İslam ve Kozmopolitizm
Tadd Graham Fernée
İslam tarihsel olarak kozmopolittir. İslam tarihi ne barışın zirvesi ne de küresel medyanın yalan yanlış söylediği gibi bir tehdittir; o, insanlığın yazgısında kozmopolit bir gücü ortaya çıkarmaktadır. İslam, tevhid (birlik) ve dinî çeşitlilik arasında Endonezya’dan batı Afrika’ya çeşitli gelenekleri içinde barındırır. İmparatorluğun birliğinin ideal olarak ilahî birliği de yansıtması gerekmektedir; Muhammed peygamberin ölümü ise (M.S. 632) İslam dünyasını kalıcı olarak bölen bir otorite krizine neden olmuştur. Buna rağmen İslam’ın hümanist gelenekleri, tarihin gelişmekte olan kozmopolit imparatorluklarını iktisadi ve siyasi gücü perçinleyerek devam ettirmiştir. İslam’ı imandan (dışsal dinî bağlılığı içsel olandan) ayıran hoşgörülü çoğunlukçu görüş, manevi çeşitliliğe izin vermiştir. Bu açıdan bakıldığında İslam, zorlayıcı değil bireylerin kurtuluşuna yardım eden rehber bir dindir.
1970’lerin sonlarından bu yana İslamcılık, birçoklarına ölmek ve öldürmek yönünde ilham vermiştir. Bu kozmopolitlik karşıtı hareket İslam’ın özüne ait değildir, fakat tarihî olarak onunla ilintilidir. Örneğin Endonezyalı ve Hindistanlı Müslümanlar bu anlamda dokunulmadan kalmıştır. El Kaide, Taliban, IŞİD ve Boko Haram’ın her biri kendi içerisinde bölünmüştür ve bunlar, Müslüman kardeşlerini kâfirler diyerek katleden modern tekfirci akımın örneklerini teşkil etmektedir. İslamcılığa göre, bugün çoğunluğun uyguladığı İslamcı çoğulculuk yapaydır. İslamcılık ütopyacı bir evrenselcilik olarak kozmopolitizmi şiddetle, farklılığı reddettiği şekilde reddeder. Püritenliğin tarihsel öncülleri, Müslüman kimliğini daraltan azınlık Harici akımında bulunmaktadır; Vahhabiliğin 18. yüzyıldaki homojenleştirme hayalleri de bu muhayyel saf köklere dönüştür. Gelgelelim, günümüz İslamcılığı 1930’ların totaliter devlet modellerinden (Seyyid Kutub ve Mevdudi’de olduğu gibi) ve Aydınlanma karşıtı düşünceden (Heidegger felsefesi, İran 1979 İslam Devrimi’nin kurucuları olan Ahmed Ferdid, Celal Al-i Ahmed ve Ali Şeriati’ye tesir etmiştir) etkilenmiştir. Temel sorun devlet ve sivil toplumla ilgilidir.
Kozmopolitlik karşıtı İslamcılık bugün kapalı devletçi bir toplumdaki birliği şiddetle dayatarak İslam’ın tarihsel çoğulcu geleneklerine ihanet etmektedir. İslamcılığın romantik totaliterliği gündelik yaşamda hayali düşmanlık üzerinden siyasal felaket yaratmaktadır. Moskova’nın Tacik inşaat alanlarından Ürdün’ün Amman-Zerka varoşlarına, buralardan İslamcı toplamayı teşvik eden modern güçlüklere rağmen dünya üzerindeki Müslüman çoğunluk açısından İslami kozmopolitizm, günlük hayatın bir gerçeğidir. Delhi veya İstanbul sokaklarındaki ortalama bir Müslüman “İslamcı” terörizmi endişe verici bir suç eylemi olarak görmektedir. Paris banliyölerinde Müslümanlar gayrimüslimlerin komşusudur, dostudur, ailesidir, iş ve okul arkadaşıdır. Bu tür sıradan gerçeklikler haberlerde görülmez. Namütenahi bir drama değil, sosyolojik ve tarihsel bir açmaz olarak bu sosyo-politik gerçeklikler, sekülerleşmiş kozmopolit bir ufkun altını çizmektedir. İslam kavramı, modern iktidarın düzenleyici çerçevesi içinde tartışmalı bir arazidir.
