Can Çekişen Dünyanın İmparatorluğu
Timothy Brennan
Amerikalılar… gerçekten göçebeler. Ayakkabı değiştirir gibi meslek değiştiriyorlar; yirmi yıllık evler inşa edip o evlerde yirmi yıl bile oturmuyorlar. Öyle ki artık belirli bir muhit onlar için yuva anlamı taşımıyor. Kargaşanın burada bu denli yayılması boşuna değil.
Bertolt Brecht, 1941
Sabah Ülkesi çok önemli bir soru soruyor: “Birleşik Devletler günümüzdeki son kozmopolit imparatorluk mu? Onu Avrupa ve hatta tüm dünya için bir model olarak görebilir miyiz?” Buna cevap verebilmek için öncelikle gündelik anlamda kentlilik, dünya seyahati ve açık fikirliliği akla getiren bir terim olan “kozmopolit” sözcüğüyle ne demek istediğimizi açıklamak ve sonrasında bu değerlerin “imparatorluk“ sözcüğüyle birlikte anılmasının uygunsuz olduğunu anlatmak gerekmektedir. Zira “imparatorluk” çoğunlukla vahşi dayatmaları ve şiddeti çağrıştırmaktadır. Bu sorunun can alıcı noktası büyük bir siyasi karmaşanın göbeğine hükümranlık sosunu eklemek midir? Belki de bu sorunun ikinci kısmında da benzer bir anlam karmaşası mevcuttur. Bir modeli takip etmek, sonuçta, onu rastgele taklit etmek değildir. Bazı modeller ise, tıpkı mafyanın yaptığı gibi karşı taraf (dünya) nasıl olsa reddemez düşüncesiyle yapılan “koruma” teklifi, diğer bir deyişle içine sığılması öngörülen kalıplar niteliğindedir.
Sabah Ülkesi’nin konuyu derinlemesine irdeleyen soruları, kozmopolit idealin ta göbeğinde en başından beri var olan gerilimi zekice ortaya koyuyor. Antik Yunan’da kozmopolit terimi sözlük anlamı itibariyle dünya idaresi, yönetimi (cosmos-polis) anlamına gelmektedir. Bu anlayışa, Sokrat öncesi ve erken Hristiyan toplulukları, sonrasında Roma Katolik Kilisesi, İmmanuel Kant’ın aydınlanma çağı liberalizmi, Anarcharsis Cloots’un radikal ütopyaları, İngiliz İmparatorluğu’nun en şaşaalı zamanlarındaki C. K. Ogden ve diğerlerinin “Temel İngilizce” ülküsüyle tasavvur edilen dünya barış topluluğu fikrinde rastlanmaktadır. Böylelikle uluslar arasındaki mücadele ve anlaşmazlıkların bitirilip onların ortak bir söylem etrafında toplanması amaçlanmıştır.
Yine de günümüzdeki kozmopolitizm kavramı, bir yönetim teorisi olarak değil, belli başlı bir toplumsal türün tasviri olarak anlaşılmaktadır. Bu tür; aydınlar, orta sınıf turistler, araştırmacılar, göçmenler, sanatçılar ve işadamlarından oluşan ortak bir metropolitan kültüründen doğmuştur. Zamanımızda kozmopolitizm, ütopik bir ülküyü değil, bir karakter niteliğini tasvir etmektedir. Diğer bir deyişle –nasyonaliste karşılık postnasyonalist, taşralıya karşılık kentli ayrımlarını ortaya koymaktadır. Kozmopolitizmin yaptığı çağrışımlar oldukça olumludur, çünkü kendi değerlerini evrensel kurallar olarak yansıtmayı devlet politikası hâline getiren milletlerin ülkülerinden türetilmiştir. Tarihte kozmopolitlik kentli ile köylü; transkültürellik ile yabancı düşmanlığı arasındaki farklılığa dayanmamaktadır; ancak evrensel bir durumu ortaya koymaktadır. İşte tam da burada, hümanist vasfının altına gizlenmiş siyasi bir çıkar bulunması gerilime sebep olmaktadır. Örnek olarak güncel bir şirket yönetimi kitabından tipik bir ifadeyi ele alalım: “Kozmopolitiklik artık entelektüel ve aylak sınıfın tekelinde değil, dünyada her kesimin giderek yerleşik özelliği ve tanımlayıcı karakteristiği olmaya başlamıştır. Kozmopolitizm, ekonomik tecrit, nasyonalizm ve şovenizmin duvarlarını yıkmaktadır. Günümüzde, köhnemiş bir kurum olan ticari nasyonalizmin ölüm çığlıklarını duymaktayız.” Şirket içi eğitim amaçlarıyla yazılmış olsa dahi bu tarz bir anlatımın, bir antropoloğun da dediği gibi “hepimiz kozmopolitiz” ibaresinin yer aldığı “bölgesel kozmopolitizm” lafının her yerden duyulduğu üniversitelerde sol eğilimli beşerî bilimler departmanları tarafından bir zamanlar pompalanmış olduğunu bilmek önemlidir.
