Balkanlar’da Osmanlı Şehir Düzeninin İzleri
Yannis Kizis
Osmanlı İmparatorluğu’nun şehir/şehir yaşamı tasavvuru neydi?
Bu soru bizi manzara tasvirlerinden uzaklaştırıp zamanda geri gitmeye yöneltir: Tarihi, özellikle de ekonomik tarihi incelememiz gerekir. Her şeyden önce bahsedilen mekânı ve zamanı tanımlamamız gerekir. Hususi şartlar altında oluşturulmuş şehir peyzajları, çokkültürlü imparatorluğun çerçevesinde ortaya çıkan farklı özellikteki toplumlar, yeniden imar edilen Helenistik ve Bizans şehirleri (Selanik, Bursa, Atina) ya da Osmanlı zamanında kurulan (Saraybosna, Üsküp, Yenice, Yenişehir, Pilion Dağı yöresindeki Portaria) şehirleri gibi konular üzerinde konuşurken, genellemeler işe yaramamaktadır.
Ekonomi, şehir hayatına can veren ve şehri biçimlendiren ana unsurdur. 15 ile 16. yy’da bölgesel idare verimli arazilerin gelirlerini kontrol etmeyi hedeflemiş, şehir ağlarının ticari önemini artırmıştır. Bu dağıtılmış sistem, zanaat, ticaret, gelir konsentrasyonu ve vergi tahsilatı bölgelerinde şehir kültürünün gelişmesine yardımcı olmuştur.
Osmanlı şehir modeli, yönetici elit kesimin saray etrafında konuşlanması sebebiyle, 15.yy’ın ilk yıllarında Edirne’de birleştirilmiştir. Geleceğin askerî ve bürokratik yetkililerinin eğitim gördüğü medrese, bedesten ve camilerin mevcut olduğu külliye kompleksleri ile insanların, geleneklerin ve ahlak unsurlarının birbiriyle etkileştiği günlük toplanma yerleri olan hamamlar, imaretler ve kervansaraylar inşa edilmiştir. Osmanlı fizyonomisi seçkin abidelerde gizlidir. Büyük şehirlerde büyük ve çok sayıda, küçük şehirlerde ise mütevazı ve sayıca az olan abideler, zirai verimli alanlarla ticaretin birbirine yaklaştığı şehir merkezlerini işaret etmektedir. Bu yapı kompleksleri, büyük yapıların mali, toplumsal, dinî ve idari işlevlerini tek bir merkezî teşekkülde birleştirmiş olan şehir planlaması icrasını özetlemektedir.
15-16.yy’daki bu merkezî yapının izleri günümüzde yalnızca birkaç vakada görülmektedir. Çoğu çağdaş şehirde günümüze ulaşan mimari eser çok azdır ve önemli ölçüde değişmiş şartlarda bulunmaktadır (Selanik, Serez). Mahfuz kalan mimari eserler ise asıl işlevlerini kaybetmiştir; Müslümanların yaşadığı bölgelerdeki camiler bu duruma istisna oluşturmaktadır (Doğu Bulgaristan, Bosna, Trakya, Rodos). Her hâlükârda, bir şehrin “klasik” Osmanlı dönemindeki karakterinin izini sürmek neredeyse imkânsız hâle gelmektedir: 17.yy’dan itibaren geriye döndürülmesi imkânsız değişiklikler başgöstermiştir. Orta sınıfın ortaya çıkışı, yeni bir kentsel ve mimari içeriğin doğuşuna zemin hazırlamıştır: Kentler yeni bir görünüm kazanmış, daha eski kentler ise kendilerine mahsus özellikleriyle birlikte etkilerini yitirmiştir. Mimari eserlerin bir kısmı muhafaza edilmiştir; ancak günümüzde Doğu ve Güney Balkanlar, Batı ve Kuzey Anadolu’da olduğu gibi 18. ve 19. yy’ın mesken mimarisiyle çevrilidir. Yeni mimari stil, heterojen ancak etkin nüfusun ticari gücüyle sıkı bağlantılı olan imparatorluğun merkezî bölgesindeki özellikle benzersiz kentsel peyzajı ortaya koymaktadır.
