Tasavvufun Altın Devri: Durağanlık ve İnhitâtın Başlangıcı
Ekrem Demirli
Bir bilimi veya düşünceyi “zirve” devrinde tanıyıp onun en velûd isimlerine, kurucu düşünürlerine ve yüz yılların birikiminin izlerini taşıyan eserlerine aşina olmanın zihne bir haz verdiği muhakkak! Bu haz bir bilim ve düşüncenin olgunluk evresine/zirveye ulaşmış olmasıyla entelektüel çabaların zafer ile taçlandığına şahitlik etmekten kaynaklanır; “zirve” ziyan olmamanın delilidir! Bir şeyin kemâle ermiş olması bir zafer ve başarıya işaret eder. Kemâle ulaşan bir düşünce veya bilimden söz etmek onun hakkında birçok olumlu hükmü vermemizi sağlar: tutarlılık, sağlamlık-sahihlik, intibak, evrensellik, kendini koruyabilme, yenileyebilme vb. Ardından bu hazzın derinlerinde bir burukluk barındırdığını da hissederiz; kişisel tecrübem tam da böyle oldu! Akademik hayatımı İslâm düşüncesinin en verimli alanlarından birisini teşkil eden tasavvufun “kemâl” devriyle bu devrin düşünce hayatı, o hayatın sorunları, büyük eserler ve kurucu düşünürleriyle sonraki temsilcileri üzerinde çalışmaya adadım. Onları tanımanın insana verdiği haz ile burukluk, daha sonra da “karamsarlık” insanın iç dünyasında gelgitler meydana getirir. “Zirveye çıkmak” en iyimser yorumla uzun veya kısa süreli durağanlık evresinin ilk habercisidir; gerçekçi bir bakışla ise inhitât evresinin getireceğini hissetmekten kaynaklanır bu burukluk! Zihnimiz farklı bilgi kaynaklarından ve daha çok gözlemlerden “Her kemâlin zevâli vardır.” şeklinde bilgece bir ilkeyi benimsemiştir. Bir şey kemâle varmışsa artık kemâlin zevâle yüz tutacağını kabul etmek “olabilecek âlemlerin en mükemmelinde” câri kurallarla barışık yaşamanın bilgeliğidir.
Zirveden veya kemâlden söz ederken akla gelebilecek bir soru şudur: Bir bilimin veya düşüncenin “zirve” veya kemâl/altın devrinden söz etmek ne zaman mümkün olabilir? Başka bir anlatımla zirveyi nasıl ve neye göre tespit edebileceğimiz bu bahiste üzerinde durmamız gereken ilk sorudur. Öncelikle iki husus göz önünde bulundurulabilir: Birincisi kemâlinden söz ettiğimiz devre ile önceki devirler arasında sürekliliğin tesisi gerekir. Söz gelişi fıkıh ilminin “kemâl” evresinden söz ediyorsak “zirve” olarak belirlediğimiz dönem ile önceki devir arasında bir süreklilik gözlemlenebilmelidir. Kopuşun olduğu bir yerde kemâlden söz etmenin anlamı yoktur. İkincisi zirve döneminden sonra o dönemi gölgeleyebilecek veya aşabilecek bir dönem gelmemelidir. Bu husus dikkate alındığında göreceli de olsa bilimlerin, düşünce ve sanat ürünlerinin zirvelerinden söz etmek için takip edebileceğimiz yöntemi tespit etmiş oluruz. Belki bir üçüncü şart daha akla gelebilir; o da zirve döneminin cihetinin tespitidir. Bununla birlikte şu hususu aklımızda tutmamız gerekir: Bütün bu sorulara cevap vermişken bile nesnel anlamda bir zirve tespiti yapabildiğimizden her zaman emin olamayacağız.