Elitizm karşıtlığı anlamını taşısa da bu tasvirin karanlık bir yanı da vardır. Yüksek finansallaşmış silikon merkezler hâkimiyetlerini kiremit ve bambu taşralarına uzatmış; “geri kalmış ekonomileri” zoraki olarak moderniteye sokmuştur. Yoksa, başka türlü nasıl kozmopolitleşebiliriz? Son nefeslerinde ekonomik bariyerlerin üstesinden gelirken ulusal hâkimiyetlerini geçersiz duruma getirmek dünya barışının kozmopolit avukatlığını yapmaktan çok Trans-Pasifik Serbest Ticaret Anlaşması ütopyasını çağrıştırmaktadır.
Mesele, bir ülkenin “modernleşmesi” (örnek vermek gerekirse, Batı’nın hız, araba kültürü, akıllı telefonları, seç-izle televizyonları ve bilumum tekno aletleri) ya da geri kalması değil, bunların küresel Amerikan kültürü tehdidine karşı kontrolü muhafaza etmesidir. Bu itibarla, kozmopolitliği küreselleşmenin yumuşak ve medyatik yüzü olarak görmeye başlayabiliriz; diğer bir deyişle canlı sermaye akışını engelleme çabalarını, başarısız ideolojilere dayalı gerici engeller olarak kabul eden daha büyük neoliberal blöfleri yumuşatmak için kullanılan hafif bir tabir olarak.
Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi de buraya kadarmış. Bu bildirgenin amacı eskiden, NATO Atlantizmini tehdit eden saldırgan “yatırımlar”a karşı devletlerin özgürlüklerini güvence altına almaktı. Bu ibare, aslında kozmopolitizm değil, küreselleşme hakkındadır ve evrimsel bir zorunlulukmuş gibi gözükmektedir. Barbar, geri kalmış ülkelerdeki “kabile”lerin kan savaşlarının felaket tellalları, diğer ülkelere saldırmak için seferber edilmiş birer kılıftır. Bu arada, zenginlerin sırtındaki vergi yükünün ve düzenlemelerin azaltılması ile daha güçlü bir devlet ortaya çıkıyor: habeas corpus (ihzar emri) ile jüri yargılamasını kısıtlayarak, hapis cezalarını sertleştirerek ve sınır devriyeleri dikerek. Aynı zamanda, her ne kadar devletten bağımsız olduğunu ısrarla ilan edip, böylelikle demokratik denetim formalitelerinden paçayı sıyırsa da, medya devletin bir uzantısı olarak işlev görmektedir.
Sabah Ülkesi’nin soruları tahmin ettiğim gibi bu senaryoya işaret ediyorsa, evet, ABD kozmopolit bir imparatorluk olarak kabul edilebilir. Neoliberal politikalar doğrultusundaki petrol imalatından kaynaklanan ve hızla tırmanan ekolojik kriz göz önünde bulundurulduğunda, bu kozmopolit imparatorluk türünün son örneği olabilir. İtalyan savaşlararası teorisyen ve aktivisti Antonio Gramsci, Roma’nın “emperyal kozmopolitizm”i ile Orta Çağ Kilisesinin Katolik evrenselliğini ele almış; kültürlerötesi entelektüel elit sınıf oluşturma uğruna memleketteki popüler unsurların bastırıldığını yazmıştır. ABD merkezli çokkültürlülük ve postkolonyalizm taraftarları demokratik kozmopolitizm modeli olarak “diaspora tebaası”nı örnek göstermektedir. Ne var ki bunu yaparak Gramsci’nin uyarısını göz ardı etmektedirler. Zira Gramsci göç ederken ve “Batı’nın en gelişmiş ülkelerinin kültürel ve tarihsel yaşam tarzını asimile ederken” aslında birer emperyal misyoner hâline gelen entelektüel sınıfı Emperyal Roma İmparatorluğu’nun göbeğine yerleştirme stratejisi bağlamında uyarıda bulunmuştu. Gramsci’nin beyanatına göre, Romalıların başlattığı bu süreç “Afrika pazarının ele geçirilmesi ve Amerikan medeniyetinin genişlemesinde araç olarak Amerikalı zencileri kullanan Amerika’nın yayılmacı politikasında” 19. yy’ın sonları ve 20. yy’ın başlarında Edward Wilmot Blyden ve diğerleri tarafından hazırlanan Afrika’yı sömürgeleştirme planlarına bakıldığında açıkça görülür. Günümüzdeki varyasyonlarına gelirsek, örneğin Hindistanlı ve Karayipli postkolonyal teorisyenlerden, Harvard ve Chicago Üniversitelerinde kürsü sahibi olan Salman Rushdie ile Michael Ignatieff ulusal özgürlük hareketlerini yerden yere vururken, “subaltern (alt) teba”yı göklere çıkarmıştır.
