Medeniyet ve Şehir
Kudsi Erguner
İnsan, Mabet ve Şehirlilik
Şehirler fikir akımlarının geliştiği, kendilerinin dışında başka rüzgarların getirdiği değerlerin filizlendiği ortamlardır. Medeniyetlerin güçlü olduğu dönemlerde bu değerler belli bir zenginleşmeye, gelişmeye yol açarken, çökme dönemlerinde ise yok oluşun, eriyişin ve asimilasyonun nedeni olmuştur.
Aristoteles, Nikomakhos’a Etik adlı eserinde, insanı politik ve sosyal bir mahluk olarak tarif eder ve insanın benzerleriyle sadece maddi değil, iyi-kötü ya da adalet-zulüm gibi tüm moral değerler ve hisler konusunda da konuşabilme özelliğinin altını çizer. Şehirler bu sosyallik içgüdüsü ile ortaya çıkmıştır ve önceleri sadece günlük ihtiyaçları gidermeye yarayan bu beraberlik zamanla daha iyi, yani daha iffetli ve sâlih bir yaşam ihtiyacını doğurmuştur.
Büyük şehirlerin oluşması ise şu iki temel nedene bağlanabilir; günlük yaşamın ihtiyaçlarını karşılayacak, ticaret yollarına açık, coğrafi konumu uygun olan mahâllere ve inanç dünyasının oluştuğu, bununla ilgili anıların tazelendiği, mitolojik, tarihî mekânlara duyulan ihtiyaç.
Din ve inançlar temelinde oluşan tüm medeniyetlerin, beşiklerinde veya inandıkları tanrılardan işaret aldıkları yerlerde büyük şehirleri vardır. Zaman içerisinde bu şehirler inşa edilen mabetlerle, kutsal sayılan kişilerin anılarıyla önem kazanmıştır. Hz. İsa’dan üç bin yıl öncesinde Mezapotamya’nın Ur, Uruk, Ninive ve Babylon şehirleri dönemin tanrıları için yapılmış olan mabetlerle büyük merkezler oluşturmuşlardı. Söz gelimi, bugün Urfa olarak bilinen, Yahudi, Hristiyan ve Müslümanlarca kutsal addedilen Ur şehri, önemini Hz. İbrahim’in yaşadıgı yer olmasından alır.
Eski Yunan medeniyetinin tanrılarından Apollon’un Delf’i, tanrıça Athena’nın Atina’sı, tanrıça Hera’nın Olympia’sı mitolojide tanrılardan geldiğine inanılan işaretlerle oluşan birçok büyük şehire örnektir.
Guatama Buddha’nın nefsinin bendinden kurtulduğuna inanılan yer olan Kuşinagar ve Tibet Dalai Lama’larının şehri Lhassa, bütün Budistlerin ziyaret ettikleri, inançların öğretildiği, geleneksel sanatların geliştiği kutsal mekânlara dönüşmüştür.
Hz. İbrahim’in oğlunu kurban etmek istediği, Süleyman peygamberin mabedinin bulunduğu, Hz. Peygamber’in miraca çıktığı, Hz. İsa’nın şehri Kudüs ise bütün semavi dinler için kutsal bir mekândır.
Şehirlerin manevi değer kazanması bir geleneğin devamı içindedir. Tarih boyunca siyasi ve ticari nedenlerle yapay olarak oluşturulmaya çalışılan şehirler revaç görmemiş, unutulup gitmiştir. Söz gelimi Habeş valisi Ebrehe, Yemen’i işgal edip Sana şehrinde Kuleys isimli büyük bir kilise yaptırarak, insanları Kâbe’yi değil Kuleys’i ziyaret etmeye zorlamak istemişse de, Kur’an’ı Kerim’in Fil suresinde konu olduğu üzere, filleriyle birlikte mucizevi bir şekilde helak olmuştur.
Tarih boyunca birçok imparatorluk kurulmuş, bazen bu imparatorluklar bir tek şehrin ilim ve sanatta geliştirdiği yüce değerlerle şöhret kazanmış, hatta bu şehirlerin adıyla anılır olmuştur. Romalı şair Ovidius Naso (MÖ.43) yazdığı bir çeşit Roma takviminde, “Gentibus est aliis tellus data limine certo Romanae spatium est urbis et orbis idem.” (Roma şehri ve âlemin sınırları aynıdır, diğer halklar bu sınırı aşamazlar.) demiştir. Katolik Papa, Noel, Paskalya gibi dînî günlerde Saint Pierre Baziliği’nin balkonundan kendisine inananlara Latince Ovidius’un sözlerini tekrar ederek Urbi, Orbi sözcükleriyle hitap eder. Urbi şehre, yani Roma’ya davettir. Orbi ise evreni sarmak, çevrelemek anlamına gelir. Yani Roma’ya gelmek evrensellik anlamına gelen Katolikliğe eşittir.
