Bir Savunma Psikolojisi Aracı Olarak Türk Edebiyatından Endulüs İmajı

Mehmet Samsakçı

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • 17.asır Müslüman-Türk ilerleyişinin Avrupa’da durduğu, 18. asır Avrupa’nın ilerleme hamlelerine hız verdiği ve Şark’ın gerilemeye başladığı, 19. asırsa Müslüman nüfusun Avrupa’dan “kovulma” gayretlerinin başarıya ulaştığı, yani Şark Meselesi’nin neredeyse çözümlendiği dönemi ifade eder. Birinci Cihanşümul Savaş’ın dünyayı kana buladığı 20. asır başlarıysa yüzyıllardan beri hazırlığı yapılan “hesaplaşma”nın sonuçlandığı devredir. Çeşitli itilâf ve ittifakların, açık ve gizli anlaşmaların, kimisi kâğıt üzerinde kalan, kimisi tahakkuk eden niyetlerin gün yüzüne çıktığı bu savaş, diğer bazı imparatorluklar gibi Osmanlı’nın da sonu olmuş, Doğu’da, etkisi dünyaya yayılan büyük bir devletin “artık” yokluğu, emperyalizmin bu coğrafyada daha rahat at koşturması sonucunu doğurmuştur. Bugün de yaşananlar, yaklaşık bir asır önce kopan kıyametin getirileridir. Fakat biraz geriye gidelim:

    Malazgirt’ten 16. asır sonlarına kadar Müslüman-Türk, esası asla değiştirmeyecek küçük mağlûbiyetler ve dahilî problemler istisna edilirse, Batı’ya doğru “her yaz asırlarca koşmuştur.” Fakat “malûm” sebeplerle bu koşu son bulmuş ve geriye doğru bir yürüyüş yani “çekiliş” kendisini göstermiş, bu ricatı hızlandırmak ve söz konusu koşunun hortlamasını ebediyyen engellemek için Batı, silâhla beraber, asırlarca kapısını çalmadığı bir tefekkür, sıhhati daima şüpheli bir “argüman” hamlesi başlatmıştır. Bu hamle “İslâm, terakkiye mânidir.” şeklinde özetlenebilir. İşte özenme, imrenme gibi masum olanlarının yanında teslimiyet gibi dinî ve millî onuru zedeleyecek, hatta tamamen yok edecek karmaşık hislerle Batı’ya açılan 19. asır düşüncesi, yani Tanzimat ruhu bu yazıda tartışacağımız Endülüs imajını böylesine bir psikoloji içerisinde doğurdu. Esasen bu kaçınılmazdı, zira yüzyıllardır üzerinde yaşadığı toprakları terke mecbur kalan, Yahya Kemal’in her zamanki dâhiyane ifadesiyle o kıtalarda “askerle değil milletle duran”, yani aldığı toprağı müstemleke değil “vatan” bilen, bu yüzden de vurula vurula, öle öle, azala azala oralardan çekilen, maddî varlıkları kadar asla silinmeyecek bir hafıza kuvveti ve hatıra yığınıyla ana vatana rücu eden bir milletin mütefekkirleri elbette İslâm tarihinde daima nâdir bir elmas gibi parlayacak olan Endülüs silâhını kuşanacak, “Şark barbar, câhil ve vahşîdir.” genellemesine oradan itiraz edecekti. Elbette “İslâm ve Bilim” şeklinde suretâ çok şey vaad eden başlığıyla İslâm’a saldıran Ernest Renan’ın karşısına bir Namık Kemal çıkacak, elbette kadim Yunan’ın insanlık tarihine kattıklarını dahi Müslümanlardan öğrenen Batı’nın karşısına Müslüman düşünür, aynı Batı’nın en iyi bildiği, bilmesi gereken yerden konuşacak, inkârı mümkün olmayan Endülüs’ü misal gösterecektir. Tanpınar, “bir ayağın, yukarıya sağlam bir hamle yapması için, diğer ayağın aynı sağlamlıkta bir yere basıyor olması”nın lüzumundan bahseder. İşte Endülüs, 19 ve 20. asır Müslüman Türk’ünün üzerine bastığı sağlam mesnedin adı olmuştur. Tam da bu yüzden “diyâr-ı küfürde beldeler kâşâneler, mülk-i İslâm’daysa hep viraneler” gören ilk Endülüs Tarihi mütercimimiz Ziya Paşa, aynı zamanda Engizisyon Tarihi’nin de mütercimidir. Tek kelimeyle bu, modernizmin, onun maddî-manevî enstrümanlarının kısaca yeni maddî dünyanın sahibi Batı âlemine, “Bugün ne iddia ve iftira ederseniz ediniz, biz bu idik, siz de o idiniz.” demektir.

