Fatih ve Emperyal Zihniyet Algısı
Önder Kaya
Osmanlı İmparatorluğu hiç şüphe yok ki 15. ve 20. yüzyıllar arasında hem Avrupa hem de dünya tarihinde önemli roller oynayan bir siyasi teşekkül. Emperyal güçlerin dağılmasının artık nerede ise kaçınılmaz olarak addedildiği 20. yüzyılın başında Osmanlılar da Romanofların Rusyası, Habsburgların Avusturya-Macaristan’ı gibi dağılmaktan kurtulamadı. İmparatorluğun 17. yüzyıldan itibaren Batı’daki gelişmelerin de etkisiyle hızla kan kaybettiği biliniyor. Bununla beraber uzun bir süre daha yaşamasının hem kendi iç dinamiklerinden hem de dış etkenlerden kaynaklanan sebepleri var. Aksi takdirde imparatorluğun özellikle 19. yüzyıldaki 1829 Osmanlı-Rus savaşı, hemen arkasından gelen Kavalalı isyanı ve 93 harbi gibi siyasi gelişmeler sonrasında hayatiyetini devam ettirmesi pek mümkün gözükmüyor. Bu dış saiklerin en önemlisi Batılı güçlerin kendi aralarında güttükleri “Denge Politikası” ile buna bağlı olarak Osmanlı Devleti’nin bazı stratejik alanlarının paylaşımı hususudur. Öte yandan iç dinamikler de dağılışın gecikmesinde görece önemli roller oynamıştır. Bunların başında Osmanlı hukuk düzeni gelir. İmparatorluğun gayrimüslim tebası için benimsediği “millet sistemi” her ne kadar 19. yüzyılın beklentilerine cevap vermenin uzağında kalsa da, Tanzimat devrinde bu yapı hem fikrî hem de hukuki açından yeniden düzenlemeye tabi tutulmuştur. Millet sistemi çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu, bünyesinde barındırdığı gayrimüslimleri üç gruba ayırıyordu. Gayrimüslim teba; Ortodoks Rum milleti, Gregoryen Ermeni milleti ve Yahudi milleti şeklinde örgütleniyor ve başlarına da ruhani liderleri getiriliyordu. İmparatorluk vergi toplama başta olmak üzere pek çok düzenlemeyi millet başı olarak tayin ettiği cemaat liderleri vasıtasıyla hayata geçiriyordu. Aynı zamanda bu durum söz konusu cemaatlerin kendi eğitim ve hukuk sistemlerini devam ettirmelerine de ortam hazırlıyordu.
Osmanlıların farklı etnisiteleri ve geniş bir coğrafyayı uzun süre kontrol altında tutmayı başarabilmeleri, bazı tarihçiler tarafından Roma’nın emperyal mirasından etkilenmiş olmaları ile açıklanmıştır. Esasen birtakım yöntemler tarihsel süreç içinde emperyal güçler tarafından test edilmiş ve yaşanan tecrübeler neticesinde yeni sistemler siyasi yaşamın içinde yer almıştır. Ortadoğu coğrafyasında Asurlularla başlatılan bu süreç, bilhassa Perslerle birlikte ciddi mesafe kat etmiştir. Perslerin, idare ettikleri farklı coğrafyalardaki anane ve hukuk sistemine doğrudan müdahale etmek yerine ele geçirdikleri yerleri satraplık adı verilen idari birimlere ayırmaları, bu satraplıkların kendilerine karşı takındıkları tutuma göre birtakım imtiyazlara sahip olması, gelişmiş bir yol ağı ile idare olunan bölgelerin denetim altında tutulması, devreye sokulan protokol ritüelleri hep İran coğrafyasındaki bu devletten bize yadigardır.