Kentsel örgüde sokak planı zamanın getirdiği değişimlere en dayanıklı olan unsurdur. Çoğu Osmanlı yerleşimlerinin dolambaçlı örgüsü içinde, Helenistik ya da Bizans şehirlerinin altyapıları fark edilebilir durumdadır, aynı zamanda bu altyapıların merkezî işlevleri teşhis edilebilir. İstanbul, Bursa, Selanik, Rodos ve Atina bu yeni koşullar altında geleneksel yapıları muhafaza edilmiş şekilde kalarak var olmaya devam etmiştir.
Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyeti, 15. yy ile 16. yy arasında kentlerde yüksek nüfus artışına sebebiyet vermiştir. Yerel halkın bu yeni verimli sisteme entegre olma süreci, kurumsal değişimlere karşı oldukça ılımlı bir politikayı ortaya koymaktadır: Millet müessesesini, diğer bir deyişle, Osmanlı yönetimine tabi olan toplum liderleri sorumluluğu altındaki aynı dinî, kültürel kimliği –en azından teoride- paylaşan toplum kavramını.
Osmanlı mimari pratikleri, merkezî bir cami ile şehrin ticari kompleksleri arasındaki özel bir ilişkiyi ortaya koymuştur. Ana tebası olan Müslüman nüfusla birlikte -ki devletin gücünü temsil eder- kent merkezlerine yeni bir dünya bakışı ve yaşam tarzı getirmiştir. Şehir manzarasının içinde, külliyelerin kubbelerini yandan kuşatan uzun Osmanlı minareleri gibi epeyce sembolik öneme sahip kent simgeleri bulunmaktadır; kubbe ve minareler birlikte kent merkezinin çok uzaklardan bile fark edilebilen yeni silüetini oluşturmuştur.
Dinî faaliyetlerin günlük ticari hayatla kaynaşması ve mesken alanlarının merkezî şehir fonksiyonlarından tamamıyla ayrıştırılması, Osmanlı’nın pazar yeri düzenlemesini özetlemektedir.
Son kırk yılda, erken Osmanlı dönemindeki Balkan bölgesi şehir planlaması konusundaki bilgilerimiz oldukça arttı. Hâlen ayakta duran mimari eserlere bakarak, dönemin yeniden inşasının ilk izlerine ulaşılabilir. Ne var ki, mesken mimarisi herhangi bir bina kalıntısı ya da güvenilir dokümantasyon olmadığı için gizemini korumaktadır. Yerleşim alanlarının dış görünüşü, özellikle de Doğu’da, konutların yapı ve biçimiyle yakından alakalıdır. Mesken mimarisinde biçimsel ve işlevsel bütünlük çok sonraları, 18. ve 19. yy başlarında ortaya çıkacaktır. Bu, ön tarafında geniş avlu/hayat bulunan şehir köşklerinin imparatorluğun merkezî bölgelerinde görülmeye başladığı bir dönemdir.
Buna rağmen, 18.yy’dan itibaren, uluslarası siyasi ve mali çerçevede değişiklikler olmaktaydı. Yeni pazarlar açılmakta ve bu durum imparatorluğu eski yapılarını modernize etmesi için zorlamaktaydı. Bunun yapılabilmesi için, Müslüman olsun ya da olmasın, kocabaşıların rolünün artması gerekmekteydi; bu durum da imparatorluğun güç paylaşımını merkezden uzaklaştırmıştır. Neticede bu durum, şehir peyzajında etkin bir değişikliğe sebep olmuştur: İdarecilerin konakları ile Hristiyan Balkanlı tüccarların köşkleri, zenginliklerini göstermek amacıyla binalarını bu tarzda inşa eden orta sınıf mal sahipleri için örnek niteliği taşımaktaydı. Şehir modeli İstanbul’dan başlayıp gelişmekte olan diğer bölgelere (daha çok güney Balkanlar, batı Önasya, Karadeniz kıyıları) ulaşmış ve şehir peyzajını önceden görülmemiş bir uyumlulukla değiştirmiştir. Osmanlı yerli mimarisini uzunca bir dönem temsil etmiş olan fizyonomiye sahip yeni şehir görüntüsüdür budur; bu görüntü seyyahlar tarafından defalarca tasvir edilmiştir.