Sekülerleşme, geleneksel tüm dinlere meydan okumaktadır. Bununla beraber, dünyadaki Müslüman çoğunluk samimi bir şekilde dindar kalmaya devam eden bir kozmopolit hümanizmi kucaklamaktadır. Onun tevazusu, iktidar arenasında, İslam’ın suç eylemlerini meşrulaştırdığını, savaşı romantikleştirdiğini ve gerçek dışı ütopyalar vadettiğini gayrimeşru bir biçimde iddia eden kariyer yapıcılarınkinden daha güçlüdür. Aktivist Malala Yousafzai okul otobüsünde Taliban tarafından vurulduğunda, bu cesur kız tüm dünyaya bir kahraman, ona saldıranlar da acınası korkaklar olarak görünmüştü. Bu seküler kozmopolit çerçeve ve dinî hayat, İslamistlerin ve sıklıkla dünya kapitalizminin bütün düşmanlarını eleştirmeksizin kucaklayarak, yanlış bir şekilde, Marksizm’e hizmet ettiklerine inanan Batılı akademisyenlerin donmuş ideolojik basitleştirmeleri hariç birbiriyle çelişmez.
Tarihsel olarak İslam, dinî ve seküler, birbirinden farklı kozmopolit idealleri elinde tutar. Bunun kavramsal kökleri eskiden beri süregelen ayrımlandırmalarda bulunmaktadır: din, örf ve devlet. Geniş hâliyle, kozmopolitizm hiyerarşik ya da eşitlikçi anlamda tahayyül edilebilen evrensel bir insani durumu gerektirir. Geleneksel İslami siyaset dünyayı hiyerarşik bir biçimde tasavvur eder (nizam); örneğin Osmanlı toplumsal piramidi. Ancak, İslam’ın evrensel hümanizmi benimseyen, 19. yüzyıldaki demokratik hareketler (Genç Osmanlılar) ve Sufi akımlar gibi eşitlikçi gelenekleri de vardır. Kozmopolitizm uygulamada maddi bir temel gerektirir. Evrenselliği amaçlayan Hz. Peygamber kozmopolit bir düşünürdü. Fakat zamanın teknolojisi bir günde en fazla 50 km. yol katetmeyi mümkün kılıyordu. İslam’ın günümüzdeki krizinin, devletin geleneksel ulemanın prestijini küçümseyen bir örgün eğitim sisteminin olmasının, askerî gelişmeler ve internet gibi modern teknolojik bir bağlamı bulunuyor. Devlet ve teknoloji arasında İslam’ın kozmopolitlik krizinin nedeni, uluslararası kapitalizmin tarihidir.
