İslam Dünyası Gerilemeye Ne Zaman ve Nerede Başladı? İslam’ın “Altın Çağı” Üzerine Yeni Düşünceler
Frank Griffel
Eylül 1683’te Alman, Avusturyalı ve Polonya-Litvanyalı askerlerden oluşan büyük bir ordu Kutsal Roma İmparatorluğu’nun başkenti Viyana’yı kuşatmış bulunan ve kendisinden daha büyük olan Osmanlı ordusunu mağlup etti. Aynı yıl, John Locke İngiltere’den Hollanda’ya kaçarak kendisini Yahudi felsefeci Baruch Spinoza’nın eseriyle tanıştıracak olan mahfillere katıldı. Locke Hollanda’da, en önemli felsefi eseri olan ve nihayet 1689’da Londra’da basılan The Essay Concerning Human Understanding (İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme) adlı eserinin taslağı üzerinde çalışacak vakit de bulmuştu.
17. yüzyılın son on yılları modern Avrupa tarihindeki son derece önemli iki olayın başlangıcını içinde barındırmaktadır: Aydınlanma düşüncesi ve Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri yenilgisi. Bu andan itibaren Avrupalılar, kendi tarihlerini bizim “modern” olarak tanımladığımız şekilde düşünmeye başladılar. Tarihi sürekli bir ilerleme olarak gördüler, onu giderek artan bir rasyonelleşme, özgürleşme ve de maddi servetin yaratımı ve siyasi gücün genişlemesi şeklinde anladılar. Buna mukabil, İslam dünyasına baktıklarında ise yalnızca bir gerileme gördüler.
Ortaçağların başından itibaren orta Avrupalılar İslam’ı, Avrupa’nın ezeli düşmanı/rakibi olarak, Avrupa ne demekse onun mutlak zıddı olarak görmeye gittikçe daha fazla alışmaya başladı. 17. yüzyılın sonlarına varmadan ise İslam’ın ilk ordularının Avrupa için oluşturduğu tehdit ortadan kalktı. 1683’te Türklerin Viyana kuşatması —1526’daki ilk Türk kuşatmasının bir benzeri— orta ve doğu Avrupa ordularının, birkaç yıl içinde Balkanlar’daki Osmanlı topraklarının neredeyse yarısının kaybedilmesine yol açacak olan başarılı bir karşı atağına yol açtı. 17. yüzyıl sona ermeden evvel, İslam orduları orta Avrupa ülkeleri açısından artık bir tehdit oluşturmayacaktı. Hatta tam tersi olacak, bir yüzyıl içinde bir Avrupa ordusu önemli bir İslam başkentinin kapısına dayanacak ve silahlarını oraya sevkedecekti. Temmuz 1798’de Napolyon komutanlığındaki Fransız ordusu Piramitler Muharebesinde Mısırlı kuvvetlere karşı kesin bir zafer kazandı. Bu yenilgi, ilk kez bir İslam ülkesinin Avrupa’nın sömürge idaresine girmesine neden oldu. Bununla birlikte Piramitler Muharebesi, 1798 ila 1920 yılları arasındaki süreçte neredeyse tüm Müslüman ülkelere karşı kazanılan pek çok zaferin yalnızca ilki idi. 1920’de Şam’ın kapıları önündeki Maysalun Savaşı’ndan sonra Türkiye, İran, Afganistan ve Arap yarımadasındaki bazı prenslikler hariç tüm İslam ülkeleri Avrupalılarca yönetilmeye başlandı.