    Genel olarak Türk düşünce hayatında ve edebiyatında Endülüs ilgisi ve dikkatini doğuran bu iki eserden sonra, devletin çeşitli kıtalardaki topraklarının hızla elden çıkmaya başladığı, giderek İstanbul’u ve hatta Anadolu’yu kaybetme tehlikelerinin baş gösterdiği son devirlerde yazar ve şairlerin, İslâm’ın şeref ve haysiyetini kurtarmak ve korumak için bir Endülüs modası başlatması çok da şaşırtıcı değildir. Bu, Batılı fikir propagandasının önüne geçmek için doğal bir reflekstir. Ziya Paşa dahi bu tercümelerden başka Harâbât Mukaddimesi’nin “Ahvâl-i Şuara-yı Arab” kısmında Endülüslü şairlerin eserlerini övmüş, Mirat’ın ilk sayısında neşrettiği ve Kâmil ve Âkil isimli şahısları konuşturduğu bir yazıda ismini bilmediğimiz bir müellif, Kâmil’e İspanya Müslümanlarının sanat, ilim ve kültürde kat ettikleri mesafeyi medhettirmiş fakat daha mühimi Endülüs devleti ve medeniyetinin önce Tavâif-i Mülûk şeklinde bölünmesi sonra da inkıraz etmesini Osmanlı için bir ibret aynası olarak göstermiştir. Endülüs tecrübesinin aynı ibret vesikası şeklinde sunulmasına ikinci örnek Muallim Naci’nin Musa bin Ebi’l-Gazan yahut Hamiyyet (1882) isimli manzumesidir ki burada bir devlet ve millet için “vahdet”in ne demek olduğu vurgulanır. Bu eserlerden sonra Türk Endülüs Edebiyatı şahlanır(1) ve konunun en ısrarlı yazarı Abdülhak Hâmid, Endülüs eksenli tam beş adet tiyatro kaleme alır: Nazife (1876), Tarık yâhud Endülüs’ün Fethi (1879), Tezer yâhud Melikü’l-Abdurrahmanü’s-sâlis (1880), İbn Musa yâhud Zâtü’l-Cemâl (1917), Abdullahü’s-Sagîr (1917). Hâmid’in eserlerinin tiyatro tekniklerine uygunluğu, kullanılan dilin tabiî ya da zorlama olması problemleri, aldığı tepkiler hakkında çeşitli etütler söz konusudur. Burada bizim için önemli olansa şairin bu eserleri niçin kaleme aldığı ve kahramanlarına ne söylettiğidir.