Modern dönem boyunca kozmopolitizm daha az seçkinci oldu (televizyonu olan herhangi birisi tüm dünyayı izleyebiliyor) ancak bu durum yeni tehlike ve eşitsizlikleri de beraberinde getirdi. 1924’te Osmanlı’da hilafetin kaldırılması Hindistan gibi uzak diyarlarda bile dinî otorite boşluğu yarattı. 20. yüzyıl İslam toplumları (genellikle dayatılan) seküler otoriter olmakla (İran’ın kitle partisi Tudeh gibi kozmopolit liberal ve Marksist varyantlarda görüldüğü üzere) kitle demokrasisi arasında ulus-devlet ikilemiyle karşı karşıya kaldılar. İran’ın 1979 devrimi yeni bir model getirmişti: Kozmopolitizmi bir Batı emperyalizmi (Gharbzadegi) olarak reddeden bir İslam devleti. Bugün İran devriminin genç idealistleri geriye dönüp baktıklarında bir zamanlar benimsedikleri İslamcı ideolojiyi reddediyorlar. Emperyalizm gerçekti fakat 80’lerin çözümü özgürlüğün, maddi ve manevi refahın üzerinde otoriterlik üretti. Pek çoğu bu nedenle seküler, demokratik ve bağımsız bir İran tasavvur eden Yeşil Hareketi’ne katıldı. Bu İslami kozmopolitizm, İran’ın eski anayasal geleneğine dayanıyordu. Bunun önemli figürlerinden olan Başbakan Muhammed Musaddık pasif direnişe, bağımsızlığa ve halkın özgürlüğüne inanıyordu. Türkiye, Tunus, Japonya ve Bulgaristan deneyimlerinden ilham alan Musaddık İran’ın yirminci yüzyıl ortalarındaki demokratikleşme sürecinde mücadele ortaya koydu. O, Müslümanların ve diğerlerinin ortak insanlığını onaylıyordu. Birleşik Devletler, İslamcılığın uluslararası çapta uzun vadeli yükselişine ölçülemeyecek derecede katkı sağlayarak bu çabayı kendi emperyal çıkarları gereği bastırdı.
Abbasiler’den Rönesansa
Abbasi halifeliği (750-1258) kozmopolit bir çeşitlilik göstermekteydi: Dünya pazarları, devlet adamlarındaki entelektüel verimlilik, yanı sıra Bağdat’taki 762 ticaret merkezinde Arap, İranlı, Türk, Yahudi ve Hristiyanların bir arada bulunuyor olması. Halifeler, Yunan müellifleri tercüme ettirerek bilim ve felsefeyi teşvik etmekteydi. Avrupa Rönesansından asırlar önce yeni bilim Avrupa’nın daha sonraki bilimsel devriminin (matematik, astronomi ve tıp) zeminini oluşturuyordu.
Kozmopolit bir paradigma olarak Rönesans’a (14-17. asırlar) İslam’ın da katkısı söz konusuydu. Avrupalı tüccarlar Mağrip, Arap ve İran piyasalarındaki İslami ticaret uygulamalarını kendi bünyelerine katmışlardı. II. Mehmet’in kütüphanesinde görülen Rönesans klasisizmi (1442-46) İtalyan Medici Hanedanı’nınkini aşmıştı. Hükümdarın sarayı klasik, İslami ve İtalyan tarzlarını bir arada toplamıştı; bir Venedik elçisi “dünyanın en mucizevi tarzı” şeklinde övgüde bulunuyordu.
Rönesans İslam ve Avrupa’yı ikilik yaratmayacak şekilde tahayyül ediyordu. 19. yüzyıl düşüncesi bu ikisinin çekişmeli klasik dönemdeki ortak mirasını çarpıttı. Sanayi devrimiyle öngörülemeyen bir teknolojik avantaj edinmiş olan Avrupa sömürgeciliği kozmopolitizmi değiştirdi. Asya merkezli küresel pazar yıkıma uğratıldı. İşgale karşı gelmeleri için halklar ulusal düzeyde örgütlenmeye zorlandı. Dönüşen küresel alanda, alternatif ulus-devlet modelleri diğer bağımsızlık sonrası ülkeler gibi İslam’ın kozmopolit krizini tayin etti. Kozmopolitizm ikilemi sivil toplum-devlet ve devlet-dünya şeklinde kendini gösteriyordu.
