”, Montesquieu’nün İran Mektupları’ndaki Farslı kahramanlar, Cezayirli Fellahlar, Usame Bin Ladin ve aynı zamanda Arap halklarının dinî çerçeve dışında bütünlüğünü vaaz eden Abdül Nasır’ın temsil ettiği Arap milliyetçiler olmuştur…
Doğu ile Batı toplumları arasındaki süregelen çatışma alanları en çok hangi dinamiklerden besleniyor?
Aslında resmî olarak böyle dinamikler yok. Zira Türkiye Nato üyesidir ve bundan dolayı ABD ve Avrupalı ülkeler tarafından son derece saygı duyulan bir ülkedir, Arap rejimlerinin çoğu Avrupa-Amerika etkisi altındadır; Pakistan ve Suudi Arabistan ABD’nin iki büyük müttefikidir. Geriye sadece İran kalıyor, o da son birkaç yıldır Avrupa ve Amerika ile ilişkilerini normalleştirmeye çalışıyor, bunu da bölgesel güç konumunu koruyarak ve atomik enerji üretim alanını kontrolu altında tutarak yapıyor. Ancak İran, Suriye rejimine ve Lübnan’daki Hizbullah’a destek çıktığı sürece ABD ve Avrupa, İran’a istediğini vermeyecektir. Çünkü İsrail devleti bugün tartışmasız bir şekilde Avrupa ve Amerika’nın önemli bir putu (une idole majeure) hâline gelmiştir -kamuoyu nezdinde öyle olmasa da-… Avrupa ve Amerika’nın kaygısı Orta Doğu’da Yahudi bir devletin varlığına karşı çıkılmasını kökünden kazımaktır, bundan dolayı İslami akımlara karşı birbiriyle uyumlu bir siyaset yürütüyorlar, hatta büyük bir İslam devletinin kurulması taraftarılar diyebilirim. Böylece, Yahudi bir devletin varlığını daha kabul edilebilir kılmak düşüncesindeler.
11 Eylül (2001) saldırıları sonrası İslam düşmanlığının arttığı tekrarlanıp duruluyor olsa da, 1994 yılında yapılan bir araştırmaya göre Amerikalıların %42’si İslam’ın şiddeti meşru gören bir din olduğuna inanıyordu. Genel olarak Batı’da İslam ile şiddetin iç içe olduğu algısı nasıl oluşturuluyor? Müslümanlardan böyle korkunç bir “öteki” yaratmaya kimin, neden ihtiyacı var?
Amerika’nın Sovyetler Birliği’ni yıkmak için dinleri, özellikle tek tanrılı olan üç dini araç olarak kullanma politikasının akabinde, İslam “şiddet” ve “içe kapanıklık” ile eş anlamlı kılınmaya çalışıldı, bunda Afganistan’daki ilk savaşta kurulan “cihad” ordusunun silahlarını bırakmayışının da payı oldu. 1980’den itibaren Afganistan’da savaşmak için ve işgalci Sovyet ordusunu oradan çıkartmak için kamplarda eğitim gören binlerce Müslüman genç, Suudi Arabistan ve Pakistan yönetimi ve ABD’nin onayı ve silah desteği ile, yine başlangıçta ABD’nin işbirliği yaptığı Taliban’ın ortaya çıkmasını sağlamıştır. Sovyetler Birliği çöktükten sonra, “cihad” ordusu dev bir yok etme ordusuna dönüştü. Bunlara daha sonra Bosna’da, Çeçenistan’da, Kafkasya’da, Filipinler’de, Irak’ta da rastladık ve özellikle son üç yıldan beri Suriye’de ve ayrıca son zamanlarda girmeye başladıkları Lübnan’da da rastlıyoruz.
El-Kaide ve bugün IŞİD adı altında varlıklarını sürdüren bu unsurlar ABD’nin savaşacağı, ulus ötesi bir düşman bulmasını kolaylaştırmıştır, bu da Avrupa’nın desteğiyle, başka ülkeleri işgal etmek için askeri koalisyonların kurulmasını meşru kılmıştır, böylece dünya genelinde askerî bir gücün yayılmasının devamı sağlanmıştır, özellikle de Arap yarımadasında. On yıllardır ABD ve Avrupa ülkeleri, Pakistan’ın ve Arap yarımadasının petrol ülkelerinin etkili işbirliğiyle, yangını hem çıkaran hem söndüren taraf olmuşlardır. Türkiye de, Suriye rejimine ani ve şiddetli bir şekilde karşı çıkması ve Arap dünyasında kendini İslami akımların savunucusu olarak tanıtmasıyla artık bu oyuna katıldığını gösteriyor, bu durum bazen İslam dinini kullanan ve istismar eden ülkeler için her iki tarafın da zarar görmesini sağlayabiliyor. Köktenci denilen bu akımlar bugün İslam dinini temsil etmiyorlar. İslam merhametin ve dengenin dinidir. Birinci Afganistan savaşından beri olanlar İslam’ın bu ana kavramlarının tersine çevrilmesidir ve dünya çapında kimler tarafından kullanıldığı belli olan denge bozucu bir alettir. Bunların kökleri hem Batı’da hem de Doğu’dadır.