Bir zamanlar Dante ve Kant’i büyüleyen kozmopolitlik hayali şimdilerde ABD’nin reel politikası şeklinde korkunç bir görünümde karşımıza çıkmaktadır. Bu reel politikanın içinde acil intikal kuvvetleri, kurye jetleri, güdümlü nükleer füzeler ve insansız hava araçları yer almaktadır. “Evrensel Ulus” olarak Amerika suretinde yeniden yaratılmış olan bir dünya artık ne yazık ki uzak bir hayal değildir. Bu yeni dünya düzeni ise popüler kültür, moda ve internet vasıtasıyla yerini sağlamlaştırmaktadır.
Bu evrensel ulus tasavvuru artık hayal olmaktan çıkmış, gerçekliğe dönüşmüştür. Amerikalı hâkimler yargılama güçlerinin her yere eriştiğini iddia ediyorken, ABD yasaları olası düşmanların suikastlerine ve yabancıların kaçırılıp işkence edilmesine izin veriyorken, karşımızda yeni bir tür imparatorluk var demektir. Daha önce de değindiğim gibi, bu açıdan bakıldığında güneş Amerikan imparatorluğunun üzerinde asla batmazken, Amerika haricinde hiçbir yerde doğmamaktadır. Dolayısıyla karşımıza “büyük siyasi kargaşa” çıkmaktadır. ABD’deki siyasi solun birçok fraksiyonu, devletin düşman olduğunu; emperyalizmin sonunun geldiğini ve yerini “imparatorluğun” başsız bir türünün aldığını; bununla birlikte yeni siyasi fırsatların, bu yeni tebalarda da bulunduğunu tartışmakla meşguller. Buna karşın, dünyada var olan gerçek çok daha farklıdır. Bilgiye dayalı ekonomiden etkilenerek ABD imparatorluğu şimdilerde hegemonyasını yeni bir tür emperyalizm çeşidi yaratarak gerçekleştirmektedir. Bu yeni tür, imaj kapitalizmi denen aldatmaca üzerine kuruludur. Ne var ki bu yeni koşullar anlaşmazlıklara davetiye çıkarmaktadır. Örneğin, birçoklarının da yaptığı gibi bugünün emperyalizmi ile dünün emperyalizmi arasında temel bir fark olduğunu düşünmek yanlıştır. Nitekim, merkezin doğrudan uyguladığı bir hâkimiyet, bölgelerin uzun vadeli işgali, yerleşme ya da ilhak günümüzde mevcut değildir. Bu açıdan bakıldığında —her ne kadar Irak, Libya, Afganistan, Kolombiya, Filistin ve diğer yerlerde bu iddianın tersini doğrulayan kanıtlar olsa da— belli bir merkezi bulunmayan, şekilsiz ve kim tarafından yönlendirildiği belirsiz olan muazzam sermaye akışı aracılığıyla uygulanan emperyalizm temel olarak değişmiş ve belki de isminin hakkını bile veremez olmuştur. Kısacası, emperyal bir merkez yoksa ortada nasıl bir emperyalizm olabilir? Bize söylenen, hükümranlık ile güç arasında bir kırılma olduğudur. Hantal Amerikan canavarı kendi potansiyelini kontrol edemiyor; geçmişin kendine has emperyalizminden oldukça farklı şekilde bocalıyor; Çinli rakiplerinin direnişiyle karşılaşıyor ve gelişmekte olan Brazilya, Rusya ve Hindistan tarafından da topuklarından ısırılıyor.