Osmanlılar
Kozmopolitizm Osmanlı tarihinin karakteristik özelliğidir. Koyunhisar Muharebesi’ni (1302) müteakiben Osman’ın devlet kurma girişimleri entelektüeller, sanatçılar ve kültürlü şehirli şeçkinler arasında dikkat çekti. İlahiyatçılar ve ulema Yahudi ve Hristiyan nüfusa temeli hoşgörüye dayanan bir idare temin ettiler. Kanuni Sultan Süleyman (1520-66) Osmanlı’nın sınırlarını genişletmişti. Ekonomik olarak gelişmekte olan imparatorluğunun içinde pek çok etnisite ve din bulunmaktaydı. 16. yüzyıl Türkiye’sinde kıyım yoktu. 15. yüzyıl İspanya’sıyla Portekiz’inden kovulan Yahudiler gelmişlerdi. Dinî hiyerarşi ve köleliğe karşın Osmanlı hoşgörüsü Avrupa’nın din savaşları ve katliamları karşısında kıyas kabul etmez. 1579 yılında bir Fransız ziyaretçi şöyle diyordu: “Hristiyan ve Yahudiler Türkler kadar özgürler… Adaletin idaresi çok daha tarafsız ve çok daha dürüstçe icra ediliyor.” Bağdat’ın Safeviler’den geri alınmasından (1534) sonra Süleyman, Sünnilerle Şiileri koruyan bir İslami evrenselciliği onaylamaktaydı. Önemli bir kozmopolitlik geleneği mevcuttu.
Küresel baskılar, Osmanlı siyasetinde aşkın olmaktan çok içkin bir rasyonelliği dayattı. 17. yüzyılda modernleşen Rusya karşısında alınan askerî yenilgi kurumsal mozaiği (askeriye, eğitim, idare) dönüştürerek Osmanlı reformlarını hızlandırdı. Yeni kozmopolit itkiler seküler rasyonelliği kucaklıyordu.
Kozmopolit olan Lale Devri (1718-30) İslam’ın barışseverliğine ve toplumsal sınıflar arasında uluslararası barışa vurgu yapmıştır. 1787 yılında İstanbul halkı, sarayın kapısına Rusya’yla savaşı protesto eden afişler asmıştı. Seçkinler uluslararası diplomasi ve müzakereyi teşvik ediyordu. 1731 ve 1788 yılları arasında İbrahim Müteferrika Usul el-Hikem fi Nizam el-Ümem’i yazdı ve Aydınlanma Ansiklopedisi tercüme edildi. Yerinden edilmiş toplumlar arasındaki kozmopolitlik karşıtı isyanlar (1730-1859) Osmanlı’nın hükümranlığına olan tehditlere cevap verdi. Kozmopolitizm taraftarları da karşıtları da yeni ortaya çıkan, tüm dünyada dayatılan yoksulluk, ikincil konuma itilme ve askerî yenilgilerle alakadar idiler. II. Mahmut (1808-39) hâlâ Kızıl Elma efsanesini (Osmanlı’nın zaferi askerî gücünden bağımsız bir biçimde ilahî olarak mukaddderdir) benimserken Keçecizade İzzet Molla rasyonel gerekçelerle askerî reformların yapılmasını teşvik etmekteydi.
(Belli dinlere lütufta bulunan takdir-i ilahî) dinî evrenselcilik, (her şeyin modern silahlanma yarışında teknolojik koşullara bağlı olduğu) insani evrenselciliğe doğru yer değiştirdi. İnsani evrenselciliği benimseyen Müslümanlar, mesela İzzet Molla, müminler olarak kaldılar. Onların dünya görüşleri, tüm halk tarafından paylaşılan bir pratik kozmopolitizmde yeni küresel koşullara adapte edildi. Kozmopolitizm insani ve dinî, birbiriyle örtüşen evrenselcilikler ihtiva edebilir. Modernliğin tarihsel olarak (kimlik veya saf dünya görüşü olsun) geleneğe galebe çalması, ampirik olarak yanlıştır.