Roma İmparatorluğu ise tüm Akdeniz havzasını kapsayan ve bu anlamda çok daha farklı etnisiteleri içinde barındıran bir sistem kurdu. Bu sistemi belli saç ayakları üzerine inşa etti. Bunların başında askeri başarısı, siyasi kurumları, akılcı ve pratik uygulamaları, gelişmiş hukuk sitemi, Hristiyanlığın kabulü ve vatandaşlık hakkının dağıtımı gibi farklı coğrafyalardaki insanları birleştiren uygulamalar ilk akla gelen örnekler. Helenlerin felsefe, edebiyat ve sanat alanındaki özgünlükleri beraberinde istikrarsızlığı ve macera duygusunu getirmişti. Romalılar özelikle düşünce ve sanat sahasında hiçbir zaman Helen dünyasına yetişemedi. Ancak Helen dünyasında olmayan iki kavram onlara iki bin yıllık bir uygarlığın kapılarını araladı: Pratiklik ve istikrarlılık. Roma pratikliği o raddeye gelmiştir ki Romalılar yayılmasının önüne geçemedikleri Hristiyanlığı önce Milano Fermanı ile serbest bırakmış, sonrasında imparator Konstantin 325 yılında toplanan İznik konsiline başkanlık etmişti. Resmen pagan olan Konstantin, bu konsile başkanlık etmesini “pontifex maximus” yani imparatorluğun başrahibi olmasına bağlamıştı. Kendisinin bir Hristiyan olduğu genel olarak kabul edilir. Sonrasında, 381 yılında imparator I. Teodosius bu inancı imparatorluğun yeni ve birleştirici resmî dini olarak ilan etti. Esasen bu adım hem Hristiyanlığın hem de Roma’nın kaderinde belirleyici bir etken oldu. Roma bu taze inancı ve onun enerjisini artık sönükleşen Romalılık kimliğinin yerine başarı ile ikame etti. Bu adım Avrupa’nın gelecekteki karakterinin oluşumunda en belirleyici tutumlardan biri olacaktı.
Öte yandan imparatorluk ikiye ayrıldıktan sonra Batı kanadı 5. yüzyılda siyasi egemenliğini yitirir. Doğu ise 1453’e kadar devam eder. Bu süreçte Batı ve Doğu Hristiyanlığı da şekillenir. Batı Hristiyanlığı Germenlerin, Doğu Hristiyanlığı ise Slavların katılımı ile güçlenir. Zaman içinde siyasi iktidar boşluğundan dolayı Papa’nın idari mekanizmanın direği olarak kabul edildiği Katolik inancı ile tam tersine imparatorun merkezde yer aldığı Ortodoks inanç sistemi oluşa Papalar tarafından kutsanan Frank ya da Alman krallar ortaya çıkarken, Doğu’da imparatorların atadığı ve onun egemenliğini kutsayan patrikler hüküm sürmeye başlar. Hasılı klasik Roma imparatorluğu, dağıldıktan sonra dahi bir zamanlar içinde barındırdığı toplumları derinden etkilemeye devam eder. Bu anlamda Batı’da Kutsal Roma Germen imparatorları, Doğu’da ise önce Bizans’ın basileusları, sonrasında Rusya’nın çarları bu geleneğin varisi olarak kendilerini takdim eder. Öte yandan doğuda Bizans ve Rusya arasındaki bir boşluk dönemi vardır ki, tam da bu noktada Bizans’ın sonunu getiren Fatih Sultan Mehmet devreye girer. Yapmış olduğu bazı uygulamalarla Roma’nın Akdeniz mirasını siyaseten devraldığı mesajını verir. Adeta bir İslam kayzeri gibi tutum takınır. Nitekim kendisine yakın Batılı kaynaklar ve Rum tarihçiler onun Sezar, İskender gibi Batılı büyük hükümdarların hayat hikâyeleri ile ilgilendiğini, onları örnek aldığını, hatta zaman zaman onlardan daha büyük işler başarmaya azmettiğini kaydeder.
