Osmanlı Devleti Kozmopolit Miydi?
M. Macit Kenanoğlu
Osmanlı Devleti’nin kozmopolit olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği, farklılıkların hangi ölçüde hayat hakkı bulduğu ve ne denli özgürce ifade edilebildiği, sosyal ve siyasal alanda söz sahibi olma açısından farklı din ve etnik unsurların durumu, kısacası Osmanlı Devleti’nde kozmopolit bir ortam mevcutsa sınırlarının neler olduğu sıkça tartışılan konular arasındadır.
Bir felsefi düşünüş tarzı olarak eski Yunan’da ortaya çıkan kozmopolitizm, tam anlamıyla özgür olabilmek için belirli bir sosyal nizama, belirli bir vatana tabi olmamayı esas alır. Cosmo Politai kendisini belirli bir vatana bağlı hissetmeyen insan, yeryüzü vatandaşı anlamına gelmektedir. Kozmopolit kelimesi zaman içerisinde evrilerek daha farklı anlamlar kazanmıştır. Kelimenin Webster’daki karşılıklarından birisi “dünyanın her tarafından gelen farklı kişi ve unsurlardan meydana gelen” şeklindedir. Kelimenin bu anlamı esas alındığında Osmanlı Devleti’nin geniş bir coğrafyada, farklı etnik ve dinî unsurları bünyesinde barındırma noktasında uyguladığı stratejinin nasıl bir keyfiyete sahip olduğunun tespiti önemli bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.
Osmanlı Devleti kurulduğu tarihten itibaren çok farklı dinî ve etnik unsurla yakın temas hâlinde olmuştur. Çevresinde yer alan Bizans beylikleri ile münasebetleri İslam hukukunun harp ve sulh hukuku prensipleri çevresinde yol almıştır. Osmanlı Devleti’nin gayrimüslimlerle daha yoğun sosyal temasa geçişi İstanbul’un fethinin akabindedir. Ortodoks Hristiyan dünyasının merkezinin ele geçirilmesi gayrimüslimlerle ilişkilerin şekillenmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur. Artık sadece bireysel olarak değil aynı zamanda kurumsal olarak da gayrimüslim müesseselerinin idaresi gündeme gelmiştir. Daha büyük bir gayrimüslim nüfus Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yer almaya başlamıştır.
Belirtmek gerekir ki Osmanlı’da Şer‘î hukuk tüm ülkede tanınan tek hukuk düzenidir. Osmanlı hukukunda mülkilik prensibi (Osmanlı sınırları içerisinde bulunan herkese Osmanlı hukukunun uygulanması) esastır. Şahsilik prensibi (Osmanlı sınırları içerisinde bulunan yabancılara kendi hukuklarının uygulanması esası) istisnaidir. Osmanlı hukuku Osmanlı sınırları içerisinde bulunan herkesi kapsamaktadır. Osmanlı Devleti’nde kanunlar genel nitelik taşımakta olup hem Müslümanlara hem gayrimüslimlere uygulanmaktadır. Gayrimüslim cemaatlere otonomi verilmesi söz konusu değildir. Literatürde Osmanlılarca gayrimüslimlere otonomi verildiği şeklindeki yorumlar gerçeği aksettirmekten uzak olup, bu tür yorumlar gayrimüslimlere kurumsal bir özerklik verilmesinden ziyade Osmanlı yetkililerinin gayrimüslim cemaatleri kendi hâllerine bırakma şeklindeki uygulamasından kaynaklanmaktadır.
Osmanlı Devleti kendi vatandaşı olan ehl-i zimmet gayrimüslimlere karşı herhangi bir peşin hükümlü yaklaşım içerisinde değildir. Devlet bu konuda İslam hukukunun esaslarını benimsemiş ve uygulamada ehl-i zimmet hakkındaki müsamaha ve himaye prensiplerini korumaya azami gayret sarfetmiştir. Bu yaklaşım sayesinde gayrimüslimlerin toplumsal hayata adapte olmada zorlanmadıkları görülmektedir.