20. asrın ortalarından dünyaya bakıldığında, İslam’ın gerileyişi açıkmış gibi görünüyordu. Sanayileşme önce İngiltere’de başlamış ve o zamana değin neredeyse tüm Avrupa ülkelerine yayılmıştı. Ancak 1950’li yıllarda henüz tek bir İslam ülkesi dahi sanayileşmemişti. Sanayileşmeyle birlikte toplumda, servetin muazzam artışı ile yaşam standartlarının iyileşmesi, daha iyi sağlık hizmetleri, kitlesel okuryazarlık ve eğitim, ailelerin sahip olduğu çocuk sayısında kademeli düşüş gibi büyük çaplı değişimler meydana geldi. Sanayileşme bazı Müslüman ülkelerde henüz baş göstermeden bu süreç orta Avrupa’da çoktan tamamlanmıştı. Buna binaen, 1940’larda Müslüman dünyanın büyük kısmı Avrupalıların hâkimiyeti altındaydı ve İslam dünyasının bir gerileme içinde olduğu açıktı.
Gelgelelim, bu bilgi yığınına başka türlü de bakılabilir. Bir açıdan, İslam dünyasının “Üçüncü Dünya”yı oluşturan diğer çoğu ülke gibi gerileme içinde olduğunu söyleyebilir. Diğer bir açıdan ise Avrupa’da, dünyanın başka yerlerindeki yaşam alanlarını genişletmeye iten radikal ve beklenmedik bir şeyin gerçekleştiği söyleyebilir. İşte bu bağlamda, 1700’den bu yana gelişen süreçte gerçekleşen şey İslam’ın çöküşü ya da gerilemesi değil, Avrupa’nın yükselişidir. İslam dünyası bu yükselişi ilk önce Balkanlar’da hissetti. Osmanlı kuvvetlerinin Avrupalılar tarafından defaatle yenilgiye uğratılması İslam dünyasında ilk dalga reformlara neden oldu. 1826’da yeniçerilik kaldırıldı ve kısa bir süre sonra da Tanzimat reformları (1839-76) başladı. Osmanlı İmparatorluğu daha fazla toprak kaybını önlemek için Avrupalıları zafere götüren silahları, örgütlenmeyi ve stratejileri benimsedi. Bu reformlar genellikle “modernleşme” olarak tanımlanmaktadır. Modernliğe girişi simgeledikleri için bu tanım doğrudur. Ancak bu reformlar, askeriye ve toplumun diğer alanlarının “Avrupalılaşma”sı ya da daha çok “Batılılaşma”sı olarak da tanımlanmaktadır.
Batılılaşma, sömürge altında olmayan Osmanlı İmparatorluğu’nu etkiledi, fakat İslam dünyasında daha sonra Avrupalıların hâkimiyeti altında giren ülkeleri daha fazla etkileyecekti. Bu, geleneksel İslam toplumlarının melez toplumlar hâline gelmesi demekti. Bu toplumlar kendi geleneksel örgütlenmelerini gittikçe daha çok Batılı usullerle meczettiler. Doğrudan sömürge idaresi altında olan Müslüman ülkelere Batılılaşma, bu ülkeleri daha iyi yönetmek ve onların zenginliklerini daha ustalıkla istismar etmek için getirildi. Avrupalılar toplumu, vatandaşının yararına “modern”leştiriyormuş gibi yapsa da biz asıl meselenin bu olmadığını artık biliyoruz. İyi niyetli olmuş olsalar dahi, Avrupalı sömürgeciler geleneksel Müslüman toplumların işleyişini anlamaktan yoksundu. Bunu neticesinde onları kalkındırmayı da beceremediler. Geleneksel Müslüman toplumların Avrupa toplumlarına göre düpedüz ikinci sınıf olduğuna inanıyorlardı ve mevcut olanın, Batılı olanın gelişiyle iyileştirileceğine kani idiler.