19. yy kent manzaraları fotoğraflama sayesinde oldukça korunmuş, günlük yaşam enstantaneleri ile pekişmiştir; bu da o dönemin kent kültürünü tekrardan biçimlendirmemize yardımcı olmaktadır. 1854 yılında Robertson İstanbul dolaylarını fotoğraflamış, evler ile bitişiklerindeki açık alanlar, her bir tarafında işportacıların gezindiği anıt çeşmeler, limandaki yaşam ve canlılık arasındaki bağlantıları belgelemiştir. Sıkı aralıklarla inşa edilmiş ahşap evler bir önceki yüzyılın eski özelliklerini taşımaktadır; bunların arasında birçok idari veya ticari taş yapı, başka bir döneme uzanan birkaç terk edilmiş ya da tadil edilmiş han bulunmaktadır; bu yapılar Batılı akademik mimari özellikleri de barındırmaktadır. Sonraki otuz yıl boyunca kent görünümü çarpıcı şekilde değişecektir: Yangına karşı korunaklı taş meskenlerin inşa edildiği araziler ortaya çıkmıştır; kamu mimarisi eklektiğe uygun stil ile gelişirken, yeni saraylar ve imparatorluk teşebbüsleri formunda örnek teşkil eden prototipler hâlihazırda mevcuttu.
Görece daha küçük Balkan yerleşimlerine ait fotoğraflı belgeler, kent görünümünü daha güzel şekilde anlatmaktadır; zira bu küçük yerleşimlerin kentsel peyzajları Batılılaşmaya büyük şehirlerde olduğu kadar hızlı ve ani bir şekilde boyun eğmemiştir. Selanik, Kesriye ya da Karaferiye gibi muazzam ekonomik gelişmelerin başgösterdiği şehirlerin görünüşleri, seyyahların 18.-19. yy’a ait gravürleri ile günümüze dek ayakta kalabilmiş şehir kesimleri arasındaki zaman sürecini birbirine bağlamaktadır.
Osmanlı’nın son dönemlerine ait tipik Balkan şehirlerinin kısa bir tasvirini yapmak gerektiğinde, kentsel peyzaj ile mesken mimarisi arasındaki yakın ilişkiyi vurgulamak gerekmektedir. Bu durum, şüphesiz klasik dönemden kalan anıt külliyeler ve şehir semalarına uzanan daha yeni yapılar için de geçerlidir. Sokaklar, küçük meydanlar ve çıkmaz sokaklar, avluda organik şekilde dizilmiş olan ana konut ve müştemilatı çevreleyen yüksek çitlerle vurgulanmıştır. Ana konut ve müştemilat, ev sakinleri için hayati önem taşımaktadır; içeri kısımdaki ana konut, ana direklerle desteklenmiş zemin katı boyunca avluya açılmaktadır; üst kattaki açık balkondan ise ev fertlerinin açık havadaki faaliyetleri görülebilmektedir. Çıkmalar aile barınağından yoldan geçenleri görmelerini sağlayan evin masif arka duvarına çarpar, kamu ve özel alanlar arasındaki sınırı belirler. İnce, uzun bacaların yükseldiği ve geniş saçakların sarktığı kırma çatılar hafif kabartılı kubbelerle şehri düz bir şekilde kaplamaktadır. Araboşlukları arasında, dörtyol dar meydanlardaki çınar ağaçlarıyla âdeta sohbet eden ev fertlerinin bahçe yeşillikleri bulunabilir. Bu noktalarda, uzak başkentin abide modellerini hatırlatan, zamanında bağımsız sanat yapıtı olan, kimi büyük ve üstü kapalı pınarlar bulunmaktadır; ancak çoğu zaman bu çeşmeler, avluların çitlerinde inşa edilmiş olup, yan komşunun da su ihtiyacını gidermesi düşünülmüştür. Çeşme ya da pınarbaşları, kadınların çoğunlukla ev işleri rutininden ve kimi geleneksel ya da toplumsal kısıtlamalardan kaçma fırsatı buldukları bir araya gelme mekânlarıdır.