İslam medeniyeti ile ilişkisi olan dillerde uygarlık, medeniyyet yani şehirlilik kelimesi ile tarif edilir, zira uygarlık şehirdir ve şehirdedir. Peygamberimiz (s.a.v.) ve ilk Müslümanlar Mekkelilerin zulmü sonucu Yesrib şehrine hicret ettiklerinde şehrin insanlarının onlara gösterdiği misafirperverlik uygarlığın, yani şehirliliğin timsali hâline gelmiş, “medeni” olmanın ölçüsünü oluşturmuştur.
Dinî değerler açısından bakıldığında, insanın yaratıcısı ile ilişkisi yaradılanla ve nefsiyle olan ilişkisinde gerçekleşir. Hem tabiata, hem de inanç dünyasına ters olduğundan İslam dininde ruhbanlık yoktur. Bununla birlikte dinin, ilmin, sanatın tahsili için köylerden şehirlere gidilmesi hadislerle tavsiye olunmuştur.
Didi bir murg ola ger bârû-nişîn
Anda ser mi düm müdür fâzil-terîn
Didi olsa karyeye düm şehre ser
Bil zenebden re’sdir makbûl-ter
Re’si olsa karyeye şehre zeneb
Rûyi terk it dümü eyle taleb1
Yukarıdaki beyitlerden anlaşılacağı üzere, Mevlânâ hazretlerine göre, sadece insanlar değil, tüm mahlukat şehre teveccüh ettiklerinde üstünlük kazanır.
Şehir Kültürü ve Sanat
İnançların öğretisi ve bilgileri kültür ve sanatların ilham kaynağı olmuş, tüm bu miras şehirleri aynı zamanda bir sanat merkezine dönüştürmüştür.
Latince cultura yani ikamet etmek manasına gelen bir kelimeden türetilen kültürün temeli yerleşim ve beraber yaşamdır. Kültür tabiata ait olanı, yine tabiattan kaynaklananı belli estetik ve zevk kuralları ile değiştirme tekniğidir. Bu nedenle tabîi olmayan, sadece insan eliyle, yapay olarak şekillenen her şey kültürdür.
XX. yüzyılın önemli Fransız etnologu Lévi Strauss, insanın yaptığı şeylerde bir aheng ve nizam araması yüzünden kültür ve medeniyetin birbirine bağlı olduğunun altını çizer. Öğreti ve deneyimle insan ruhunun yücelmesi, doğru ve yanlışı ayırt edebilmesi ve olgunlaşması kültürün aktif tarifidir ki, bu da genelde şehir yaşamını gerektirir.
Bir medeniyetin verilerine bağlı olarak niceliği ve niteliği daha önceden belirlenmiş bilgilere veya mirasa sahip olmak ise pasif kültürdür ve köylü ya da şehirli ayırt edilmeden aynı medeniyeti yaşayan insanların ortak paydasıdır.
Bir coğrafyaya ait kaidelerle sınırlandırılmış ve ona bağlı nitelikleri haiz olan her şey kültürü temsil eder. Kültür ancak sanat ve sanatkârlarla evrenselleşir. Bu anlamda şehirler kültürlerin devamlılığını sağlamakla beraber, evrenselliğin, irticali değerlerin oluşacağı zeminin de beşiğidir. Evrensellik bilgi ve marifetin -tabiatın kanunlarına uygun olarak- ilhamla buluşmasıyla oluşur.
İrticali olarak adlandırdığım bu gelişmeler aslında bir medeniyetin canlılığının, devamlılığının ifadesidir. Pasif olan kültür bu gelişmelere, geleneksellik veya muhafazakarlık adına çoğu zaman karşı çıkmış, bu tutuculuk o şehirlerin, medeniyetlerin ve insan topluluklarının sonunu hazırlamıştır. Sokrates’e zehir içirten, peygamberleri taşlatan, hatta hemen tümünün canına kastettiren de işte bu pasif kültür anlayışıdır.
Zenaat ve sanat beraber yaşamdan doğmuştur. Aralarındaki fark gittikçe yok olmakla beraber, zenaat insanların günlük maddi ihtiyaçlarını karşılamak üzere elde edilen hüner ve el ustalığı iken; yaratıcılık, bilgi ve fikir yoluyla inanç, his ve hayallerimizi ifade eden sanattır. Gerçek anlamda ilim ve sanat bir meslek ya da iş dalı değil, arayış ile inancın, hüner ile ilhamın, fizik ile metafiziğin buluşmasıdır.
Aynı zamanda önemli bir müzisyen olan ünlü filozof Nietzsche, “Sanatkâr toplumun, medeniyetin doktorudur.” demekle ne kadar da haklıdır.