Bu tartışmalı konu ile ilgili sorun hem teorik hem de fiilîdir. Askerî üsler, kalıcı olarak konuşlandırılmış deniz filoları, üstgeçitler, yerinde “danışmanlar” ve ABD’nin eğittiği paralı askerlerden oluşan muazzam ağ yoluyla, geçmişteki emperyalizm günümüzde büsbütün tekrarlanmaktadır. Her zamanki gibi, haritalar yeniden masalara serilmekte; yabancı kukla rejimleri kurmaları için casuslar yollayan Amerika imparatorunun koruması altında yeni ulusal hükümranlıklar yaratılmaktadır. Tüm bunlar olurken, diğer yandan, aralıksız altı yüzyıl boyunca işleyen ilkel birikimleri süsleyerek, yeni strateji söylemleri icat ederek bir “yenilik” algısı oluşturulmaktadır. Brezilya’daki az bulunur bitki örtüsü ile Nijerya, Meksika ve Angola’dan çıkarılan petrol ABD ile Avrupalı şirketlere patentlidir. Dahası, Kanada’daki masif su rezervleri çok düşük fiyatlarla özel holdinglere âdeta peşkeş çekilmiş; Çinli mahkûmların hayati organları ihracat uğruna âdeta bedenlerinden sökülüp atılmıştır. İmparatorluk kavramında değişen pek bir şey yok.
Ancak birtakım değişiklikler de mevcut. Roma’nın şu anki yüzü, Amerikan imaj kapitalizminin ışığında parlıyor. Günümüzde bu yeni emperyalizm hizmet ettiği ülkeden bağımsız olmasına dayanan bir ulusal görüşü dışarıya zorla ihraç etmektedir. Bu yeni görüş kendini “biz” kültürü ile sunmaktadır. Sessiz ama tesirli, kaynağı belli olmayan yollarla, kurulmuş bir saat intizamıyla işleyen medyanın susmayan yankılarıyla Amerikan küreselleşmesinin öz imajı “küresel ekümen”, “tek dünya kültürü”, “çokluk”, “diasporanın kamusal alanı” ve “göçebelik”tir. Hem postkolonyalizm hem de postemperyalizm nitelikli ulusalcılığın da ötesine uzanan bir dünya kavramı aslında daha çok ABD imparatorluğunun hususi millî mitolojisi olarak görülmelidir. Daha önceki yüzyıllarda dünyaya hükmetme hakkı nasıl medeniyet, kraliçe, beyaz ırkın sırtında taşıdığı ağır yük ya da bu beyaz ırkın hediyesi olan demiryolları bahaneleriyle meşrulaştırılmışsa, günümüzde de “yeni” ya da basitçe “küreselleşme” bahaneleriyle meşrulaştırılmaktadır.
Özgürlük Anıtı ve Ellis Adaları’nda somutlaşan ulusal mitolojiye göre, Birleşik Devletler’in resmî yönetim şekli dünyanın dört bir yanından gelen göçmenler ve mülteciler için âdeta bir cennettir. Buna karşın, illegal göçmenleri ırkçı fişlemeye dayalı olarak sistematik yurt dışı etme programı ve özellikle misafir işçilerin sömürülmesi hakikati ile birlikte göçmenleri siyasal devşirme programı yıllardan beri mevcuttur. Genel itibarıyla bu politika ABD ordusu ve ajanlarının savaşçı olarak bulunduğu ve ABD askerî güçleriyle iş birliği yapan ülkelerdeki çatışmalardan kaçmak zorunda kalan insan topluluklarının tercihlerine göre işlemektedir.
Birleşik Devletler’e yerleştirilen bu göçmen topluluklardan şu istenir: Amerika sınırları dışındaki özgürlükçü hareketlere ve NATO’nun isteklerine karşı boyun eğmek istemeyen bağımsız ülkelere ya da bu yeni gelenlerce değişmez şekilde “komünist” yaftasında bulunulan, yabancı devletlerdeki ilerlemeci ve özgürlükçü siyasilere karşı sürmekte olan ideoloji savaşına ideolojik destek sağlamak. ABD’ye ideolojik kaygılarla yerleştirilen toplumlar Florida ve New Jersey’de Kübalılar, Minnesota’da Hmonglar, Teksas ve Kaliforniya’da Vietnamlılar ile Laoslular, New Yok ve New Jersey’de Kosova Arnavutları’dır.