Osmanlılar imparatorluğa hükmederken yeni kozmopolitizmin karanlık yüzünü deneyimlediler. 1815-1865 yılları arasında halklar sömürgeci dünya düzeninden dolayı çok acı çekti. 1876’ya kadar Osmanlı İmparatorluğu Avrupalıların gözünde bir sömürgeydi. Yerinden edilmiş halklar ve yok olan ekonomiler, uluslararası iş bölümü Türkiye’nin bağımsızlık savaşıyla son bulan Osmanlı kozmopolitizmini sosyolojik olarak yeniden şekillendirdi.
Birbiriyle zıt iki kozmopolit görüş 19. yüzyıl reformizmini, Tanzimat ve Genç Osmanlıları tanımlamıştır. Çeşitlilik gösteren Osmanlı tebası, Genç Osmanlılara göre ulus-devlet sürecine özgürce katılmalıydılar. Onlar, Osmanlı halkının ortak insanlığını överken Tanzimat’ın otoriterliğini lanetliyorlardı. Bu arada Tanzimat kozmopolitizmi, Osmanlı imparatorluğunu Metternich’ten mülhem bir toplum vizyonu üzerinden bir makine gibi ileriye taşımanın peşindeydi. Toplum modernleşmenin öznesi değil nesnesi idi. İşte bu tartışmalar, eski İslami kozmopolit geleneğin modern koşullar altında yeniden uyarlandığını göstermektedir.
1839 Gülhane Fermanı “insanın aynılığı”na dayanarak “Müslüman ve gayrimüslim herkese adalet”in sözünü vermişti. Genç Osmanlılar “sınıflar ve dinler arasındaki tüm farklılıkların izole edilmesi” fikrini yükseltmiş ve İnsan Hakları’nın esinlediği 1871 Paris ayaklanmalarına katılmıştı. 1876-77’deki anayasal tecrübeleri, Yahudi ve Hıristiyanları meclise dâhil ediyor ve “Müslüman veya Hristiyan değil, yalnızca tek bir adalet” ilkesini tasdik ediyordu. Namık Kemal’e göre “insana akıl bahşedilmiş olduğundan” “insanlık, özgür olmayı icap ettirir”. Midhat Paşa Avrupa’da benzer siyasi eğilimleri önceleyen bir sivil toplum aktivizmi ile çok-dinli okullar kuruyordu.
20. yüzyılın erken dönem düşünürlerinden olan Ziya Gökalp ise Türk uluslaşma söylemine kozmopolitlik karşıtı bir kimlik getirdi. Saf kimliğe dayalı milliyetçilik her tür farklılığı reddeden kozmopolitizme düşman olur. Bu özleştirmecilik (pürizm) eski çok-kültürlülüğü marjinalleştirmiştir/ötekileştirmiştir. Ancak kozmopolit çoğulculuk var olmaya devam etmiştir: Osmanlı sosyalist işçi hareketi içerisinde Yahudiler, Türkler, Bulgarlar ve Arnavutlar yer almıştır. İttihat Terakki Cemiyeti de 1909’a kadar içinde farklı etnisiteler barındırmıştır. Gelgelelim Kemal Atatürk kozmopolitizmi, Türk ulusunu (ve dünyayı) Batı’nın “medenilik” çizgisi doğrultusunda homojenleştirmek olarak görmüştür. Atatürk Osmanlı’nın çok-kültürlü kozmopolitizmini reddetmiştir. Hasılı kelam, rekabet hâlindeki çok sayıda kozmopolitizm modernleşen İslam dünyasını harekete geçirmiştir. Modern kozmopolit karşıtı görüş, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa çapındaki ulusal azınlık krizi ve irredantist korkularla sonradan ortaya çıkmıştır. Bu, yine, modern devlet/devlet içi krizi bünyesinde barındırıyordu. Müslümanlar yabancı hâkimiyetinden korktukları ölçüde kozmopolitizmden korkmuştur.