Zamanla maksadını, anlamını, estetiğini kaybetmeye başlayan mirası tedavi etmek, yaşatmak, evrenselleştirmek ve geleceğe taşımak ancak geçmişin birikiminin, zevkinin ve estetiğinin öğrenildiği ve yaşandığı şehirlerin sanatkârları için mümkündür.
Avam/Havas – Zaman/Mekân
Batı ülkelerinde aristokrasi, burjuvazi ve onların etrafı ile sınırlı olan elit kavramı, Osmanlı dilinde havas, yani hisler kelimesiyle anlatılır. Eski dilde havas ruh zerafetini, avam ise ruh kabalığını ifade ederdi.
Duyu organları terbiye görmüş, zevki gelişmiş her insan seçkinleşmiş, günlük tabîi ihtiyaçlarından gayrısını düşünmeyen avam, yani çoğunluktan farklılaşmıştır. Şehir yaşamı insanlara sanat ve ilim yoluyla bu seçkinliğin ortamını oluşturur.
İnsanlar şehirlerde âlimlerin ve hekimlerin gölgesinde yaşadıkları müddetçe her türlü felaketten korunacaklarına inanmışlar, şehirleri istilalardan sadece etraflarını çeviren kalelerin değil, o şehirlerde yaşayan evliyaların, âlimlerin ve sanatkârlara gösterilen hürmet ve itikadın da koruduğunu düşünmüşlerdir.
Horasan halkı Mogol istilasına Mevlânâ hazretlerinin babası Sultanül Ulemâ, Belh’i terk edip Anadolu’ya göç ettigi için uğramış, Konya şehri ise aynı felaketten Mevlânâ hazretlerine duyulan hürmet sayesinde kurtulmuştur.
Tarih boyunca krallar ve sultanlar sadece askerî güç ve zaferleriyle değil, etraflarında yaşayan, iltifat ve saygı gösterdikleri âlim ve sanatkarlarla da yükselmişlerdir. Buna en önemli örnek XV. yüzyıl başlarında Anadolu, Horasan ve Irak’ı yakıp yıkan, halkı kılınçtan geçiren Timurlenk’in, kendisini ve şehrini yüceltmek amacıyla, sadece sanatkâr, zenaatkâr ve ilim adamlarının hayatlarını bağışlayıp şehri Semarkand’a götürmesidir. Osmanlı musikisinin kurucusu kabul edilen Hoca Abdul Kâdir Meragî de Timur’un zoruyla, onun ölümüne kadar Semarkand’ta yaşamıştır.
Yükselen medeniyetler, geliştirdikleri değerler, fikirler ve sanat eserleri ile olgunlaşıp, nihayetinde kendi ürettikleri bu değerlerden uzaklaşarak tarihten silindiler. Arkeologlar, toprağa gömülmüş harabeleri geçmiş bir medeniyetin izi olarak gün ışığına çıkartsalar da, o şehirlerde yaşananların manevi anısı, sanat eserleriyle hayal dünyamızı zenginleştirmeye devam etmektedir.
Cerrahpaşa Camii müezzini, rahmetli hafız Hulusi Gökmenli’nin muhteşem bir musiki toplantısından bahsederken, “Sanki Hüseyin Baykara meclisiydi.” demesi, kimden söz edildiğini bilemediğim için, çocuk aklıma bir soru olarak yerleşmişti. Seneler sonra, 1976 yılında Afganistan’daki Herat şehrinin harabelerini gezerken, bahsi geçen Hüseyin’in, Timur soyundan, 1438-1506 yıllarında yaşayıp Herat’ta hüküm sürmüş bestekâr ve şair Sultan Baykara olduğunu anladım. Daha sonra aynı Baykara’nın, 1352-1429 yılları arasında Ankara’da yaşamış olan Hacı Bayram Veli hazretlerinin şiirini, Nevâ makamında ilahi olarak bestelediğini öğrenmek hayretimi daha da arttırdı.
N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm
Derd-u gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada derman buldu bu gönlüm
Kendide buldu kendide buldu
Matlabını hoş buldu gönlüm
Bayramı imdi Bayramı imdi
Bayram edersin yar ile şimdi
Hamd-ü senalar hamd-ü senalar
Yar ile bayram kıldı bu gönlüm.
Ankaralı şairin eseri, binlerce kilometre uzaktaki Herat’ta besteniyor, beş asır sonra ise İstanbul’daki bir musiki meclisinin yüceliği, Hüseyin Baykara’nın, sarayında dostları Molla Cami ve Ali Şîr Nevaî etrafında yaşadıklarıyla ölçülüyordu. Bu misal zaman ve mekân sınırlarının aşılarak, dinin, hikmetin, ilmin, sanatın, tecrübelerin, velhasıl tüm değerlerin şehirlerden şehirlere, saraylardan saraylara nasıl bir devamlılık içinde geliştiğinin en güzel kanıtlarından biridir.