Sanki Birleşmiş Devletler dışarıdan düşman güçleriyle sarılmış vaziyetteymiş, yerde yatan yığınların değil de kendi komşu ülkeleri pahasına Amerika dış politikasını destekleyen göçmenlerin ülkeye kabul edilmesi ahlaki olarak daha doğruymuş gibi; ideolojik testleri geçenleri ülkeye alma politikası, Amerika’yı sığınma ve eğitim kışlasına çevirme teklifinden başka bir şey değildir. Aksi takdirde, demokrasi adına, bir dizi eski sağ görüşlü paralı askeri ve eski devlet adamını resmî olarak Birleşmiş Devletler’e kabul etme politikası nasıl meşrulaştırılabilir? II. Dünya Savaşı’nın Nazi medya uzmanlarını, ordu komutanlarını ve Soğuk Savaş’ın ilk safhalarına kadar da bilim insanlarını istihdam etme şeklindeki bu ABD uygulaması o zamandan itibaren bilinçli bir şekilde sürdürülmüştür: İran’ın devrik Şah’ı, Ferdinand Marcos, Anastasio Somoza, General Nguyen Ngoc Loan, Emmanuel (Toto) Constant, Luis Posada Carriles ve diğerleri bu örneklerden yalnızca birkaçıdır. Bu politikalar bu ülkenin isnat edilen değil de gerçek, politik vicdani değerlerini ortaya koyar.
ABD’ye dair sevilecek yine de çok şey var; bu ülke bize Herman Melville, David Foster, Ronald Reagan; Barbara Ehrenreich ile Sarah Palin’i verdi. Ne var ki, ülkeyi müşfik bir kozmopolit imparatorluk olarak tasavvur etmek hem şaşırtıcı hem de üzücüdür. Halk kitlesinin direnişine rağmen, ülkenin siyasi elit tabakası ülkeyi görünüşte yasalara uydurulmuş, kurumsallaşmış yolsuzlukla yönettiğinden, halkın bakış açısına göre, devletin ekonomik vizyonu çıkarcı bir büyüme ile derin bir toplumsal duyarsızlığa dayalıdır. Günümüzde ABD’yi en iyi şekilde yansıtan görüntü belki de elinde makinalı tüfek olan bir bebeğin görüntüsüdür: Kendini bilmeyen, masumiyetine sonuna kadar inanan, evden çıkmayan, acımasız, eleştirel düşünmeyen ve içgüdüsel olarak da Nietzsche hayranı.
Tarihinin en parlak zamanlarında, örnek almamız gereken köle sahibi kurucu atalarımızın vergi karşıtı isyanları değil; kolonyalizm karşıtı özgürlükçü hareketler ya da başkaldıran devletlerdir. İçimizden bazıları hayranlık uyandırıcı sosyal demokrat geleneği, anlaşmazlıkları uzun din savaşları yoluyla çözme alışkanlığına son vermiş oluşu ve (ABD’nin aksine) işleyen parlamenter demokrasisi göz önünde bulundurulduğunda, birlik olarak güçlenmiş bir Avrupa’nın ABD’nin emperyal planlarını engelleyeceğini bile ummuştu. Yazık ki, şimdi böyle bir umut yok. Yine de mimarisiyle göz kamaştıran Avrupa kenti kavramı —kozmopolitiklik daima bir kent anlayışı olduğuna göre— son dönem neoliberal kültürün Bombay, Sao Paolo, New York ve Mexico City gibi boğucu beton ve kontrplak labirentler görüntüsündeki anıt taşlarından çok daha caziptir.
ABD’nin geleneklerden kopması hem umut hem de korku verebilir. Yazının başında Brecht’in söylediği gibi, belki de ihtiyacımız olan şey, ABD’nin bize verebileceğinden daha iyi, daha geleneksel bir yuva/memleket anlayışıdır; sömürülmeye açık, “geliştirilecek” bir uzay değil, sabit ve kutsal bir yer (dünya gibi). Dünya ve insanlığın varlığını ABD’nin ticari anlaşmaları, Orta Doğu’daki petrol savaşları, Amerikan tipi tüketim, bilim karşıtı cehalet, stratejik israf tehdit etmektedir. Bunun yanı sıra, kendi modelimiz dışındaki herhangi bir ulusun alternatif sosyal sistemine karşı duyulan nefret de insanlığın akıbetini tehdit etmektedir. Hayır, bu kesinlikle bizim modelimiz değil.