Tasavvufun Altın Devri: Meyve Veren Asır (Taşlanır)
“Tasavvuf bir din bilimidir.” Basit bir önerme şeklinde kurduğumuz bu cümle, geçirdiği tarihsel dönemler itibarıyla tartışılmış, eleştirilerle karşılaşmış bir cümledir. “Bilim” olduğu ölçüde tasavvuf bir başlangıç, gelişme ve olgunluk evresi içesinde ele alınabilir. Ancak dikkatimizi çeken hususlardan birisi tasavvufun en azından belirli bir evresinin “bilim” hüviyetini hâiz olmadığıdır. Bu devre, sünnî tasavvufun teşekkülünü önceleyen “ilk yönelimler asrı” ile onu takip eden üçüncü asırdır. Tasavvufun sonraki asırları için bu dönem bir referans çerçevesi olarak kabul edilmiş, kelimenin teknik anlamıyla “selef otoritesi” bu asırda karşılığını bulmuştur. Tasavvuf tarihi manevi hâllerin âyet, hadis ve tabakât kitaplarının tahsis edildiği bu imamların sözlerinin yorumlanmasından ibarettir. Başka bir ifadeyle sûfîler için Kitap ve Sünnet’in yanındaki öteki kaynak olan “İcmâ” bu asrın imamları olarak kabul edildi. Tasavvuf tarihinde bu dönem ile –ki genellikle Cüneyd-i Bağdâdî’yi kırılma noktası kabul edebiliriz- Cüneyd sonrası dönem arasındaki ilişkiyi kurucu devir ile şârihler devri şeklinde tasnif edebiliriz. Vakıa Ebu Nasr es-Serrâc, Kuşeyrî, Mekkî, Hucvirî vb. telif ettikleri, tasavvufun ilk devresi hakkında en önemli müracaat kaynakları sayabileceğimiz eserler gerçekte kurucu asrın eserleri değil, kurucu asrın takipçisi ve o sûfîlerin ve zâhidlerin sözlerinin tedvin ve şerh edildiği eserlerden ibarettir. Tasavvuf tarihi araştırmalarında bu husus gözden kaçırılır ve bu durum tasavvuf araştırmalarında yanılgılara yol açar. Tasavvuf tarihinde “birinci şârihler dönemi” bu ilk evrenin (zâhidlik evresi ile elimizde tabakât kitaplarında derlenmiş sözleri kalmış isimlerin dönemi) ardından gelen ve Cüneyd-i Bağdâdî’nin öncülüğünde teşekkül etmiş “sünnî tasavvuf” anlayışı içerisinde yazılmış eserlerdir. Söz konusu eserler ilk dönemdeki imamların sözlerini referans çerçevesi olarak kabul ederek ortaya çıkmış, gerçek tasavvuf ile bâtıl ve heretik anlayışları tefrik etmek maksadı taşıyan eserlerdi. Öyleyse tasavvuf tarihinde ilk “şârihler nesli” “imamların” izini takip eden ve onların sözlerini “tedvin” eden bu isimlerdi.
Tasavvufun altın devrini bu ilk imamların asrının teşkil ettiği –ikinci asrın başından dördüncü asrın başlangıcına kadar olan iki asırlık dönem- ikna edici gerekçelere dayanabilir: Her şeyden önce söz konusu insanların takip ettikleri aşırı riyâzetler, zâhidlik, ibadet hayatları vb. sonraki sûfîler için bile çetin sayılabilecek hayat tarzları onları mitolojik şahsiyetler hâline getirdi. Uzun perhizler, ibadetler, katı bir zâhidlik vs. Bu durum onların sözlerine de yansır: “Tasavvuf Allah’ın seni sende öldürmesi kendisiyle bâki kılmasıdır.” Bu dönemin ruhunu yansıtan bir tasavvuf târifidir bu! Başka hiçbir devresinde böyle “abartılı” örneklerle karşılaşmıyoruz. Bu dönemde ortaya çıkan tasavvuf anlayışı sonrası için iki şekilde ele alındı: Birincisi, büyük imamların sünnete uygun riyâzet ve mücâhede merkezli hayatları aşırı ve sapkın akımlara karşı tasavvufun kimliği olarak görüldü. Bu yönüyle söz konusu insanlar tasavvufu yaşayan ve onun spekülatif yönünden uzak duranlardı. Sonradan yaygınlaşan tasavvuf ise hâli değil, konuşmayı öne almış olmakla bu sûfîlerin yolundan uzaklaşmıştı. İkinci husus ise onların mânevi hâllerini anlatmak üzere kullandıkları bazı sözlerle ilgilidir. Bunların yoruma gerek olmayanları olduğu gibi alındı; yoruma gerek duyanlar ise “şatahat” başlığı altında toplanarak “ertelendi” veya “gizlendi”. Böyle sözlerin izahına dönük teşebbüsler olsa bile, şatahat “sırrı saklayan” olarak ehline bırakıldı ve tasavvuf içinde zenginlikten öte bir etkiye sahip olmadı.