    Vatan konusunda nasıl bir hassasiyet taşıdığını bildiğimiz Namık Kemal’in, “Sizden kan istemiyorum, çünkü çok kolay bezledeceğinizi biliyorum. Birkaç damla mürekkep istiyorum.” sözlerine muhatap olan Hâmid’in esasen Endülüs’ü konu alan tiyatrolarında bu yazıda tartıştığımız türden bir savunma psikolojisi kendisini göstermez. Hâmid, yeni yeni alıştığı tiyatroda kendisini ve yeni Türkçeyi tecrübe etmek istemiş, bu arada tesiri altında bulunduğu romantik tiyatronun vatan, tarih, din, tabiat ve bütün trajik görünümüyle “aşk” gibi konularını beraberce işlemiştir.(2) Hâmid, bir devletin, bir padişahın ve idarenin ne olması / ne olmaması gerektiğine hatta zâlim bir hükümdarın öldürülmesinin cinayet sayılmayacağına dair fikirlerini bazı tiradların arasına sıkıştırır. Hakikaten o, Osmanlı adına tenkitlerini ve özlediklerini bu piyeslerde asırlar öncesine ait bir kurgu ve kadro içerisinde de olsa açık edebilmiştir. Kadınların değerine, meselâ hayata ve topluma her mânâda iştiraklerinin lüzumuna dair feminist fikirleri Tarık’ın nutkunda bulmak mümkündür: “Biz kavîyiz, onlar nâziktir. Bununla beraber, bazı kerre bizden ziyade tahammül gösterirler.” Bütün bunlarla beraber, Batı dünyasıyla hiçbir zaman vatanperver bir hesaplaşma içerisine girmemiş olan Hâmid’in, Endülüs üzerinden bir müdafaa refleksi göstermediği, gayr-i müslim dünya karşısında, İslâm’ın kurduğu bir medeniyet olan Endülüs üzerinden bir savunma mekanizması kurmadığı görülür. Kaldı ki Hâmid’den, millî ve İslâmî gururun doğurduğu sert çıkışlar beklenmemelidir. Bununla beraber onun eserlerinde vatan için aşkından yani kendisinden vazgeçen pek çok kahraman sayılabildiği gibi, Endülüs konulu oyunlardaki Müslüman karakterlerin, Hristiyanlara göre çok daha “kahraman” oldukları şüphesizdir.

    Celâl Nuri de, “Endülüs’e Dair” isimli makalesinde (Edebiyat-ı Umumiye Mecmuası, c. 1, nr. 20, 17 Mart 1917, s. 337-342) İspanya Müslümanlarının nasıl bir medeniyet inşa ettiklerini sitayişkâr cümlelerle anlatan birisi olarak Endülüs Edebiyatı içerisinde unutulmaması gerekenlerdendir.

    Türk edebiyatının Madrid sefiri olan edebiyatçılarından Samipaşazade Sezai de Endülüs hakkında kalem oynatmışlardandır ve bu yazıda vurgusunu yaptığımız “savunma psikolojisi”nin tam anlamıyla içerisindedir. Meşrutiyet’in ilânından sonra Madrid elçiliğine atanan, uzun yıllar burada görev yapan, “Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları ile Millî Mücadele yıllarını, Türkiye’nin maruz kaldığı haksız saldırılar karşısında büyük bir ıstırap içerisinde yurt dışında geçir”en(3) yazarın, bu yıllar içinde Avrupa’da Türkler aleyhine söylenenler üzerine, Endülüs eksenli olarak kaleme aldığı iki önemli yazı söz konusudur. “Gırnata” ve “El-Mescidü’l-Câmia” başlıklı bu yazılarda Batı dünyasına tek medenî olanın kendisi olmadığını göstermeye çalışan bir zihniyet vardır. “Gırnata”da Sezai, ülkesini Hristiyan krallara yaşlı gözlerle terk eden Abdullahü’s-sagîr’in, vaktiyle oğluna “Ülkeni erkek gibi müdafaa edemedin, şimdi kadınlar gibi ağla!” diyen annesinin hayalini gördüğünü, bu “tayf”ın, kendisine, oğlu tarafından hıfz edilemeyen Kur’ân-ı Kerîm’i “O kitab-ı izzeti, samimî, fedakâr, yolunda canlar îsâr eden, kanlar döken Anadolu’ya vermen için sana tevdi ediyorum.(4) dediğini bildirerek asırlar öncesinin Endülüs’ünü 20. yüzyılın başına taşır ve bir milletin kaderiyle bir medeniyetin tecrübesi birleştirmiş olur.(5) Endülüs, cephede varlık-yokluk savaşı veren ama bir taraftan da fikren kendisini müdafaa etmeye, basın ve edebiyat yoluyla İstanbul ve Anadolu’nun haklı ve şerefli sahibi olduğunu kanıtlaya çalışan bir milletin mesnedi hâline gelir.

    Şimdiye kadar ismini ve eserini zikrettiğimiz şairlerde yani Endülüs ilgisinin doğduğu ilk 50 yıl içerisinde, biraz siyasî konjonktürün biraz da romantizmin tesiri altında, 700 yıl kadar süren ve hakikaten dinî ve beşerî bilimlerin, şiir ve nesrin, musiki ve mimarînin şahlandığı Müslüman İspanya’ya ait sonraki nesillerin dikkatleri nispeten değişir. Elbette Süleyman Nazif, Mehmet Âkif ve O’nun “hamâsî” dostu Midhat Cemal’de İslamî ve millî gayretin verdiği hassasiyet kendisini devam ettirir. Ettirecektir zira Endülüs, hamiyetli, irfanlı ve imanlı nesillerin inşa ettiği fakat sefahat, cehalet ve ataletin kuşattığı vârislerin elinde batan bir medeniyettir ve “vahdet”e en çok ihtiyacın olduğu zor zamanlarda alınması gereken hisseler için hayatî bir kıssadır. Fakat 1929-1932 yılları arasında Madrid Elçiliği yapan, bugün Mektuplar-Makaleler’de “İspanya Hatıraları” başlığı altında yayımlanan bazı mektup ve hatıralardan, ayrıca “Endülüs’te Raks” ve “Madrit’te Kahvehane” isimli şiirlerinden başka Endülüs’ü çok da yazmayan Yahya Kemal’de bu sahiplenici ve pragmatist tavır kendisini göstermez. Yahya Kemal, söz konusu hatıralarda kendi gözüyle gördüğü modern İspanya’nın her yerinde Endülüs zevkini, estetiğini ve medeniyetini yakalamış, bu tecrübe hakkında bazı yorumlar yapmış, Endülüs’te Raks’ta kadın, musiki ve raks etrafında alevin ve kırmızının verdiği coşkuyu terennüm etmiştir. Unutmayalım ki Yahya Kemal’in estetiği Osmanlı’ya dayanır ve Endülüs dahi olsa, Türk zevkinden uzak iklimler onu uzun süre işgal etmez. O, “Kendi Gök Kubbemiz”in şairidir ve Batı’nın karşısına çıkacaksa Osmanlı mimarisi, musikisi ve şiiriyle çıkmayı tercih eder.

    Toplumsal Bir Savunma Mekanizması Olarak Endülüs

    Vatanın tehlikede olduğu, milletin dağılma, ayrılma veya bölünme emareleri gösterdiği zor zamanlarda tarihin başka kesitleri gibi Endülüs’ün de Avrupalıyı medeniyet konusunda ikna vasıtası olarak kullanılması anormal değildir. Anormal olan, haklı bir savaşı kazanmış, yeni ve zinde bir devlet kurmuş, kendisi hakkında bir tereddüdü ve Batı’ya karşı bir kompleksi olmaması gereken nesillerin ve çocuklarının Endülüs’ü hâlâ bir ispat kaygısıyla incelemeleri, hâlâ Endülüs’e Avrupaî bir romantizmle yaklaşmalarıdır. Evet, reconquistanın Müslümana nasıl zulmettiği, onu nasıl “zâlim bir ayrımcılığa maruz bıraktığı”, ırk ve din taassubunun “öteki”ne neler yaptırabildiği, Avrupalı namus sahibi kalemler tarafından bugün bizzat dile getiriliyor. Fakat Orta Doğu’daki şiddet ve terör dünya basınına yansıdıkça (ki bu coğrafyadaki karmaşanın gizli öznelerinin kimler olduğu malûmdur) Müslümanların, Batı’ya göre ve Batı ikna olsun diye sürekli Endülüs’e sarılmaları da duygusal ve oryantalist bir refleksi ifade ediyor. Endülüs’ün ve Endülüs dediğimiz tarihî sürecin bu kadar kutsanması, bugün kaleme alınan edebî eserlerde, sinemada, hatta düşünce yazılarında ve akademik çalışmalarda aşırı korumacı ve sahiplenici bir zihniyetin, dolayısıyla üslûbun gölgesine girmesi, referansı “kendisi” olması, meselesini başkasına göre ve başkası için değil, kendisi adına tartışması ve çözmesi gereken hâlis bir medeniyet için zül’dür. Zira Endülüs veya başka bir tecrübenin mitleşmesi, dokunulmazlaşması, nihayet kutsanması, o tecrübenin gerçek çizgi ve renkleriyle, gerçek meziyet ve noksanlarıyla incelenememesi, anlaşılamaması demektir ki Endülüs’ü bekleyen tehlike şimdi budur.