PORTRESİNİ YAPTIRAN PADİŞAH
Fatih Sultan Mehmet hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihinin en ilginç hükümdarlarından biridir. Pek çok yönü hâlen tam anlamıyla açığa kavuşturulamayan Fatih’in, Batı kültürü ve Batılı devletlerle olan ilişkileri de önemli oranda muamma olmayı sürdürür. Kesin olan, Fatih’in daha şehzadelik devresinde farklı bir hanedan üyesi kimliği taşıdığıdır. Manisa’daki sarayda genç şehzadenin portre sanatı üzerine çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra da başkentini bir Darül ilm, yani ilim yurdu hâline getirmeye çalışmıştır. Bu amaçla da Viçenza’dan, Floransa’dan, Venedik’ten, Bizans’tan, Trabzon Rum imparatorluğundan Timur ülkesinden, Memluk diyarından ve İran bölgesinden pek çok âlimi çevresinde istihdam etmiştir. Sultanın Batı’ya olan bu ilgisi özellikle sanat ve mimari alanında somutlaşmıştır.
Sultan, Gentile Bellini’ye portresini, Costanzo de Ferrara ve Matteo de Pasti’ye üzerinde portresinin bulunduğu madalyonlarını yaptırmıştı. Belki de bu durumdan dolayı Fransız diplomat Philippe de Commynes Fatih’i, Macar kralı Mattias Corvinus ve Fransız kralı XI. Louis ile birlikte yaşadığı çağın en bilge üç hükümdarından biri kabul eder.
Sultanın çok erken bir devrede Batı dünyasındaki sanatsal gelişmeleri yakından takip ettiği, hatta bazı sanatçıları İstanbul’a getirterek bunlara iş vermek istediği bilinir. Fatih’in 1461 yılına gelindiğinde ülkesindeki şap madenlerinin işletmeciliğini yapan Venedikli bir taciri araya koyarak Rimini dükü Sigismondo’dan, himayesi altına aldığı madalyon yapımcısı Matteo dö Pasti’yi istettiği bilinir. Sigismondo, bu talebi kabul edince dö Pasti, bir gemi ile İstanbul’a doğru yola çıkar. Ancak bindiği gemi Girit’in Kandiye limanına ulaştığında, Venedikliler devreye girerek Matteo dö Pasti’yi Osmanlılar lehine casusluk yaptığı gerekçesiyle tutuklar. Venedik’e götürülerek yargılanan dö Pasti’nin suçsuzluğu anlaşılır. Bununla birlikte yaşadığı gelişmelerin etkisiyle İtalyan sanatçı bir daha İstanbul’a gitme teşebbüsünde bulunmaz. Esasen Venediklilerin bu tutumu bazı rivayetler göz önüne alındığında anlaşılır gibidir. Kendini Roma İmparatorluğu’nun varisi addeden Fatih’in, İtalya üzerindeki emelleri öyle anlaşılıyor ki çok erken tarihlerde Batılılarca biliniyor ve bunun hayata geçirilmesinden korkuluyordu. Matteo dö Pasti’nin beraberinde İtalya’yı da içine alan bir haritayı Sultana götürdüğü ve bunun yanında İtalyan hümanist Roberto Valturio tarafından kaleme alınan ve “Askerliğe Dair” isimli bir eseri de taşıdığı biliniyor. İtalyan madalyon sanatçısı muhtemelen bu sebepten dolayı casusluk ithamı ile tutuklanmıştı. Nitekim bazı rivayetlerde Fatih’in kendi portresini yapmak için İstanbul’a gelen Gentile Bellini’ye de ressamlık kudretini sınamak bahanesiyle Venedik’in bir haritasını yaptırdığı ve bu suretle ilerleyen zamanlarda işgal etmeyi tasarladığı bu belde hakkında zekice malumat elde ettiği zikrolunur.