İlk dönem tasavvufunun ana çerçevesini “müntehî (seyr ü sülûku tamamlayan)” sınıfının hâller ve makamlar anlayışıyla şatahatlarda saklanan düşüncelerde bulabiliriz. İlk dönemlerin bu otoritesi sonrası için de geçerli idi. Fakat yine de bu ilk dönem bir olgunluk dönemi olarak görülemezdi. Bunun en önemli sebebi bu “mitolojik” evrenin bir dilinin olmayışıydı; ilk sûfîler veya zâhidler bir hayat yaşamışlar, bir tecrübe elde etmişler ve tasavvufun çerçevesini belirleyecek şekilde hemen bütün bahislere temas etmişlerdi. Fakat yaşadıklarını söze çevirebilecek ve anlaşılır bir dille izah edebilecek bir dilleri yoktu. Bu nazarî dilin gelişebilmesi en az üç dört asra ve bu zaman diliminde İslâm toplumunu derinden sarsan büyük entelektüel krizlere ve çatışmalara muhtaçtı.
İlk sûfîlerin çerçevesini belirlediği düşünceler İbnü’l-Arabî’de nazarî anlatımını bulunca tasavvuf kelimenin teknik anlamıyla “kemâl” ve “altın” evresine ulaşmış oldu. İbnü’l-Arabî’nin ilk kaynağı şatahatlarda ve “müntehî (sülûku tamamlayan kâmiller)” sınıfının tasavvuf anlayışında dile gelen –aslında gelemeyen- îmâlar ve işaretler idi. İbnü’l-Arabî ilk dönem tasavvufunun bu iki noktada takip edebileceğimiz sözlerini ve anlatımlarını sistematik bir bütünlük içinde yorumlamakla tasavvufu yeknesak hâle getirmek istedi. İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinin anlaşılmasında bu tavrın belirleyici rolü vardır. Her şeyden önce İbnü’l-Arabî sûfîlerin çelişkilerden arınmış tutarlı bir yönteme sahip olduklarını kabul ediyordu; “tutarsız” felsefe ile “yetersiz kelâm” karşısına neyi yerleştirecekti ki? Felsefe ve kelâmla mücadele ederken farklı asırlarda ve mekânlarda yaşamış sûfîlerin aynı düşünceleri dile getirmiş olduklarının tespiti gerekiyordu. İbnü’l-Arabî’nin bu çabası ilk şârihler neslinin takipçisi olduğu asra özel bir önem vermesini gerektirdi. Bu durumda ilk asır tekrar ehemmiyet kazanarak yeni döneminde de tasavvufun referans asrı hâline geldi. Bu isimlerin başında Bayezid-i Bestâmî gelir, hiç kuşkusuz! İbnü’l-Arabî’nin metafizik anlayışını onun kadar etkileyen başka bir sûfîden söz edemeyiz.
Öyleyse şu soru ortada durmaktadır: Referans asrı ile altın çağ birbirinin aynı mıdır? Tasavvufun ilk evresi hakkında söylenmesi gereken husus şudur: Bu devir pek çok açıdan imamlar asrıdır, bu kesin! Lâkin onların sözlerine İbnü’l-Arabî’nin ve daha önceki birinci şârih neslin yorumlaması üzerinden âşinâyız. Başka bir anlatımla böyle sözler önümüzde bir dönem tarafından “yorumlanmış” hâlde durmaktadır. İlk sûfîler delillerini her zaman bulamayacağımız sözlerle parçalı bir tasavvuf anlatmışlardı. Anlattıkları parçalardan metin inşa etmek ve bütünlüğü ortaya koymak zaruriydi. Bu durum ilk dönem tasavvufunu sonraki döneme muhtaç kılmıştır. İlk dönem ikinci veya üçüncü devre tarafından “tefsir” edilince, metne dönüşmüş, göreceli olarak nazarî bir hüviyet kazanmış, tasavvuf tarihinde yerini almıştır. Tasavvufun ilk şârihleri bu yorumlama işini sınırlı bir ölçüde yapmayı yeğlemişlerdi. Bunun en önemli sebebi ilk şârihlerin amaçlarında bulunabilir: Onlar tasavvufu din bilimleriyle, bilhassa kelâm ve fıkıh ile uzlaştırmak, aşırılıkların önüne geçmek istiyorlardı. Bu da kelâm ve fıkhın gölgesinde bir tasavvuf anlayışı demekti. Dolayısıyla bu anlayış için lazım olduğu ölçüde önceki sözler yorumlanabildi. Bu durumda birinci “şârihler devri” için zirve dönemden söz etmek mümkün olamaz.
İbnü’l-Arabî ve Konevî: Tasavvufun Altın Asrı
Tasavvufun altın dönemi İbnü’l-Arabî’yle ortaya çıkmıştır. Her şeyden önce İbnü’l-Arabî‘nin bir geleneğin takipçisi olduğunun bilincinde olduğunu tarih yorumundan görürüz. Bunun için Hz. Peygamber’den itibaren kendisine kadarki yedi asırlık tarihi “mârifet teorisi” şeklinde tasnif eder. Ona göre zaman belirli bir maksada doğru ilerler. Zamanın kendisine doğru aktığı büyük maksat Hz. Peygamber’in varlığıdır. Bu durumda insanlık tarihinin altın asrı varlığın gayesine erdiği ve maksadın tahakkuk ettiği Hz. Peygamber’in asrıdır. İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle bu dönemde zaman başladığı ana tekrar dönmüş –dairevî varlık anlayışı- varlık tamamlanmış, kemâl gerçekleşmişti. Binaenaleyh insanlığın zirvesi Hz. Peygamber olduğu gibi varlığın kemâli de O’nda tahakkuk eder. İbnü’l-Arabî’nin düşüncesindeki nirengi noktası burasıdır. Peygamber ile zaman-varlık arasındaki irtibat göz ardı edilince, öteki düşüncelerinin anlaşılması mümkün değildir, daha doğrusu bir değeri yoktur. İbnü’l-Arabî kemâlini Hz. Peygamber’de bulan bir zaman ve varlık anlayışının yorumcusu olarak kabul edilmelidir. Burada zaman-varlık ile insan arasında kurulan metafizik irtibat Alman düşünür Martin Heidegger’in Varlık-Zaman (insan) irtibatında kısmen benzer. Her hâlükârda İbnü’l-Arabî varlığın belirli bir maksada doğru hareket ettiğini düşünür ve zamanın gayesi Hz. Peygamber’dir.
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesindeki büyük önerme budur. Bunun ardından zamanın bu büyük dönüşünü takip eden küçük evreden söz edebiliriz. Bu küçük dönüş Hz. Peygamber’in zamanının içindeki kısmî bir dönüşten ibarettir. Bunu İslâm’ın tarihi olarak kabul edebiliriz. İbnü’l-Arabî bu tarihi kendi içerisinde dönemlere ayırır. Önce Müslümanlar için büyük bir mesele olan sahabe nesli ile öteki asırların ilişkisini izah eder. Buradaki yaklaşım ilk zâhidler nesli ile sonraki sûfî nesli arasında da tesis edilebilir. İbnü’l-Arabî iman ve mârifet ayrımı üzerinde durarak ilk neslin üstünlüğünün iman bakımından olabileceğini, buna mukabil sonraki nesillerin mârifet cihetinden daha üstün olabileceğini söyler. İbnü’l-Arabî’nin bu bahisteki görüşleri velâyet ve nübüvvet anlayışının bir parçasıdır. Sonraki nesiller ilk neslin izini takip eder, fakat izde yürüyen izini takip ettiği kişiden daha çok şey görebilir (en azından onun görmediği izleri görür). Genel yaklaşım budur. Bundan hareketle İbnü’l-Arabî ilk neslin iman bakımından üstün olduğunu –ki bunun gerekçelerini izah eder- sonraki neslin de mârifet bakımından üstün olduğunu belirtir.
Sonraki neslin mârifeti ise İbnü’l-Arabî döneminde zirveye ulaşır. Konevî, İbnü’l-Arabî’nin bu görüşlerini destekler. Ona göre bu dönem ağacın meyveye durduğu dönemdir. Zirveye ulaşmak Konevî’de bariz bir şekilde göreceğimiz üzere bir karamsarlığa yol açar. Konevî kendisinden sonra mârifette bir gerileme olacağını rüyalarında görür; bundan söz eder.
İbnü’l-Arabî’nin tarih ve zaman anlayışı yaşadığı devri kemâl devri olarak görmesini istilzam ediyordu. Bununla birlikte iddiasını başka yönlerden de kanıtlamak mümkündür. Her şeyden önce bu dönem tasavvufun en temel iddiasının gerçekleştiği dönemdi. Tasavvuf kuşatıcı ve kapsayıcı bir ilim olmak iddiasındaydı (küllî ilim). Bunu Serrâc gibi ilk sûfîlerde bile görmekteyiz. Ancak bunu sağlayabilecek bir zemin veya araçlar yoktu. Bu durumda tasavvuf en iyimser yorumla fıkıh ve kelâm gibi ve onların kendi alanlarındaki otoritesini kabul eden bir din bilimi hâline gelebildi. İlk neslin başarısı buydu. İbnü’l-Arabî ile birlikte tasavvuf ilm-i ilahî, yani metafizik olarak kabul edildi. Artık tasavvuf öteki bilimlerle ilişkisinde bağlı bir ilim olmaktan çıkarak tikel bilimlerin gayesi olan külli bir ilim hâline geldi. Bunun için meselelerini yeniden belirledi, öteki bilimlerle ilişkisini yeniden kurdu, üslubunu değiştirdi, yöntemini açık ve belirgin bir hâle getirmek istedi, karşılaştırmalı bir yolla meseleleri vaz eyledi. Kendi dışındaki ekolleri –bilhassa felsefe ve kelâm gibi nazari disiplinleri- şiddetle eleştirdi ve onların yapamadığını yapmak istedi. Konevî’nin burada çok büyük bir etkisi olmuştur.
Öte yandan bu dönem tasavvufun bütün meseleleri için bir kemâl devresidir. Tasavvuf sadece bir bilim olarak tedvin edilmedi; ilk dönemde tasavvuf eserlerinde yer alan bütün bahisler bu dönemde ayrıntılı ve sistematik bir şekilde ele alındı, tasavvuf küllî bir disipline dönüştü. Bu meyanda ortaya çıkan eserler de daha öncesinde veya sonrasında âşinâ olmadığımız eserlerdi. Üzerinde durmamız gereken son husus ise şudur: “Zirve dönem” hakkında başta söylediğimizi burada hatırlarsak, zirveyi gerilemenin takip edeceği kesindir. Artık zirve döneminin ‘takdis’ edilmesiyle birlikte eşdeğer bir üretimden söz edilemez. İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin sonrasında gelen sûfîler arasında onlar kadar etkili bir isim ortaya çıkmadığı gibi onların eserleri kadar müessir veya değerli bir eser de yazılmadı. İbnü’l-Arabî sonrasının her iki düşünürü şeyh-i ekber veya şeyh-i kebir olarak nitelemiş olması bu kurucu düşünürler asrının bir övgüsünden ibarettir. İbnü’l-Arabî’yle birlikte zirvesine ulaşan tasavvuf –ilm-i ilahî- yeni bu zirveyi takip eden şârihler nesli eliyle sonraki çağlara taşındı. Bu da tasavvuf tarihinin ikinci şârihler nesli olacaktı.