Hindistan
Hint İslamı’nın zengin kozmopolit bir geleneği bulunuyor. Hindistan’daki en yaygın tarikat olan Sufi Çiştiyye tarikatı, ilim ve din adamlarının Moğol istilasından kaçmasıyla 13. yüzyılda Orta Asya’dan gelmiştir. “Evrensel sevgi” ve “hiç kimseye kötülük etmeme”yi benimseyen tarikatın kozmopolit vasıfları bulunmaktaydı. O, Hindu uygulamalarını uyarlamıştı: dinî müzik ve yoga nefesi. Bu açık ve çoğulcu tarikat, İslam’ın Hindistan’ın halk kitleleri arasında yayılmasına Babür devletinden daha çok etki etmiştir. 16. yüzyılda Hint Okyanusu kozmopolit bir alandı: Arap ve Hintli tüccarların, Kızıldeniz, Arap denizleri, Güneydoğu Asya ve Çin’i birbirine bağlayan, uzun geçmişe sahip, entegre ticaret sistemi.
İmparator Ekber hâkimiyetindeki Babür devleti (1556-1605) –II. Philip’in İspanya’daki Katolik arileştirme kampanyasının– Evrensel Barış (sulh-i kül) adlı siyasal bir deneye girişti. Onun kozmopolit hoşgörüsü erken modernitenin yeni küresel koşullarına cevap veren yerel kültürel kaynaklardan gelmekteydi. Hakikat arayışında şiddete başvurmaksızın buluşmak ve diyalog kurmakla ilgilenenler arasında pek çok din bulunuyordu: Sünniler, Şiiler, Hindular, Caynistler, Zerdüştler ve Hristiyanlar. Ekber’in avanesi kutsal-şiddet-hakikat üçgenini kabul etmiyordu. Ekber, II. Philip’e yazarak şu istekte bulunmuştu: “Biz tüm dinlerin ilim sahiplerini (…) birleştiriyoruz ki böylece onların seçkin söylemlerinden istifade edelim.” Ekber “tüm dinlerde hakikatin bazı unsurlarının bulunduğunu ve onların hepsinin de Yüce Hakikate götürdüğünü” savunuyordu. Kozmopolitizmin üstün bir ifadesinde Ekber şunu duyuruyordu: “Dünyadaki insanların benimsediği bir şeyi, salt, onu kendi kitaplarımızda bulamayacağımız için reddetmemeliyiz, yoksa nasıl ilerleyebiliriz?” Ekber’in beyanı göstermektedir ki, kozmopolitizmin önkoşulu, insanın kendi kültürel veya dinî yetişme tarzının ötesinde başka geleneklere açık olmasıdır. Bu beyan, biraz talihsiz bir biçimde, Ekber’in mütecaviz Avrupa emperyalizm tehdidini (o zamanlar Portekizliler) nasıl azımsadığını da göstermektedir.
Ekber’in ölümünden sonra veraset savaşı yaşandı (1657-59). Ekber’in kozmopolit vizyonunu Dara Şükuh sürdürdü. Şükuh, Mecmaü’l-Bahreyn adlı eserinde İslam ve Hinduizm’in özde birliğini anlatıyordu. Muhalifi Evrengzib veraset savaşını kazandı ve Ekber’in, liberal ve kozmopolit İslamcı hükümranlığının tecrit ettiği muhafazakar unsurlarla işbirliği içerisinde “putperestlik ve kâfirliğe” savaş açtı. Oldukça geniş bir yelpazede tasavvur edilen kozmopolitizm yanlısı ve karşıtı dayanakların İslam toplumlarındaki tarihçesinin derinlerde olduğunu görüyoruz.
