Endülüs’e Serenat

Yılmaz Gümüş

  • Sabah Ülkesi - Cover
  • “Ben tarihçiyim”, demişti adamın biri hararetli bir şekilde, “Benim için şiir, bir vesikadır. Onunla doldururum mekânın mana boşluklarını, onunla okurum zamanın ruhunu ve yeri gelir onun üzerine bina ederim tarihi.”

    *** *** ***

    Zamanın dönüş yolunun taşlarıdır her bir mısra. Yatay olarak dizildiğinde tarih olur, dikey olarak bir şehir. Kişi kendine yönelttiğinde ibret, dosta söylediğinde nida, Rabbe yöneldiğinde ise dua. Ne der bize Endülüs, mısraların arasından dökülenleri toplayıp avucumuza bakınca.

    *** *** ***

    Gemiler yakıldı ki, var olma mücadelesi doğsun yok olma tehdidinden. Kulaçlar atıldı, sarıldı kısa sürede bütün kara. Varılan yer hep bir özlem yeridir önce. Sırtını dayayıp bir ağaca, dikiyor gözlerini doğuya Abdurrahman.

    Batıda bir ücrada; hurma ağaçlarindan uzakta
    Dikiverdim bir hurma
    Memleket sahillerinden ıralarda
    Yaşamaktayım artık yeni bir mezrada

    Ey hurma ağacı, sende benim gibi yetim
    Senden olanlardan uzak bir mukim
    Ağlıyorsun; sızılı bir serzeniş süzülüyor
    yaprakların uğultusundan, ruhum eziliyor

    Abdurrahman I., (yıl 780)
    Önce gurbet oldu Endülüs, şairlerin özlem duyan gönüllerine. Şiirine taklit dediler. Oysa, yürüyüp geldiği medeniyet yürüyüşünün kokusuydu üzerine sinmiş olan. Düşünemediler yüzyıllar sonra adlandırırken, o şiirin üzerinde uzun mesafelere rağmen bırakılan yerlerin reyhanının olduğunu. Yaşamayan garipliği, hissedemezdi verdiği sızıyı. Sızmadı o sızı o gönle, ve göremediler böylece mesafelere ve zamana rağmen kopmayan bağı. Yoksunluktan gelen mahzunluk, samimiyetten doğan masumiyet idi hâlinin özeti. Gemiler yakılmış fakat köprüler kurulmuştu. Bir ayağı doğuda, diğer ayağı adada iki tarafı birbirine bağlayan köprüler. Çok uzun sürmedi bu durum.

    Yer edinmek yâr edinmeye döner kısa sürede. Bütün imkânlar, bütün cezbedici unsurlar bir yana, hayat bağlar bulunduğun yere. Hayat, yani doğumlar, evler, bahçeler, ganimetler. Varlık, yoksunluğu hissettirmez olur artık. Bazen de ama ölümler, mücadeleler ve belki de en çok geri kazanılması gereken kaybedilenler. Kısacası öfkeler, husumetler, hırslar. Masumiyet yerini mahkumiyete bırakır. Kendine mahkum olan insan, nefsinin gardiyanlığına razı olur. İmkânlar iradesini rehin alır kişinin. Bile isteye teslim olur. Ve başlar gönüllü gönül köleliği. Hayat-ed dunya’ya varır hayyal ale’l-felah’lar. Toz pembe bir hayattır yaşanan toz duman olan bir dünyada.
    “Endülüs ülkesinde güzel yaşamın zevki vardır. Orada sevinç kalbi hiç terketmez.”

    “Oradaki tüm bahçeler, süslemede San’a’ya benzerken,
    bu görüntü nasıl olur da gözleri kamaştırmaz?”

    “Nehirleri gümüş, toprağı misk, bahçeleri ipek ve çakıl taşları incidir.”

    İbn Safar el Marinî (12. yy.)

    Şefaat için çıkılan yolda, sefahata dalınca, yeryüzünde misafir olmayı unutur, Endülüs. Sefer bitmiş, cenneti dünyada bulmuştur. Yolda olmayan yolda kalır ve nihayet yolsuz kalır. Artık gür sesin yerini sarhoşluk naraları alır. Önce farklılıklar kalkar ortadan, sonra da fark. Kendini kaybetmeye dursun bir topluluk. Kainat boşluk tanımaz. Hemen yerini alır başka bir unsur.

    “Rabbimizin haklarını kaybettik, O da bizi kaybetti.
    Tutunduğumuz kulp kopma noktasına geldi.
    Nice zamandır, dinimizi kötüden ayırdedemez olduk
    Gel de gör bak, nasılmış kendini bilememek.”

    (Yazarı bilinmeyen bir Endülüs şiiri)

    İlginçtir, bu hakikati ifade edenin isminin bilinmemesi.

    Bir deli idi,
    belki de bir mecnûn;
    belki de ama bir veli.
    Sesini duyuramamıştı besbelli.

    Zamanın dönmesi ile, uğradı içten içe bir dönüşüme Endülüs. Irmak’tan kana kana içenin direnci kaybolur, diye bildirilir bir ayette. Irmağa, yani hayata dalınca Endülüs, döküldü üzerinden benliği. Mecali kalmadı artık, bir yola baş koymaya, zamana kafa tutmaya. “Kuş bile tuzağa düştüğünde kurtulup yaşamayı ümid eder. Tüyleri yolunup uçamasa da, ayaklarıyla kanatlarıyla çırpınır.” der bir şair ve sitem eder düşülen bu hâle.
    Önce gemileri yakmıştı, zamanla köprüleri yıkmış oldu Endülüs. Ira kalmıştı evvelce yakın olan ötelere. Ne terk edebildi oraları, ne sesini duyan oldu berilerde. “Ey kardeşimiz, erimiyor mu kalbiniz başımıza gelen felaket ve bedbahtlik karşısında?” haykırışı ancak bugün yankılanabildi buralarda.

    “Hakir görüleceğin bir yerde bulunmaktan kendini tenzih et.

    Bulunacağın yer, küçük görülmeyeceğin bir yer olsun.
    Ölüm, şereften sonra zillet libasına bürünmüş hayattan evladır.”

    Ahmed ad-Dakkun (15. yy)
    Zordu imtihanı Endülüs’ün. Önce hayat teslim aldı onu, sonra mazisi. Bir de en acı olanı, nesliyle tehdit ettiler Endülüs’ü. Karakoç’un ifadesiyle, en etkin silahını çekmişti Batı. Ya değişeceksin demişti, ya da neslini teslim edeceksin. Giden gitti. Kalanlar hem değişti, hem neslini teslim etti.

    *** *** ***

    Bir kaf dağı masalı mıdır Endülüs, yoksa mazideki bir ütopya mı? Herkese istediği hisseyi sunan bir kıssa mıdır, yoksa bir ayet mi? Süslü bir anı mı sadece yahut yüzümüze tutulan bir ayna mı?

    *** *** ***

    Söyle Endülüs, imanın bedeli bir hicret misin, yoksa ihanetin bedeli bir sürgün mü? Veya ihmalin bedeli bir acı mısın, yoksa tuğyanın bedeli bir helak mi? Bir fatih misin, yoksa bir sefih mi? Söyle, cesaretinle örnek misin, yoksa cahilliğinle bir ibret mi?