    (1) Tanpınar şöyle söyler: “… Endülüs Tarihi tercümesi zamanında çok okunmuştur. Mütercimin (Halil Edhem Paşa’nın yardımı yahut iştiraki doğru“ ise, mütercimlerin) hakkıyle tarih bilmemesi, hatta kitabın ikinci derecede bir eser olması, Ebüzziya’dan Muallim Naci’ye kadar Hâmid de içlerinde olmak üzere, mevzuunu Endülüs Tarihi’nden alan birçok eserin doğmasında bir payı bulunmasına mâni olmamıştır.XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, (Haz: Prof. Dr. Abdullah Uçman), YKY, İstanbul 2006, s. 300. Türk Edebiyatında Endülüs teminin kimler tarafından, hangi eserlerde nasıl işlendiğine dair ayrıntı için bkz. İnci Enginün, “Edebiyatımızda Endülüs”, Araştırmalar ve Belgeler, Dergâh Yay., İstanbul 2000, s. 32-41; Alâatin Karaca, “Edebiyatımızda Endülüs”, İlim ve Sanat, nr. 24, Mart 1989, s. 35-39; Beşir Ayvazoğlu, “Edebiyatımızda Endülüs”, Türk Edebiyatı, nr. 238, Ağustos 1993, s. 11-14; Ahmet Kabaklı, “Endülüs”, Türk Edebiyatı, nr. 284, Haziran 1997, s. 3-6; Sema Uğurcan, “Türk Edebiyatında Endülüs İmajı”, İslâmiyât, nr. 3, C. 7, 2004, s. 89-104; M. Selim Gökçe, “Endülüs, Endülüs, Güzel Endülüs”, Türk Edebiyatı, nr. 466, Ağustos 2012, s. 14-19. Ayrıca her yönüyle Endülüs medeniyeti ve tecrübesi hakkında kuşatıcı bir çalışma için bkz. http://www.endulus.net/anasayfa.html

    (2) Nitekim akımın büyük isimlerinden Chateaubriand’nın, dilimize Son İbn-i Sirac’ın Maceraları başlığıyla çevrilen 1826 neşir tarihli ve Endülüs konulu eserinin de Tanzimat yıllarında edebiyatçılar arasında doğan Endülüs modasına etkisi olmuştur. Hele yazarın, açık bir tarafgirlikle Hristiyan kahramanlarını kayırması Türk müelliflerde uyanan İslâmî gayretin önemli bir sebebi olsa gerektir.

    (3) “Sezai (Samipaşazade” md., Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi, c. 2, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2010, s. 916.

    (4) “Gırnata”, İclâl, Cihan Kitaphanesi, İstanbul, t.y., s. 67-68.

    (5) Millî Edebiyat devresinde, özellikle Mütareke dönemi eserlerinde şairlerin bu türden rüyalarına çokça rastlanır. Önceki nesillerin siyasî rüyalarının aksine Mücadele ve Mütareke yıllarının şair-yazarları, şerefli devirlerin fâtihleriyle karşılaşırlar. Bu karşılaşmalarda şairler ve temsil ettikleri jenerasyon, tarih ve tarihî şahsiyetler karşısında genel olarak mahcuptur zira emaneti muhafaza edememişlerdir.