Bu dörtyolların yanı sıra Hristiyan mahallelerinde mahalle kiliseleri, Musevi toplulukların sinagogları ve Müslüman muhitlerinde camiler de mevcuttur. Düşük yoğunluklu yapıların bulunduğu semtlerdeki şehir yaşamını, dindaş toplulukların çok odaklı ve içine kapanık şekilde düzenlenmesi karakterize etmektedir. Şehir, köylerin toplasmasıyla oluşmuş olup, merkezinde taş işçiliği bulunan gösterişli kamu binaları ile beraber, avlular içinde aile meskenlerinin oluşturduğu bahçeler şehrine benzemektedir. Batılı şehir inşasında önemli sayılan bina cephelerinin sürekliliği Doğu’da ise herhangi bir anlam ifade etmemektedir. Engebeli ve kıvrımlı cephe hatları, dalgakıranların oluşturduğu kamuya açık alanların esnekliği, tepeden sarkan çatı saçaklarının ışık ve gölge tonlaması gibi özellikler bu kent peyzaj mimarisinin niteliklerine işaret etmektedir. Bu niteliklerin, o tarihlerdeki yaşam tarzıyla olan bağlantılarını yeniden oluşturmak için bu tasvirler yeterli olmamaktadır. Geri kalan kayıtlı manzara tasvirlerine bakıldığında, sanayi öncesi toplumlarıyla sanayi sonrası toplumlarının dünya görüşü ve yaşam tarzları arasında muazzam farklılıklar görülecektir.
Ecnebi gezginlerin gravürleri ve hatta eski fotoğraflarının ortaya koyduğu kentlerin kendine has ve tamamiyle karakteristik dış görünüşü sonsuza dek kaybedilmiştir; çünkü bu çoğu kent, sanayileşme öncesi şehir dokusu tam anlamıyla bozulmuş kent yığınları hâline dönüşmüştür. Bunların arasındaki çok az sayıdaki istisna yerleşimler günümüzde turistik cazibe noktaları olarak varlığını sürdürmektedir. Bu kentlerin portrelerine bakarak, karakteristik özelliklerine ışık tutulabilir mi merak etmekteyim.
Bazı tarihsel şartların sosyo-ekonomik faktörleri, şimdiye dek tasvir edilen şehir kavramını biçimlendirmişse de, bu tarihsel şartların ortadan kalkması bu kavramın tahribatına sebep olmuştur. 19. yy’dan itibaren sanayi devrimi, hane içi üretim ile bazı dağlık merkezlerde doğal boya özü üretimini safdışı bırakmış; batılı pazarlar Balkan çarşı esnafı için kazançlı olmaktan çıkmıştır.
Kentlere ve uzak finansal bölgelere olan kaçınılmaz göç ile beraber şiddetli toplumsal ve ekonomik değişiklikler şehirlerin yeniden düzenlenmesine sebep olmuştur. Sokakların bir hizaya getirilmesi ve genişletilmesi ile geleneksel şehir dokularının bozulması, ulus-devletlerin ortaya çıkışından çok daha önce meydana gelmektedir; imparatorluğun modernleşme gayretleri tanzimat reformundan çok önceleri başlamıştır. 19. yy’ın ortalarından itibaren, şehirlerde batılılaşmış idarenin kurulması yeni kurallar altındaki şehir dokusunda çarpıcı reformlara zemin hazırlamıştır. Büyük şehirlerdeki girişimler batılılaşma eğilimi göstermiş, bu eğilimin yansımaları Yanya gibi daha küçük Balkan şehirlerindeki kentsel girişimleri çok sonraları da olsa etkilemiştir.
Eski yapılardaki neoklasik tarzda değişimlere 1830’lu yılların sonlarından itibaren neredeyse her yerleşimde rastlanılabilir. Aynaroz manastırları ve Mt. Pelion malikanelerinden, her şehirdeki orta sınıf yerleşimleri ya da Balkanlar ve ötesindeki yerleşim bölgelerine kadar, bu yenilikçi furya narin ahşap çatkıları değiştirecek; birleşik vitray camları olan, alçak, tahrip olmuş kapıları birleştirecek, dolayısıyla Avrupai panjurlarla birlikte neoklasik simetrinin mevcut olduğu geniş sırlı birimlere yer verecek, tehlikeli tahta destekli saçakların yerini dar kalıplı kornişler alacaktır; nihayetinde 18.yy Balkan mimarisinin coşku ve karakterini silip süpürecektir. Entegrasyona ilgisiz kalan, yenilikçi Batı tarzındaki yapılar, eski ve köklü örf ve adetleri yok saymakta; zamanla karmaşık bir fizyonomisi olan kent yerleşimlerine zemin hazırlamaktadır.