Günümüzde İstanbul
XVII. yüzyıldan itibaren başlayan sömürgecilik sayesinde endüstrisi gelişen, zenginleşen Batı ülkeleri dillerini yaygınlaştırarak, fikir ve sanatlarını tüm dünya şehirlerine taşımayı başardılar. Böylece Batı ülkeleri dışında kalan bütün büyük şehirler XX. yüzyıla kadar Avrupalılaşmanın, günümüzde ise küreselleşmenin merkezi hâline geldi.
İstanbul gibi tarih ve medeniyet yüklü bir şehirde, Avrupa’nın kiliselerini ve melek tasvirlerini hayal eden kimi şehirliler, XVIII. yüzyıldan itibaren başlayan akımla muhteşem camileri, hatları, yalıları görmez oldular. Batı müziği öğrenen gençler, Batı’dan gelen romantik müziklere daha çabuk adapte olabilmek için yaşadıkları İstanbul’un nağmelerine kulaklarını tıkadılar. Bütün bunlara rağmen İstanbul, ta Bizans döneminden bu yana devam eden güçlü şahsiyetini son yıllara kadar muhafaza etmeyi başardı, göç edenleri kısa zamanda şehirli ve İstanbullu olarak yüceltti.
İstanbul’da yaşayanlar tarih boyunca, asılları ne olursa olsun, Türk, Ermeni, Rum, Arap, Frenk vs. değil, İstanbullu olmuş, yaşamları, gelenekleri, sanatlarıyla bu şehre mâl olarak aynı zevk ve estetiğin gelişmesine katkıda bulunmuşlardı. Dolayısıyla Itrî, Osman Dede, İsmail Dede, Zekâî Dede, Hamparsum Limocuyan, Levon Hanciyan, Tatyos Ekserciyan, Petraki Lampadarios, Zaharya, İlya veya İsak Fresco Romano’nun müzikleri Türk, Ermeni, Yahudi ya da Rum müzigi değil, Osmanlı İstanbul’unun müziğidir. Son devirde Osmanlı kültürünün son temsilcileri addedilen birçok sanatkârımız göç ettikleri şehirde İstanbullu olmuşlardır. Misaller arasında Osmanlı medeniyetinin son bekçilerinin etkisiyle bir İstanbul beyefendisi ve sanatkârı olan Kilisli Alaeddin Yavaşça, sazları ile geldiği İstanbul’da tanburî olan Necded Yaşar ve Fahreddin Çimenli sayılabilir.
Medya ve ticari gücü ile esen küreselleşme fırtınası, tarihin en önemli merkezleri olan birçok şehri sadece tüketim ve maddi zenginlik hırsıyla toplanmış bir insan kalabalığına dönüştürdü.
Bu değişimden ilk nasibini alanlardan olan İstanbul’da şehrin tarihi ve medeniyeti sadece turistik bir dekora indirgendi. Kentin taşralı yeni zengin sahipleri ise üstüne oturdukları mirasa saygı göstermek bir yana, farkında dahi olmadılar. İstanbul’a göç edenler, İstanbullu olamadıkları gibi, kendi yaşam tarzlarını, ilgilerini, çoğu kez zevksizliklerini şehre dayatarak, yepyeni bir kültür ortamı yarattılar.
Beylerbeyi’ndeki yalısında yaşayan, Çerkez Abdi Paşa’nın kızı Sadullah Paşa’nın gelini, yazar Münevver Ayaşlı komşu yalıya yerleşen yeni sahibesinin kaba davranışlarına tahammül edemeyince, “Sizler yalı sahibi olabilirsiniz ama ne İstanbul ne de yalı insanı olamazsınız.’’ diye seslenip, kızgınlıgını ifade etmiş.
Bu çöküş enkazına karşı siyasi amaçlarla tutunulmaya, diriltilmeye çalışılan yeni Osmanlıcılık akımı ise seviyesiz bir popülizm, içi boş, şekilci bir muhafazakarlık ve karmaşık zevksizlikle şehrin tarihî mirasını köylüleştirmekten öteye gidemedi. Ne geçmişin zenginligi, ne geleceğin ümidi, ne ilim, ne sanat ne de İstanbul, artık kişisel menfaat ve hırslarını tatmin etmek için biraraya toplanmış vahşi insan kalabalıklarını gerçek anlamda medenileştirme gücüne sahip.
Çöküşün bir parçası olan sanatkârlar artık toplumun doktoru değil, sadece aynası hâline geldi.
1 Mesnevî, Süleyman Nâhîfî tercümesi, VI cild/130