Fatih’in madalyonunu yaptırma arzusu ilerleyen yıllarda da devam eder. Batılı kaynaklar bu bağlamda Sultanın, kendisi ile Büyük İskender arasında bir bağ kurduğunu, hatta Büyük İskender’den daha önemli işlere imza atmak için yanıp tutuştuğunu söyler. İskender nasıl ki zamanında kendi heykellerini dönemin en büyük üstadı olarak kabul edilen Lysippos’a yaptırdıysa, Fatih de kendi madalyonunu dönemin en büyük sanatkârlarına yaptırmak istemiştir. Fatih’in bu alandaki ikinci önemli girişimi Napoli kralı nezdinde olur. Napoli kralı bu talebi kendisi için bir prestij vesilesi kabul ederek, dönemin en önemli ressam ve madalyon ustalarından Costanzo de Ferrara’yı İstanbul’a yollar. Bu kez maksat hasıl olur ve Ferrara 1477 ya da 1478’de İstanbul’a gelir, kalıbı bugün Washington National Museum’da bulunan meşhur madalyonunu yapar. Bu madalyonun arkasında Fatih için “Savaşın fırtınası, insanların ve ülkelerin fatihi” ibaresi yer alır. Fatih’in ölümüne kadar İstanbul’da kaldığı sanılan Ferrara, ihtimal bir diğer İtalyan sanatçı Gentile Bellini ile de burada görüşme imkânı yakalar.
Fatih ile Batı arasındaki ilişkilerin en somut örneği öyle sanıyorum ki Bellini tarafından yapılan Fatih portresidir. Osmanlılarla Venedikliler arasında 16 yıl süren ve 1479’da biten savaşların hemen ardından Fatih, portre ve madalyon sanatında mahir iki sanatçının İstanbul’a gönderilmesini Venedik dukasından talep etmiştir. Bu talep üzerine Venedik dukalık sarayının resim işlerini üslenen Gentile Bellini, Venedik senatosu tarafından İstanbul’a gönderilir. İstanbul’a gitme konusunda gönüllü bir madalyon döküm ustası ise bulunamaz. Bellini 3 Eylül 1479’da yola çıkar ve bu ayın sonlarında İstanbul’a varır. İstanbul’da kaldığı sürece hem Sultan için bazı portreler yapar hem de şehri gezerek özellikle Roma ve Bizans devrine ait yapıların resimlerini çizer. Ne yazık ki Bellini’nin Fatih için kaç resim yaptığını bilme imkânımız yok. Ona ait olduğu kesinlik kazanan resimlerden biri meşhur portresi, diğer ikisi ise bir solak asker ile bir cariyeye ait olan portreler. Bellini’nin Topkapı Sarayı’nda bir atölye kurduğu ve sarayın bazı kısımlarını da sultanın emri üzerine resimlediği söylenir.
MİMARİDEKİ YANSIMALAR
Fatih’in doğu ve batı dünyasına hâkim olma çabaları giriştiği imar faaliyetlerinde de kendini gösterir. Bu etkinin en bariz yansıması ise doğal olarak Topkapı Sarayı ve etrafındaki sultanî yapılarda görülür.
Topkapı Sarayı bilindiği üzere 19. yüzyılın ortalarında Dolmabahçe Sarayı inşa edilene kadar Osmanlı imparatorluğunun idari merkezi olacaktır. Bu sarayın yapımı Fatih devrine tesadüf eder. Ana yapısı onun zamanında ortaya çıkmış olup zaman içinde, ihtiyaca yönelik yapılan ilavelerle daha da büyüyecektir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Fatih’in sarayını yaptırmak için seçtiği yer pek çok sembolik çağrışımları içinde barındırır. Her şeyden önce seçilen yer, antik Bizantion kentinin akropol bölgesidir. Yeni saray aynı zamanda önemli ölçüde Bizans’ın emperyal sarayının arazisi üzerine yayılmıştır. Tek farkla ki, Bizans Sarayı Marmara Denizi istikametinde büyürken, Osmanlı Sarayı Haliç’e hakim bir mevkide fakat aynı zamanda Boğaz’ı ve Marmara’yı gören bir konumda yer alır. Yine bu konumdan bakıldığında Avrupalıların yerleşkesi olan Galata’yı kontrol etmek de mümkündür. Saray’ın bulunduğu yerden Anadolu yakası da görülebilir. Bu sebeple Sultan hem sembolik hem de gerçek anlamda iki kıta (Asya ve Avrupa) ve iki denizi (Karadeniz ve Akdeniz) kontrol eder hâle gelir. Kendisinin Osmanlı padişahlarının kullandığı en ihtişamlı unvanlardan biri olan “Sultanü’l Berreyn ve’l Bahreyn” yani “iki kara ve iki denizin sultanı” şeklindeki elkabı da, bu anlamda bir gerçekliğe işaret eder. Yine Fatih Camii’nin kuzey ve güney yönlerine konuşlandırılan iki medrese de muhtemelen bundan dolayı Akdeniz ve Karadeniz isimlerini taşıyordu. Nitekim Akdeniz medreselerinin altında yer alan ve Fevzi Paşa Caddesi’ni Vatan Caddesi’ne bağlayan ana arter, bu medreselerden hareketle Akdeniz Caddesi adını taşır.
Topkapı Sarayı, Bizans’ın bir nevi imparatorluk katedrali olan Ayasofya ile İmparatora ait özel bir locanın bulunduğu ve büyük kutlamaların yapıldığı Hipodrom meydanının tam yamacındadır. Ayasofya’nın camiye çevrilmesini aynı zamanda Roma’nın emperyal mirasının devralınması olarak okumak da mümkündür. Bu gibi nedenlerden hareketle başta Fatih’in Rum asıllı tarihçisi Kritovulos olmak üzere pek çok ehl-i kalem onu gerçek anlamda Kayzer-i Rum olarak selamlar.
Fatih’in Topkapı Sarayı’nın dış bahçelerine yaptırdığı köşklerde de emperyal zihniyetinin yansımalarını gözlemlemek mümkündür. Topkapı Sarayında iç oğlanı olarak yetiştirilmiş ve sonrasında Şehzade Mustafa’nın Konya sancakbeyliği sırasında onun yanında yer almış olan İtalyan Angiolello, Fatih’in Topkapı Sarayı’nın dış bahçelerinde üç farklı tipte saray yaptırdığından bahseder. Bunlardan biri Acem-Türkmen tarzında, diğeri Türk tarzında ve sonuncusu ise Rum tarzında idi. Nitekim Sultanın fethettiği İstanbul, gerek Türk-Moğol ve gerekse de Roma-Bizans emperyal geleneğinin tam ortasında yer alan ideal bir merkez durumundaydı. Üç farklı tarzda sarayın yapımını bazı tarihçiler, Bellini’nin meşhur Fatih portresi ile özdeşleştirirler. Söz konusu portrede Fatih’in sağında ve solunda Anadolu’yu temsilen Karamanoğullarını, İran’ı temsilen Akkoyunlularını ve Batı’yı temsilen de Doğu Roma’yı sembolize eden üç yıldız bulunur. Dolayısıyla Sultan bu şekilde üç farklı diyarın hükümranı olduğunu dile getirir. Hakeza saraylar vasıtasıyla da çevresine böylesi bir mesaj vermek istediği düşünülebilir. Gerçi Sırça Saray’ın daha ziyade hükümdarın kişisel eğlence meclisleri için düşünüldüğü biliniyorsa da zaman zaman burada resmî kabullerin yapıldığı da aşikârdır. Sözü geçen üç saray içinde günümüze ulaşan tek örnek olan ve İstanbul Arkeoloji Müzeleri bahçesinde yer alan Sırça Saray’ın yapımında Fatih’in, Karamanoğulları üzerine yaptığı seferler sonrasında başkentine getirttiği Konya ve Larendeli ustaların çalıştığı sanılıyor. Karaman sarayının Akkoyunlu ve Timur mimarisi ile etkileşim içinde olduğu biliniyor. Sarayda bolca çini kullanılması da İran etkisinin bir yansıması olsa gerek. Diğer yandan Şikari’deki bir kayda göre Fatih zamanında sadece Karaman ve İran unsuru İstanbul’a taşınmıyor, Karamanoğullarının yaşadığı bölgede varolan saraylarda sistemli olarak tahrip ediliyordu. Böylece emperyal gelenek “tek”lik arz eder bir hâle geliyor, Anadolu’daki alternatifleri ortadan kaldırılıyordu.
Bunun yanında Fatih’in ölmeden bir yıl kadar önce Venedik’ten bir yapı ustası ile Floransa’dan ahşap süsleme ustaları davet ettiği biliniyor. İhtimal ki Sultan bu ustalar vesilesiyle Otronto seferi öncesi kendisine İtalyanvarî bir kasır yaptırmayı da planlıyordu. Bu surette Fatih, kendisini Batı ve Doğu’nun hükümranı olarak görüyor ve başkentindeki yaşam sahasını bu tarz yapı toplulukları ile donatma yoluna gidiyordu. Osmanlı tarzı sarayın bugün Arkeoloji Müzesi’nin bir parçası olan Eski Şark Eserleri binasının olduğu yerde bulunduğu tahmin edilirken, Rum mimarisine öykünerek inşa edilen sarayın yeri hakkında net bir malumat bulunmuyor.
Fatih’in İstanbul’u kendisine merkez yapmasından sonra kendi adını ölümsüzleştirecek külliyenin kaplayacağı alan seçimi de gayet ilgi çekicidir. Fatih külliyesinin yükseleceği yerde İmparator Büyük Konstantin tarafından temelleri atılan 12 Havari Kilisesi bulunuyordu. Büyük Konstantin, öldükten sonra gömülmek üzere kendi mezar alanını da bu arazi içinde inşa ettirmişti. İlerleyen yıllarda burası âdeta bir imparatorlar nekropolüne dönüşmüş ve pek çok imparator ebedi uykusuna burada çekilmişti. Genç padişah, ilk başlarda 12 Havari Kilisesi’ne dokunmamış, hatta burayı patriklik merkezi hâline getirtmiştir. Ancak iki yıl sonra adını taşıyacak külliye için bu mekânı seçecektir. Bilindiği üzere Konstantin, bir Roma imparatoru idi. Dolayısıyla bu mekânın seçimi de Sultanın kendisini adeta Roma mirası ile özdeştirdiğinin bir yansıması olarak görülebilir.
Hasılı, Osmanlı imparatorluğu birtakım uygulamaları göz önüne alındığında, açık bir şekilde kendisinden önce var olan bazı Akdeniz imparatorlularından etkilendiği gibi, Roma İmparatorluğu’nun mirasından da çeşitli alanlarda istifade etme yoluna gitmiş, bu devletin Akdeniz havzasında oluşturduğu “Pax Romanum” düşüncesini en azından Akdeniz’in belli bir bölgesinde ikame etme fırsatı yakalamıştır. “Roma Barışı” olarak da bilinen Pax Romanum sayesinde nasıl ki Roma ekonomik ve hukuki açıdan istikrar yakalamış ve içindeki farklı unsurları bir arada tutmayı becerebilmişse, Osmanlı Devleti de benzer bir tutum ile üç kıtadaki varlığını 20. yüzyıla kadar devam ettirmeyi başarabilmiştir. Bu süreçte Fatih Sultan Mehmet’in önemli roller oynadığı, hatta pek çok kurumsal yapıyı tesis eden kişi olması hasebiyle bu zihniyetin tekamülünde başı çektiği rahatlıkla söylenebilir. Roma mirasını ve uygulamalarını onun kadar yakından inceleyen bir başka Osmanlı sultanının olmadığını söylemek herhâlde yanlış olmaz. Kendisi bu mirası tedkik etmekle kalmamış, Batı’daki gelişmeleri özel hayatına da adapte etme yoluna başvurmuştur. Sultanın yaptığı bazı uygulamalar, mesela torunlarından birisine Oğuzhan adını vermesi, Acem usulü saraylar yaptırması, Karamanoğullarından kalan bazı sarayları sistemli olarak tahrip ettirmesi Fatih’in kendisini hem Doğu hem de Batı’nın gerçek anlamda emperyal varisi saydığına dair kuvvetli ipuçları vermektedir.