Mimarideki görülen bu kibir, kendini artık yüksek taş duvarlar arkasına gizlenmemiş tekli ev biçiminde görtermiş; mal sahiplerinin başlıca tercihi gibi görünen gösterişli pencere ızgaralarıyla çevrili şekilde halkın seyrine sunulmuştur. Geleneksel ataerkil yapı, birkaç nesil aile fertlerinin bir arada yaşaması, toplumsal uyum ve lonca gruplarının varlığı son bulmuş; tüm dünya geri dönülmez şekilde değişmiştir.
Osmanlı son dönem kent özelliklerinin kaybolmasına zemin hazırlayan ilk sarsıntılara, merkezdeki Osmanlı Hükümeti’nin yenilikleri sebep olmuştur. Yarım yüzyıldan az bir zamanda, bu tasfiye süreci, Balkanlar’da ortaya çıkan ulus-devletler ile tamamlanmıştır. Bu ulus-devletler, politikalarının yeniden biçimlendirilmesi sürecinin parçası olarak Batılı mimari modelleri benimsemiş; Yunanistan’daki neoklasizm örneğinde olduğu gibi kimi zaman da ulusalcı ideolojilere hizmet etmiştir. Komünist yönetim altındaki Balkan ülkeleri ise 19. yy sonları ile 20. yy’ın ilk yarısı arasında akademik mimari ve şehir planlamasını tercih etmiş olmalarına rağmen, Osmanlı döneminin uluslar-üstü mimarisini, sözümona, kendi “uluslarının” icat ettiğini öne sürerek, haksız şekilde sahiplenmiştir.
Geleneksel mesken alanlarının koruma altına alınması, bu ideolojinin bir getirisi olmuş olsa da, ulusalcı amaçları kimi zaman uğruna yazılar ve belgeler çarpıtılmıştır. Türkiye’de 20. yy erken dönemi, 19. yy eklektisizmini takip etmiş, Osmanlı kent peyzajına çok az ilgi gösterilmiştir. Doğu kültürü varlığı her yerden silinmiş, Batılı yenilikçi mimarının cazibesine teslim olmuştur.
18. yy “şehir kültür”ünün yeniden inşa gayretleri mümkün müdür? Batılı gezginlerin tasvir ve anlatıları yeterli midir? Bu batılı gezginlerin, Tepedelenli Ali Paşa ile malikanesinde yaptıkları görüşmeler ya da Yunan eşrafının malikanelerindeki misafirlik anıları, bize idareci üst sınıfların “şehir yaşamı” kavramı hakkında fikir vermektedir. Ne var ki, orta sınıflara dair, toplulukların günlük yaşamı, alışkanlıkları ve birlikte yaşam ilişkilerine dair çok az bilgi bulunmaktadır. Araştırmada ne kadar geri gidersek o derece efsanevi ve kurgusal güzellemelerle karşılaşmaktayız. Gelenekler, şenlikler, farklı din gruplarındaki yıl dönüm kutlamaları, toplumsal ideoloji ve davranış kuralları bize ancak yerel geleneklerin yansımaları olarak ulaşabilmektedir.
Heterojen yapıdaki Balkan toplumlarının Osmanlı mazisinden belirli, muntazam şehir kültürünün herhangi bir özelliğini miras alıp almadıkları konusunda görüş bildirebilmek için arkeolojik ve etnografik araştırma yoluyla ekonomik ve siyasi tarihe ait bilgilerin toplanması gerekmektedir. İmparatorluğun sonu, bu toplumların birlikte yaşamasındaki sorunları ortaya çıkarmıştır. Anıt eserler, Balkanlar’daki birliğin bozulmasının kurbanı olmuştur: çağdaş ulus-devletler Osmanlı şehir peyzajına, bir imparatorluğun çokuluslu mevcudiyeti içinde yeralan esnaflar birliği olarak bakmamış; her bir devlet, gerek haksız olarak sahiplenmek, gerek de değerini düşürmek amacıyla kendi yorumunu katmış; yeni ideolojik oluşumlarını meşru göstermeye çalışmıştır.
* Atina Ulusal Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi