Eşit Özne Olamamak ve Aynı Göz Hizasında Konuşamamak Mehmet Âkif Örneği
Kadri Akkaya
Kişinin diğer kişilerle, toplum gruplarının diğer toplum gruplarıyla iletişiminde aradaki engelleri kaldırmak kuşkusuz iletişimi olumlu yönde etkiler. En büyük engel önyargılar, onların yardımıyla oluşan ötekileştirmeler ve hitap edilen öznelere nesnelermiş gibi davranmaktır. Mehmet Âkif’in şimdiye dek bilinen hayatına, yazdıklarına ve çevresiyle ilişkisine yakından bakınca onun da yer yer bir özne olarak eşit muamele görmediğini ve nesneleştirilmek istendiğini tesbit ederiz.
Balkan faciası, Trablusgarb yenilgisi ve diğer nedenlerle takati tükenmiş Osmanlı’yı İttihat ve Terakki’nin hem de dış bir güç güdümünde tekrar savaşa sokma hususunda toplumu ikna etmek için edebiyatcıları nasıl kullandığını Erol Köroğlu’nun incelemesinden ve Türk Edebiyatı dergisindeki bir söyleşiden biliyoruz. Buradaki amacımız; Mehmet Âkif örneğinde, onun yer yer nasıl nesne yerine konulmak istendiğini ve nasıl eşit özne olarak görülmediğini edebiyat ve kültür tarihi açısından ele almak.
Ahmet Emin (Yalman) gibi kimi onu “aşırı dinci” ve “yobaz” gördü; kimine göre “Abdülhamid’in devr-i istibdâdında Safahat şairi, sükûta mahkûm zümrenin saff-ı evvelinde” olan biriydi. Kimine göre ise babadan “dik duruşlu, inat ve isyankâr”, anadan “sabırlı, sessiz ve mütevazi”ydi. İdadi, rüştiye yanında medreseli âlim babasından eğitimli ve toplumsal meselelerden kendini beri edemeyen; Sezai Karakoç’un deyişiyle aslında kendi şahsının değil, toplumunun şiirle günlüğünü yazan bir şairdir.
Milli Mücadele’yi gerçekleştiren nesle mensup diğerleri gibi Mehmet Âkif de Abdülhamid’in kurdurduğu pozitif ilim metoduyla eğitim veren okullarda tahsil gördü. İlk açılan Baytar Mektebini birincilikle bitirdi. “Asrın idrakine söyletmek İslâmı” demesinin kaynağı da belli ki buralardan. Pozitifizmi benimsemese bile, pozitifist yaklaşımları ön plana aldı. Manzum anlatışlarında bu tesirler görülebilir. İslam anlayışında tasavvufî unsurların az yer bulmasını da buna bağlayabiliriz.
Birinci Dünya Savaşı öncesi emperyal devletler siyasi ve ekonomik olarak kendilerine bağlı sömürgelerini bir yandan çoğaltmaya bakıyor diğer yandan ufukta görünen büyük paylaşım için kıyasıya savaş sanayisine yatırım yapıyorlardı. Kamuoyunu etkileyici tüm vasıtalarla yapılan propagandalar savaşın başlamasıyla dozunu artırmış; Rusya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere İtilaf Devletlerine karşı Almanya kurmay aklının etkisiyle, Osmanlı Mihver Devletler tarafına ikna olmakla kalmamış, ortaklarının zafere ulaşması için dinî değerlerden cihat olgusunu da devreye sokmuştu.