Din ve vicdan hürriyeti açısından Osmanlı uygulaması oldukça istikrarlı ve gayrimüslimlerin ayin ve ibadetlerini serbestçe icra edebilmelerine elverişli bir niteliktedir. Zorla İslamlaştırma politikası güdülmemiş, cebren ihtida ettirildiği tespit edilenlerin irtidatla cezalandırılmalarına gerek olmadığına hükmedilmiş, cizye ödemek şartıyla ibadet serbestisine sahip oldukları garanti altına alınmış, ibadethanelerin inşa ve tamirinde belli usul ve prensiplere göre hareket edilmiş olduğu görülmektedir. Bu hususlarda gayrimüslimlere mutlak bir serbesti verilmemiştir.
Gayrimüslimlerin Osmanlı Devleti’nde üstlendikleri görevler, hem devlet hem de Müslüman halkla münasebetlerinin muhtevasını göstermesi bakımından önemlidir. Fatih döneminde Hristiyanların asayişin temininde, gümrük emini, derbendci, esir pazarı kethüdası olarak istihdam edildiği, hatta başlangıçta (I. Murad’ın ordusunda) Osmanlı Devleti saflarında yer aldıkları, III. Murad döneminde ise yasakçı olarak tayin edildikleri görülmektedir. Zimmilerin istihdam edildiği işlerin başında kuyumculuk, ciltcilik, kethüdalık, kalfalık, iskele ve gümrük eminliği, mültezimlik, mukataa eminliği, tabiplik, sefer mimarlığı, yay ve ok tamirciliği, bakkallık, sırmakeşlik, nalıncılık, kasaplık, tercümanlık gelmektedir. 17. yüzyılın ortalarına kadar Müslüman ve Hristiyanlar herhangi bir ayrım olmaksızın aynı esnaf birliklerine tabi olmuşlar, 17. yüzyılın ikinci yarısından itibaren müstakil Hristiyan esnaf birliklerine devletçe izin verilmiştir. Tanzimatla birlikte gayrimüslimlerin devlet memurluklarına daha fazla sayıda dâhil oldukları görülmektedir. Son dönemlerde ise maslahatgüzâr, vali ve vezir olarak görev yapan gayrimüslimlere rastlanmaktadır.
Osmanlı Devleti şeâir-i küfür izhârına (yani İslamiyet’e göre bâtıl bir dinin propagandası anlamına gelebilecek hareketlere) izin vermemiştir. Gayrimüslimlere ait dinî sembollerin kullanımını (yüksek sesle ayin icrası, çan çalma, dinî alametleri aleni dolaştırma vb.) birtakım sınırlamalara tabi tutmuştur. Osmanlı Devleti’nde çan çalmak, yollara haç dikmek, yüksek sesle âyin icra etmek yasaktır. 1516 tarihli Bosna Sancağı Kanunnâmesi’nde yollara haç dikilmesi yasaklanmıştır. Kadılara bu gibi hareketlere izin vermemeleri gerektiği sıkı sıkı tenbihlenmiştir. Fetvâlarda da gayrimüslimlerin çan çalma yerine ancak delikli tahtalar kullanabileceği, bunların sesi de Müslümanları rahatsız ediyorsa bunun dahi engellenmesinin vacip olduğu, Cuma namazı kılınan yerlerde kâfirlerin küfür alameti sayılan şeyleri izhâr etmelerinin İslam’a zarar verdiği, buna izin veren hâkimin azlinin vacip olduğu ifade edilmiştir. Yasaklanan bir diğer davranış biçimi ise ruhani reislerin (papaz, piskopos vb.) kendi hânelerinde (evlerinde) gürültülü biçimde İncil okumalarıdır. Evlerinde ref’i savt ve ilân-ı küfr etmeksizin (yüksek sesle olmamak ve dinî propaganda sayılabilecek nitelikte olmamak şartıyla) yapılmasına izin verilmiştir. Alenen şarap ve rakı satmak, düğünlerde çalgı almak küfür alametlerinin izharı sayılmıştır. Müslüman kabristanlarında şarap içmek men edilmiştir.
İslam hukukunda gayrimüslimlerin Müslümanlarla birarada oturmalarını men eden şer‘î bir hüküm mevcut değildir. Ancak sonraki İslam devletlerinde mahallelerin ayrılması gibi bazı uygulamalara rastlanılmaktadır. Osmanlı Devleti Rumeli’de fethettiği yerlerde ele geçirdiği şehir, kasaba ve köylerde Müslüman unsurları iskan ettirmekteydi. Jenning’in ifade ettiğine göre, 1583’te Kayseri’de yetmiş iki mahallenin ellisi Müslüman, on üçü Hristiyan, dokuzu karışıktı. 1591’de Erzurum’da yirmi mahallenin dördü karışıktı. Zimmiler genellikle şehrin kenar semtlerinde, Rum, Ermeni ve Yahudi mahallelerinde gruplar hâlinde iskân edilmişler, bazı semtlerde oturmaları ise yasaklanmıştır. Örneğin 1582 tarihli bir fermanla, zimmilerin İstanbul’da Eyüp semtinde oturması yasaklanmıştır.
Genel uygulamaya göre Yahudi ve Hristiyanların cami yakınlarında ev ve dükkan edinmeleri yasaklanmıştır. Bilhassa ezân, salâ ve Kur’an okunurken kaval çalan gayrimüslimlerin gürültülerinden cemaatin rahatsız olmaları dolayısıyla camiye yakın yerlerde oturan Yahudilerin ev ve dükkânlarının Müslümanlara satılmasının emredildiği görülmektedir. Yahudi ve Hristiyanların Müslüman mahallelerinde evler satın alıp meyhaneye çevirerek şarap satmak ve fuhuş gibi meşru karşılanmayan fiiller icra etmelerinden dolayı bu tür faaliyetlerin engellendiği görülmektedir.
Ebussuud Efendi’nin bir fetvasında Müslümanlarla birlikte yaşayan zımmileri yüksek müzeyyen evler yapmaktan, şehir içinde ata binmekten, kıymetli libas ve yakalı kaftanlar giymekten, ince dülbend, kürk ve sarıklar sarınmaktan men eden hâkimin ecir (sevap) alacağından bahsedilmektedir. Nitekim 1565 yılında İstanbul kadısına gönderilen bir emirde etraftaki evlerden yüksek olarak yaptırılan zimmi evlerinin yıktırılması istenmiştir. 1580 yılında da kale duvarlarını bozarak üzerine ev yapıp Müslümanların evlerinden yüksek bina inşa eden gayrimüslimlere engel olunmasına dair emir verilmiştir. 18. yüzyıla ait belgelerde evlerin yüksekliğine dair kayıtlara göre Müslümanların evleri on iki, zımmilerinki dokuz zira yükseklikte olacaktır. (1 zira =64 cm’dir).
Gayrimüslimlere getirilen önemli sınırlamalardan birisi de Müslüman köle ve cariye sahibi olamamalarıdır. Yahudiler, dârulharpten gelen esirleri alıp Müslüman olmalarına mani olduklarından, bunların Müslüman esir kullanmamaları ve azatlı Müslüman köle ve cariyeleri ücret karşılığında istihdam etmemeleri emredilmiştir. Konuyla ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre Yahudi ve Hristiyanların Müslüman köle ve cariye almalarının başlıca sebebi olarak tahfif-i din ve ihanet-i müslimin (İslamiyet’i alaya alma) gösterilmektedir. I. Ahmet de 1605 yılında bir emir çıkararak yabancı elçilerin ve Yahudilerin esir satın almalarını yasaklamıştır.
Mardin’e göre, Osmanlı’da tabakalaşma psikolojisinin ayırdedici bir özelliği yönetici sınıf üyelerinin herkesin kendi yerini bilmesine verdikleri önem ve gösterdikleri özendir. Bu husus, söz gelimi belli bir meslekten olanların zanaatlerini belirleyen bir işareti taşımaları ya da belli bir milletin üyelerinin ayrıdedici giysiler içinde dolaşmaları ya da alt sınıfların seçkinlerce giyilen kıyafetleri giymemeleri gibi konular üzerinde ısrarla durulması biçiminde ortaya çıkar.
Kılık kıyafet konusunda temel prensip Yahudi ve Hristiyanların Müslümanlar gibi giyinmemeleri gerektiğidir. Yahudi ve Hristiyanlar için ortak yasak, iyi libas giyme ve ince tülbend sarmaktır. 1568 yılında İstanbul kadısına gönderilen bir hükümde, oldukça teferruatlı bir biçimde gayrimüslimlerin giyecekleri şeylerin nitelikleri ve renkleri yer almaktadır. Yasağın belli başlı amaçlarından birisi Müslümanlarla gayrimüslimlerin tefrîk edilmesidir. Gayrimüslimlerin çarşılarda süslü ve pahalı elbiseler giyerek Müslümanlardan daha gösterişli bir tarz içerisinde olmamalarına dikkat edilmesi istenmiştir. 1550’lerde Subaşı, Yahudi cemaatbaşını Kadı’nın huzuruna getirmiş ve Yahudilerin Müslüman gibi davranarak onları rencide ettiğini ifade etmişti. Yahudilerin sinagogda başlarına Müslümanlar gibi beyaz sarık sardıkları iddia edilmiş, Subaşı da bunun doğruluğunu bizzat tahkik etmişti. 1742’de Sadrazam, Hristiyan ve Yahudilerin kürk ve bazı renklerde elbise giymelerini yasaklamıştı. III. Selim’in sadrazama gönderdiği bir emirde yer verdiği “Kaimmakam Paşa! Allah için şunun üzerine olasın ve reaya-yı bî serif karıları şal-ı ferace, sarı mest pabuç ile geziyorlar, onlara dahi tenbih edesin, rast gelir isem haklarından gelirim, Frenk harbîdir gezerler, lakin reayaya tenbih edesin.” ifadeleri ehl-i zimmet gayrimüslimlerle harbi olan gayrimüslimler arasında da kılık kıyafet sınırlamaları hususunda fark olduğunu, harbilerin daha fazla esneklikten yararlandığını göstermektedir.
Ehl-i zimmetin kendilerine mahsus kıyafeti terkederek Müslümanlara mahsus kıyafetleri giymeleri 19. yüzyılın başlarında da yasaktır, ancak Tanzimat ile birlikte bu durumun değişmeye başladığı görülmektedir. Ahmet Cevdet Paşa Tezâkirinde, İzzet Mehmed Paşa’nın ikinci defa sadarete geldiğinde eski devirlerin ahkâmını yürütmek istediğini fakat Tanzimât-ı Hayriye’nin ona mâni olduğunu ve Hristiyanları ehl-i İslam’dan ayırmak için feslerine raiyyet kelimesinin ra’sına alamet olmak üzere kurdeleden uzunca ve eğrice sülük tabir olunan nişanlar koydurmaktan başka bir iş beceremediğini ifade etmektedir.
Gayrimüslimlere getirilen sınırlamalarda meyhane ve şarap konusu ayrı bir özellik arzeder. İslam hukukunda gayrimüslimlerin kendi dinlerine göre yasaklanmamış olan şarabı içebileceklerinin kabul edilmiş olması sebebiyle, Osmanlı Devleti uygulamasında da gayrimüslimlerin meyhane açabileceği ve şarap içebileceği kabul edilmiş ve fakat bunlar bazı kayıt ve sınırlamalara tabi tutulmuştur. Bu hususta Osmanlı yönetimince kabul edilen kriterler İslam hukukuna uygundur. Bu kriterlerin başında alenî olarak şarap içilmemesi ve satılmaması gelir. Bir diğer kriter, zimmilerin Müslümanlara şarap satışının yasak olmasıdır. Meyhaneler gayrimüslimlerin oturdukları mahallelerde kadimden (eskiden) beri mevcut ise bunlara dokunulmayacağı, bu mahallelerde sonradan yapılmış (muhdes) olanlara izin verilmeyeceği, Müslüman mahallelerinde ise hiçbir şekilde meyhaneye izin verilmeyeceği kabul edilmiştir.
Kanunnâmelerde gayrimüslimlerin kendi mahallelerindeki meyhanelerden başka bir yerde şaraplarını satmamaları, evlerinde satarlarsa bunlara el konulacağı ifade edilmiştir. II. Bayezid’e ait içki yasaknamesi şehir, kasaba ve köylerde düğün ve toplantılarda aleni içki içmeyi ve İslam’a aykırı hususları yasaklamaktadır. Ebussuud Efendi’nin fetvalarında da İslam beldesindeki zimmilerin fesat çıkarmamak kaydıyla kendileri için yeterli miktarda şarabı evlerinde bulundurabilecekleri, fakat ehl-i İslam’a satmaya kalkışır veya bu konuda devletçe konulan kurallara uymazlarsa şaraplarının dökülebileceği ve şarap içmekten men edilebilecekleri belirtilmiştir. 1559 yılında Bursa kadısına gönderilen bir emirde, meyhane ve benzeri umûr-i münkere ve ef‘âl-i kabihanın men edilmesi, meyhanelerin ve alenen şarap satımının yasak olduğu, gayrimüslimlerin ancak kendi ihtiyaçları için şarap getirip birbirlerine satabilecekleri, özellikle mescitlere yakın evlerde oturan gayrimüslimlerin evlerinde şarap yapıp Müslümanlara satmaları yasaklanmıştır.
1755’te Üsküdar kazası nâibine gönderilen hükümde şer‘î kriterlere yer verilmektedir. Buna göre; Müslümanların oturduğu kasaba ve köylerde şarap ve rakı satışı yasaktır, cami ve mescitlerin bulunduğu veya ehl-i İslam’ın sakin olduğu yerlerde meyhane açmak ve aleni olarak şarap ve rakı satışı yasaktır.
İfade edilen bu hususlardan anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti gayrimüslimlerle münasebetlerini şekillendirirken esas olarak İslam hukukunun prensipleri çerçevesinde hareket etmiştir. Osmanlılar hâkimiyeti altına aldıkları gayrimüslimlerle zimmet anlaşmaları yapıp, eman vermek suretiyle onların hukuki statülerini belirlemişler, İslam hukuku prensiplerine sadık kalarak din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde gayrimüslimlere serbesti vermekle beraber, onların Müslümanlarla intibakını sağlamak amacıyla belirli mekanizmaları etkili biçimde kullanmışlardır. Osmanlılar gayrimüslimleri idari, mali, adli, cezai sahalarda hiçbir zaman otonom bir yapı içerisine oturtmamış, aksine devletin temel hukuk sistemini bozmayacak ve hukukun mülkilik vasfını ve kanunların genelliği prensibini ortadan kaldırmayacak şekilde tek bir hâkim hukuk sistemi altında yönetmişlerdir. Kilise teşkilatı ve kilise hukukunun bu hâkim hukuk sisteminin üstünlüğü esası çerçevesinde devletin teşkilatı ile uyumlaştırılması sağlanmıştır. Mali açıdan kilisenin güçlenmemesi için tedbirler alınmış, kilisenin topladığı gelirlerin devlet hazinesine aktarılması sağlanmıştır. Ayin ve ibadet hürriyetine İslam hukuku çerçevesinde müsaade edilmiş, propaganda mahiyeti taşıyan ya da Müslümanlara karşı üstünlük gösterisi anlamına gelebilecek hareketlere izin verilmemiştir.
Bütün bunlar dikkate alındığında Osmanlı Devleti’nin farklı etnik ve dinî unsurlara var olma hakkı tanıdığı, Osmanlı’da kültürel çoğulculuk anlamında bir kozmopolitlikten söz edilebileceği, ancak kelimenin klasik anlamıyla kozmopolit olmadığı, aksine kendi hukuk sistemine göre muamelelerini yürüttüğü ve herkesin bu hukuk çerçevesinde hareket etmesini önemsediği bir yapıya sahip olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.