İran, Hindistan, Türkiye ve Endonezya gibi ülkelerin halkları da Amerika’yı (ve tabii Batı’yı) dünya barışı önünde engel olarak değerlendiriyor. Amerika öncülüğünde Batı’nın İslam coğrafyasına siyasi ve tabii fiziki müdahalelerini düşünürsek, “Doğulu”ların Batı’yı öteki ve hatta “düşman” olarak görmesinin sadece hayali korkulara dayanmadığı söylenebilir mi?
Dikkat edilmelidir ki, toplumlar, devletler, dinî veya etnik birlikler homojen bütünlükler değildir. Genelleştirme yapmak yalnış olur yani. Avrupa ve Amerika’daki devletlerde, kamuoyunun görüşü, resmî yetlililerle, medyayla veya akademik yayınlarla her zaman aynı değildir. Avrupa’da kamuoyu İsrail’in Filistin halkına karşı şiddet kullanmasına karşıdır, çünkü bu Avrupa’nın kendi içinden çıkardığı evrensel insan hakları ilkelerine zarar vermektedir. Buna mukabil Arap toplumlarında, birçok hükûmet ve seçkinlerin önemli bir çoğunluğu Orta Doğu’da Avrupa ve Amerikan politikalarına karşı çıkmıyor ve İsrail’den çok Iran’ı “düşman” olarak görüyor, buna karşın ABD’yi de büyük bir koruyucu olarak kabul ediyorlar, bu da (kendine) yabancılaşmanın ve körlüğün son aşaması herhâlde!
Bana kalırsa, Batı’nın “düşman” olduğunu ifade etmenin hiçbir anlamı yok! Bu yargılarda bulunurken sayısı belirsiz olan hangi “Batı”dan ve hangi Müslüman “Doğu”dan bahsediliyor? Ben her zaman tüm dünyanın 19. yüzyıldan itibaren batılılaşmaya başladığını hatırlatıyorum. Aydınlanma felsefesinin ve Fransız ihtilalinin ilkeleri dünyayı kuşatıp bütün eski imparatorlukları sarsmıştır ve bunların yıkıntılarından cumhuriyetler doğmuştur. Dünyanın çehresi artık bütünüyle değişti. O yüzden ben artık bu terminolojiyi kullanmıyorum.
Aslında çok belirsiz ve alabildiğine geniş olan Doğu veya Batı kavramlarını kullanmak, yapılan zulümlerin gerçek müsebbiblerini belirlemeyi engelliyor, örneğin 2011’den beri Türk hükûmetinin de katıldığı Arap toplumları üzerindeki Suudi-Pakistanlı ve Amerikan hâkimiyeti olgusunu görmeyi… Huntington’un “Medeniyetler Çatışması” tezini kabul etmek, birçok toplumun maruz kaldığı ve din veya medeniyetle alakası olmayan saldırı ve hâkimiyet mücadelelerinin gerçek suçlularını tespit etmeyi engelliyor, çünkü bu noktada din ve medeniyet sadece dumandan bir perdeyi çağrıştırıyor, böylelikle Osmanlı İmparatorluğu’nun düşüşünden beri Orta Doğu’yu sarsan birçok saldırının gerçek suçluları gizlenmiş oluyor.
Özellikle 19. yüzyıldan sonra Batı’nın Doğulu toplumlar üzerine önemli ilmi çalışmalar yaptığı görülüyor. Bunun o toplumları daha iyi tanımaya yardımcı olduğunu düşünüyor musunuz? Yoksa“dumandan perde” kalınlaşmaya devam mı ediyor?
Birçok Avrupalı-Amerikan oryantalistin içine düştüğü antropolojik ve özcü (l’essentialisme) yaklaşımı ben her zaman kınamışımdır, bu yaklaşım Ortadoğu’yu sadece güya hiç değişmeyen spesifik ve zihnî yapılar içinde donmuş dinî ve etnik toplumlar olarak görür. 19. yüzyılın “Doğu sorunu”nu ırkçı bir yaklaşımla ele alan birçok eserden miras kalan bu gelenek bugüne kadar devam edegeldi. Eskiden Avrupa’da Aryenlerden ve Semitlerden bahsedilirdi, Ernest Renan’ın yaptığı gibi. Bugün kullanılmaya devam edilen Doğu-Batı kavram çifti bu eski ırkçı ikilemle kesişiyor. Ne yazık ki birçok Arap, Türk veya İranlı öğrenci de, liberal veya siyasi İslam taraftarı olup olmamaları farketmeksizin, bu tuzağa düşüyor.
Bununla birlikte, bazı Avrupa veya Amerikan üniversitelerinde seçkin çalışmalar yapıldı ve yapılıyor. Ancak bunlar pek bilinmiyor, çünkü medya sadece antropolojik önyargıları ve klişeleri öne çıkaran veya tekrar tekrar ve monoton bir şekilde siyasi İslam’ın ideolojisini tanımlayan kitapları tanıtıyor. Özellikle Seyyid Kutub’un, Mevdudi’nin ve İbn Teymiyye’nin düşünceleri üzerinde duruluyor, sanki bu denli zengin olan İslami düşünce tarihi sadece bu düşünürlerden ibaretmiş gibi. Bu sadece bir kandırmaca.
Özellikle Arap toplumlarındaki, Kuran’ı yeni bakış açılarıyla okumaya/yorumlamaya devam eden olağanüstü entellektüel üretim, Avrupa-Amerikan ve Arap akademi ve medya çevrelerinde tamamen gözardı ediliyor. Onlar sadece siyasi İslam’ın kendi kendini tekrar eden ve konformist ürünlerine dikkat çekiyorlar, böylece kendi kuşatıcı varlıklarını (omni-présence) koruyorlar ve bizi steril bir kısır döngü içerisine hapsediyorlar.
Yüzlerce yıllık etkileşime rağmen tarafların birbirlerini yabancı, hatta düşman olarak görmesi çok şaşırtıcı değil mi?
Bir kez daha tekrar edeceğim ama bu tarafların tam olarak kim olduğunu ben pek iyi göremiyorum. Batı kim, Doğu kim? Bildiğim tek şey NATO’nun emperyalist tipte bir Avrupa-Amerika gücünün yansımasının somut hâli olduğudur ve birçok Müslüman Arap ve Arap olmayan rejim bu emperyalist egemenliğin içinde kendi yansımalarını görüyor. Pakistan, Suudi Arabistan, Mısır, Türkiye, Endonezya hepsi Müslüman ülkelerdir, bununla birlikte bunlar kendi istekleri ile farklı derecelerde Avrupa-Amerikan emperyalist yörüngesine girmişlerdir. Bu ülkelerin birçoğunun siyasi ve kültürel elitleri Avrupa-Amerikan’nın yürüttüğü gittikçe globalleşen kültürde kendilerini çok iyi hissediyorlar.
Gerek bireysel, gerekse toplumsal bütünlüğün sağlanabilmesi için bir “öteki” sanıyorum gerekli ve kaçınılmaz. Hâl böyleyken, herkesin kendi “ötekiliği” içinde bırakılıp, kabul edilerek olası bir uzlaşı zemini nasıl sağlanabilir?
Ben şahsen korkunç bulduğum “öteki” terimini asla kullanmıyorum, çünkü bu belli bir korkuyu körüklüyor ve insanın biricikliğini inkâr ediyor. Ben “çeşitlilik” terimini tercih ediyorum. İyi ki insan toplulukları çeşitlidirler, hem kendi aralarında hem de kendi içlerinde. Çeşitlilik bizzat dünya düzeninde ve oluşumunda vardır ve bu ancak güzelliğe sebep olur. Farklı olmak doğal bir şeydir, aynı aile içerisinde bile kardeşler birbirinden farklıdır. Kökten farklı olmak, tamamiyle “öteki” olmak –ötekilik kavramının kullanımda olduğu gibi- (insanlar arasında) korku ve düşmanlık duvarları inşa eder.
Belki de bilinçaltında sakladığımız bir korku var, Tevrat’taki arketiplerden gelen bir korku. Belki de farklılığın Tanrı tarafından verilen bir ceza olduğuna inanıyoruz içten içe. O cezanın Tanrı’nın dünyayı “Babil Kulesi”ne çevirip insanları da farklı dillerde konuşturması olduğuna inanıyoruz. Bu kategorizasyonlardan uzaklaşmak gerekiyor, özellikle seçilmiş millet ve Tanrı tarafında seçilen milletlerin bekçisi olunması fikrinden. Dinî, kültürü ve medeniyeti birbirine karıştırmamak gerekiyor…
Bu noktada son olarak öteki’nin antik Yunan kültüründen gelen asıl anlamının “barbar” olduğunu tekrarlamış olalım. Bu ilk kullanımında “barbar” sadece aynı dili ve aynı kültürü paylaşmayan toplumları ifade ediyordu. En az Yunanlar kadar “gelişmiş” olan Farslar, Yunanlılar tarafından barbar olarak tanımlanıyordu. Ancak daha sonra, büyük bir ihtimalle Romalılarla birlikte aşağı-imparatorluk rejimi altında barbar kelimesi kötü bir anlam kazanmaya başladı, özellikle Yunanlı-Romalı yüksek kültürüne ve inceliğine sahip olmayan Germen-Romen kabilelerin gelişiyle…