Almanya’nın hazırladığı siyasi ve askerî konseptin içindeki en önemli sütunlarından biri şu idi: Karşı tarafı dünyanın her yerinde meşgul etmek, düşman Rusya, İngiltere ve Fransa’nın sömürgelerindeki Müslüman nüfusun Osmanlı Padişahı ve Halife üzerinden cihat ilanıyla dinî duygularına hitap etmek ve karşı sömürgelerde ayaklanmalar çıkarmak. Almanya Genelkurmay Başkanı Moltke bu arzusunu cihat ilanından üç ay önce, resmî bir yazıda şöyle vizyonlaştırıyor: “Hindistan’ın, Kafkasya’nın ve Mısır’ın ayaklandırılması çok önemli bir konudur. Bu fikrin gerçekleştirilmesi için İslam fanatizminin uyandırılmasını Dışişleri Bakanlığı Türkiye ile yapılan anlaşmayla gerçekleştirecek konumdadır.”
Savaş öncesi Osmanlı hükûmetinin gittikçe görünür olan Almanya taraftarlığı, etkisindeki sivil kurumlarla entellektüelleri de kullanmaya iter ve aslında Almanya’nın karşısına zayıflamış Rusya ve İngiltere’yi çıkarmaya yarayacak olan Mısır ve Kafkaslar ile Turan illerini kurtarma yönündeki faaliyetlere götürür. Bu uğurda; Türk Gücü, Osmanlı Güç Dernekleri ve Müdafa-i Milliye Cemiyeti gibi paramiliter kuruluşların yanında en önemlisi Teşkilat-ı Mahsusa’nın yönlendirilmesidir.
Dinî değerleri kendi çıkarları için kullanmada yarış hâlindeki İngiltere ile Almanya, Osmanlı coğrafyasında etkinliği tartışmasız ve tek başına elde edebilmek için mücadele hâlindedir. Mısır İngiltere’nin kontrolündedir ve petrolün olduğu Arap yarımadasını ve Bakü ile Bağdat hattını kontrol etmek istemektedir. Almanya Osmanlı’nın bir zamanlar Makedonya ve batı Anadolu’daki topraklarında “Alman Ortadoğusu” solganıyla koloniler kurma planlarından vazgeçmiş, onu müttefik olarak kazanmaya odaklanmıştır ve savaş öncesi üzerinde çok düşündüğü, son şeklini Baron Max Adrian Simon von Oppenheim’ın 1914 yılı ekim ayında formüle ettiği Müslümanların cihat ilanıyla İngilizlere, Ruslara ve Fransızlara ayaklandırılması konseptini tatbikata koyma peşindedir.
Bu planı gerçekleştirmek için bir yandan Osmanlı’ya 11 Ekim 1914’de cihat ilan ettirilip 14 Kasım 1914 günü Fatih Camii’nde kamuoyuna duyurulurken, diğer yandan Almanya Genelkurmayı’ndan Rudolf Nadolny’e bağlı Nachrichtenstelle für Orient (NfO) -Doğu İçin Haber Ajansı- adında bir kurum Berlin’de kurulur. Bu kurum savaşta Almanlara esir düşen ve özellikle Berlin yakınlarındaki “Hilâl Kampında” gözaltında tutulan Müslüman askerlere propaganda yapacaktır. Bu ikna uğraşı için Almanya Enver Paşa aracılığıyla Osmanlı’dan heyet ister. Berlin’deki ana merkezin başına Oppenheim getirilir. Kurumda çoğu oryantalist olan akademisyenler, Osmanlı’nın cihat çağrısı doğrultusunda ve Almanya lehinde Arapça, Hintçe, Farsça, Tatarca, Kafkas dilleri ve Türkçe propagandanın yapılacağı yöre dillerinde tercümeler yapacak elemanlar istihdam edilir. Türkçe bölümünün başına ise oryantalist Martin Hartmann gelir.
Rudolf Nadoln yeni kurulmuş NfO üst sorumlusu olarak Almanya Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı resmî bir yazıda esir kampındaki Müslümanları hangi akibetin beklediğini “Özellikle Cihat üzerine va’az ve uygun muamelelerle enerjik bir propaganda sayesinde davamızın birer taraftarı yapılmalıdırlar.” diyerek belirtmiş olur. Teşkilat-ı Mahsusa başkanı Kuşcubaşı Eşref bu ikna ve irşâd heyeti için Mehmet Âkif’i İslam Birliği ülküsü çerçevesinde ikna eder. Mehmet Âkif 1914 Aralık başlarından Mart 1915’e kadar bu vazife için Berlin’de kalır.
1908’den beri Sırat-ı Mustakim’in ve daha sonra Sebil’ûrreşad’ın başyazarı, İslam birliği savunucusu ve dinî konulardaki yetkinliğiyle bilinen şairin bu görev için seçilmesi tesadüf değildir. Bir mektubunda “Kendimi milletimin huzurunda gördüğüm günden beri sanattan ziyade cemiyeti düşünmek istedim.” diyen ve şair ve sanatkârlığını bile idealine araç gören; seyahatinde 41 yaşına girdiği hâlde istemediği her sosyal ateşi söndürmek isteyen Âkif’ten genç ve atak bir yangın söndürücü saflığından başka bir şey beklenemez.
Oradaki çalışmaları, esirlerle görüşmeleri, propaganda merkezinde çalışan sorumlularla ilişkileri konusunda elimizde somut veri yok. Şeyülislam Hayri Efendi’ye verdiği söylenen rapor hâla ele geçmedi. C. Kutay’ın Teşkilat-ı Mahsusa Başkanlığı yapmış Eşref Kuşçubaşı ile yaptığı konuşmalar neticesi yazdığı Necid Çöllerinde Mehmet Âkif adlı kitabında Âkif’in Berlin seyahatıyla ilgili kısa bir anlatımı var. Yaptığımız araştırmada, ne torununun bir söyleşide bahsettiği ses kayıtlarına ne de Almanya’daki arşivlerde bir başka belgeye rastladık. Elde, Âkif’in o bilinen ve yine Türkiye’den Mısır’a sürekli gidişi konusundaki suskunluğunda olduğu gibi Berlin seyahatıyla ilgili olarak yazdığı Berlin Hatıraları şiiriyle Nasrullah Camii’nde verdiği va’azındaki kısa bir bahisten başka müşahhas bir şey yok. Bahsi geçen va’azın özetinde şairin 1920 yılında, Milli Mücadele’nin Kastamonu’sundan Avrupa’ya -özelde Almanya’ya- bakışını görüyoruz.
Berlin’deki halkın yanıbaşlarında komşu olarak gördüğü başka kültürlerden insanlara bakışının önyargılarla dolu olduğunu ise en belirgin şekilde Berlin’deki Lustiger Blätter adlı mizah dergisinin 1915 yılı 3 numaralı sayısındaki bir karikatür örnekliyor: Mizah yazarı, babasıyla haftasonu gezisindeki bir çocuğa tel örgüler ardındaki Müslüman esirleri gördüğünde şöyle dedirtiyor: “Bak baba bak, bu mahluklar iki ayak üzerinde yürüyebiliyorlar!”
Karikatür resmi buraya koyalım (sonra bu notu silelim tabii J)
Âkif’in NfO’da oryantalist Martin Hartmann’ı sevemediğini anlatılanlardan biliyoruz. “Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” diyen şair acaba Batı’daki idrakın, ne fenni bilimlerde olduğu gibi herkese aynı eşit mualeyi yapmadığını ne de Batı’daki asrın idrakinin hiç de öyle şiirin bir dize öncesindeki “Kuran’dan alarak ilhamı“nca bir referans istemediğini mi görmüştü? Öyle ya, fenni bilim kuralınca kaynar su Müslümanın da diğer insanların da elini yakar; mikroplar Osmanlı’nın da Avrupalının da danası demez, ona sirayet ederken, Müslümanların yükselmesini kadim değerlerin referansıyla isteyen Âkif ile İslam’ın reforma ihtiyacı olduğu düşüncesindeki oryantalist Hartmann’ın ya da Oppenheim’ın cihat konusundaki fikirleri aslında nerelerde ayrılıyordu? İstanbul’daki Batı’yı taklit eden “Batıcı” bir düşünürle bile anlaşması zor olan Âkif’in Batılı karar mercilerine kanaat argümanları sunan, özünde Batılı düşünürlerle anlaşabilmesi mucize olurdu. Hele ki, biri İslam birliği idealinde mesai harcarken öteki İslam’ı Almanya’nın düşmanlarına karşı bir araç ve Müslümanları da o zafere götürecek ayaklanmalar için nesne kalabalıklar olarak görüyorsa.
Hartmann vefatından önce yazıp Westasiatische Studien dergisinde yayınlanan ve Osmanlı son dönemi şairlerini anlatan uzunca bir yazısında Âkif’e çok kısa değinerek, onun “halkının ihtiyaçlarını ve dinin gelişimini hiç de dikkate almayan ve kendini iskolastik düşüncenin bağlarından kurtaramayan dindar bir şair” olduğu değerlendirmesinde bulunur.
Andaolu’da başlayan Milli Mücadele’ye daha Mütareke döneminde Balıkesir’deki faaliyetleriyle destek veren, Ali Şükrü Bey aracılığıyla Ankara’ya gelmesi istenen, geldiği gün de Ankara’da sevinçle karşılanan ve ertesi Cuma günü bir va’az vereceği duyurulan “İslam Şairi Akif Bey”in 30 Nisan 1920 Cuma günü Hacı Bayram Camii’nde halkı cihada çağırmasıyla Milli Mücadele’ye desteği devam eder.
Sakarya’da işgalcileri geriye püskürtmeye çalışan Milli Mücadele ordusunda “irşâd heyeti” arasında çalışmış, Konya’da isyan edenlere “nasihat ile ikna” uğraşında bulunmuş, Milli Mücadele’nin meclisinde Burdur vekilliği yapmış Sebilûrreşad Dergisi başyazarı Âkif, Lozan Antlaşması’ndan ve Türkiye’nin İkinci Meclis ve yeni bir paradigma ile yoluna devam etme kararından sonra yayın ve yaşamına İstanbul’da devam etmeyi daha uygun gördü. 5 Mart 1925 günü çıkan Takrir-i Sükûn kanunundan ve bundan dolayı dergisinin kapatılması ve dergi sahibi Eşref Edib’in de istiklâl mahkemesinde yargılanması Akif’in sonunda Mısır’a gitmesine sebep olmuştur.
Mehmet Âkif ile devamlı “müsavi şartlarda” konuşmayı becerebilen Prens Abbas Halim Paşa onun Mısır’daki zor günlerinin de arka çıkanı olmuş. Prens Abbas Halim Paşa’nın dostluğundan, himmetinden memnun olan Âkif’in bir gün Fatin Efendi’ye: “Hayatta tahammül edilemeyecek yük minnettar olmaktır. Eğer bu yükü yüklenmeye mecbursanız, hiç olmazsa minnete değer vermeyen bir adamı seçmeli.” demiştir. Prens Abbas Halim Paşa’nın da: “Âkif, ne zaman olsa bir Abbas Halim bulur; fakat ben bir Âkif bulamam. O benim için bir talihdir.” dediği söylenir.
1936 yılında Mısır’dan temelli Türkiye’ye döndüğünün bir yaz gününde İstanbul Florya Deniz Evi’nde dinlenen cumhurbaşkanının Beyoğlu’ndaki Mısır Apartmanı’nda hasta yattığı bilinen Mehmet Âkif’e Hakkı Tarık Us’u göndermek yerine, bizzat kendisinin ziyarette bulunması acaba Milli Mücadele’nin diğer öznesinin gönlünü alabilir miydi?
Hastalığının son günlerinde Mithat Cemal şaire “Bizde en çok hangi şiiri” sevdiğini soruyor. Cevabı takatsiz bir sesle okuduğu şu iki dize oluyor:
“Ne bana yaradı cismim, ne yâre yâr oldu:
İlahî, ben bu bir avuç türabı neyliyeyim?”
24 Mayıs 1916 günü Berlin’e resmi ziyarette bulunan Osmanlı Meclis ikinci başkanı Hüseyin Cahid Bey başkanlığındaki delegasyonun onuruna Almanya Başbakanlık Sarayı bahçesinde yapılan kabülde, Almanya Başbakanı şöyle diyor: “Sizlerin şahsında dost ortağımız Osmanlı’yı ve halkını içten selamlıyor, buraya Almanya toprağına ve Başbakanlığa hoşgeldiniz diyorum! …Kut el Amara’nın ve Çanakkale’nin zaferi sizinle beraber! Ortak dostluğumuz, kılıcımızın getirdiği zaferlerle son bulmuyor. Almanya’nın kalpten arzusu nihai zaferden sonra da dostluğumuzun devamıdır. Sağlıklı bir temelle ve saygı ve de eşitlikçi bir şekilde Almanya ve Türkiye’nin biribirlerine vereceği çok şeyler vardır.”
Aradan tam yüz yıl geçtikten sonra bile eşitlikçi arzularını hem konuşan hem de dinleyenlerin devamı olan nesillerin hayata geçiremediklerini, hâla bu temenniyi tekrarladığını görüyoruz. Nitekim şimdiki Almanya’nın uyumdan sorumlu Devlet Bakanı Aydan Özoğuz’un, Almanya’daki göçmen Türklerin eğitim kurumları ve iş pazarındaki eşitsiz durumuna dikkat çekerek ayrımcılığı artıran uygulamaların giderilmesi için kurum ve kamuoyu desteğini dile getirdiğini tesbit ediyoruz.
Âkif’in gençlik ve yetişkinlik çağı Meşrutiyet, Balkan Harbi, Trablusgarb’ın kaybı, Birinci Cihan Harbi, Mütareke, Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemleri toplumunun çok hızlı değiştiği yıllar ve şair de bir aydın olarak bu olayları sadece seyretmemiş, bizzat içinde bulunmuştur. Özellikle Milli Mücadele’deki aktif uğraşı, sanki ondört yaşında bir genç iken kaybettiği babasını yani hamisini tekrar kaybetmeme, devletini ve yurdunu kaybetmeme uğraşıdır bir bakıma. Bu uğraş sonunda hamisince istenmeyen üvey evlat muamelesi görmesi, hatta sonradan artan diğer ötekileştirme uygulamalarıyla karşılasması onu sonunda gönüllü sürgününe götürmüştür. Ne olgun yaşlarındaki yazdıklarında, ne davranışında, ne de söylediği bilinen sözlerinde o eski enerjisi yoktur artık. Eşit özne olamamak ve aynı göz hizasında konuşamamak onu derin yalnızlığa ve yeise itmiştir. Dinmeyeceğini söylediği bu ümidsizliği o dönemde verdiği nadir eserlerinden Gece ve Hicran şiirinde de dile getirir ve Allah’ın umutsuz ruhuna görünmesini candan niyaz eder; yoksa imanından bile olacağını söyler. Bir mektubunda ona “Bütün ruhum, bütün maneviyatım harab” diye yazdıran ve “Çöz de artık yükümün kördüğüm olmuş yükünü / Bana çok görme ilahi bir avuç toprağını” dedirten bu ruh hâli sanki artık onu öteleri özleyen bir sufi aşığa döndürmüştür.
Berlin esir kamplarındaki insanların antropolojik araştırmalarda veri nesneleri olarak kullanıldığını tesbit ederken, diğer yandan esirlerin Almanya’nın saflarında yer almasındaki ikna metotlarının bir nevi başarısından mıdır bilinmez; neden ve gerçekten nerede olduğuna bir türlü kendiliğinden karar verememiş ve sıla hasretiyle de dolu bir Kırım Tatar Türk’ün,
“Ey, ey, ey … Dost kabul ettik düşmanların yüzünü”
diye sızlandığı arşivdeki fonografi kayıt sesi tam yüz yıldır, trajik ironisiyle bizi beklemiş.