18. yüzyılın Müslüman Hindistan’ı kozmopolitti ve Hint ve Avrupa devlet kurma kültürü ile ilmî ve ticari geleneklerini bir araya getiriyordu. Misorlu Haydar Ali (1761-82) Fransa’dan ilhamla modern askeri techizatı ve askerî eğitimi getirdi (1755) ve İngiltere’yi yenilgiye uğratmak için kullandı (1769). Halefi Tipu (1782-99) tıp ve matematik kitaplarını toplayarak Fransız devrimini benimsedi, bir özgürlük ağacı dikti ve bir Jakoben gruba katıldı. Her ikisi de Avrupalı merkantilistlerin gücünü onların silahlarını kullanmak suretiyle durdurarak Arabistan ve İran’la olan Hint ticaretini canlandırdı: devlet tekeli ve saldırgan ekonomik yayılma. Aşikârdır ki, onlar pek çok yabancı kültürü tanıma ve onlarla etkileşime girmenin potansiyel tehlike olduğu kadar bir avantaj olduğunu da görmüşlerdi.
Hindistan’ın 1857’de İngiliz idaresine karşı gerçekleştirdiği başarısız ayaklanmanın akabinde Müslüman ve askeri seçkinler alt sınıflara tasfiye oldular. Bu buhran, Müslüman düşüncede Seyyid Ahmed Han (1817-98) ile Muhammed İkbal’de (1875-1938) örnekleşen yeni modernist bir akımı tetikledi. Bunlardan ikincisi, Pakistan’ın manevi babası, İslam’ı felsefi olarak yeniden canlandırmak için mücadele vererek, Henri Bergson’un dirimselciliğini aldığı gibi Martin Heidegger ve Friedrich Nietzsche’nin Alman romantik düşüncesini de bünyesine kattı. İkbal’in geleneksel İslam’dan uzak olan melez romantizmi İran’ın, Şeriati üzerinden gelişen 1978 İslamcı ideolojisinin ilham aldığı atasıdır. İlginçtir, bu yeni İslamcı özleştirmecilik, Trinity College’de okumuş ve 1922’de Kral George tarafından kendisine şövalyelik verilmiş tam bir kozmopolit insan tarafından dile getiriliyordu. Gerçek doğasının inkârı içinde yüzen kozmopolitizm karşıtlığı da kozmopolittir.
İslam, insanlığın beşte birini, farklı toplumları ihtiva etmektedir. İslam’ın tarihi kozmopolittir. Tüm dinler çok yönlüdür, biri diğerine tercih edilemez. Bazı bağlamlarda İslam barışçıllığa, hoşgörü ve şiddetsizliğe eğilimliyken diğerlerinde dogmatik ve serttir. Hiçbir din, cemaatini modern devletin potansiyel şiddetinden koruyamamaktadır. Bu durum seküler hukukun üstünlüğü kuralını, anayasal güçler ayrımını ve hareketli bir sivil toplumu iktiza ettirmektedir. Din ve siyasetin, bu anlamda, ayrımı gerekir. Ancak İslam dinî geleneği ise milyonlara anlam ve kimlik sağlamaktadır. Onun evrensel ve öte dünyaya ait vizyonu, bir değerler membaına dayanan günlük bilinci dönüştürmek için manevi disiplini kullanır.
Kozmopolitizmin bazen siyasi şiddeti maskeleyen (seküler otoriter rejimler, emperyalist savaşlar gibi) ve çelişkiye düşüren anlamları bulunmaktadır. Kozmopolit duyarlılık, bununla beraber, günümüzün küreselleşmiş dünyasında anlamlı etik etkileşimlere zemin hazırlamaktadır. İslam düşünürleri kozmopolitizmi ileriye taşımıştır. Paris’teki bir kütüphaneye ismi verilen Muhammed Arkun İslam’ın çiçek veren kozmopolit potansiyelinin sahip olduğu görüşleri dillendirmiştir. Abdullah Ahmed En-Naim ve Fatima Mernissi de iki diğer çağdaş Müslüman kozmopolit düşünürdür. Onlar demokratik, çok-kültürlü ve şiddet karşıtı küresel bir biraradalığı, ahlaken anlamlı bir kozmopolitizmi teşvik etmektedir. Bir yanda sert İslami siyaset mahkum edilirken İslam ve kozmopolitizm arasında herhangi bir çatışma olduğu fikri yanlıştır.