1800’den önceki asırlarda —sömürgecilik başlamadan önce— İslam dünyasında gerileme anlatısı İslam dünyasının sömürgeleştirilmesinde temel esaslardan birini teşkil ediyordu. Avrupalı seyyahlar, yazarlar ve bilim insanları Ortadoğu’da maddi ve manevi bir çöküş gözlemlemiş ve bunun ilacının Avrupa sömürge hâkimiyetinde bulunduğuna kanaat getirmişlerdi. Avrupalılar, Aydınlanma boyunca ilerlemeyi doğal bir süreç olarak algılayageldiler. Onlara göre, eğer bir toplum Avrupa ile aynı müspet şekilde gelişmiyor ise orada yanlış bir şey vardı. Yine, İslam dininin içinde bulunduğu topluma iyice kazındığını ve bu nedenle de orada husule gelen her şeyi nihai olarak açıklayabileceğini düşünüyorlardı. Müslüman toplumlar, İslam dininin üzerilerindeki sıkı denetiminden dolayı orta Avrupa’nın müşahede ettiği gibi bir ilerlemeye tanık olmuyorlardı. Gelişmekte olan Müslüman ülkeler ise İslam ile yönetiliyor olan, ancak onun yerine sömürge idaresini tesis etmekte olan ülkeler demekti. Aydınlanma düşüncesi, İslam dünyasının sömürgeleştirilmesine meşruiyet sağlıyordu.
1950 dolaylarında Batılı ülkelerle İslam dünyası arasındaki ekonomik uçurumun muazzam olduğu noktasında şüphe yoktur. O zamanlar en müreffeh ülke ABD idi; onu Yeni Zelanda, Avustralya ve İsviçre ile Birleşik Krallık gibi Avrupa ülkeleri izliyordu. 1950’deki refah seviyelerine göre yapılan 52 ülkelik listede 33. sıradaki yeriyle Fas, İslam ülkeleri arasında en üst sırada bulunuyordu. Fas’ın kişi başı gayri safi milli hasılası ABD’ninkinin %20’sinden daha azdı. Fas’ın bir sıra altında Türkiye bulunuyordu ve kişi başı gayri safi milli hasılası ABD’ninkinin %15’inden azdı. Ne yazık ki, 1800 dolaylarında İslam dünyasında yapılan ekonomik üretime ilişkin veriler bulunmamaktadır. Bununla birlikte Batı ile İslam ülkeleri arasında ciddi bir fark olduğundan şüpheliyim. 1800 yılı civarında dünya üzerinde en müreffeh iki ülke İngiltere ve Hollanda idi. Ancak bir yanda Kahire ve İstanbul, öte yanda Londra ve Amsterdam gibi şehirlerdeki yaşam standartları arasındaki fark bu tarihte çok yüksek olmayabilir.
İslam ülkelerini ziyaret eden çoğu Batılı seyyah gerileme intibaıyla dönerken, oradaki kültürle iyice haşır neşir olan bazıları ise şahit oldukları örgütlenme ve uzmanlık düzeyinden etkilenmişlerdi. İngiliz Edward W. Lane, örneğin, 1830 dolaylarında Kahire’de beş yıldan uzun kalmış ve Mısır’da şehir hayatıyla ilgili 600 sayfayı aşan detaylı bir eser neşretmişti. O zamanlar Lane’nin bahsettiği “gerileme”, dindarlık ve geleneksel İslami eğitim ile ilgiliydi. Bunu şöyle açıklamaktaydı: “Fransız ordusu buraya girmeden önce eğitim Kahire’de çok daha üretken bir durumdaydı (…).” Lane’nin tasvir ettiği şey, 1798’deki Fransız işgalinden sonraki Batılılaşmanın ilk etkileridir. 18. ve 19. yüzyıllarda Lane’nin ve diğerlerinin Müslüman şehirler hakkındaki detaylı tanımlarını okuyunca buralarda çöküş ya da gerileme içinde bir toplumun bulunduğu izlenimini edinmiyoruz. 17. ve 18. yüzyıllar Paris’in Binbir Gece Masalları’yla takıntılı olduğu, Amsterdam’ın Türk laleleriyle çılgına döndüğü, Londra’nın kahvehane kurumunu alıp benimsediği zamanlardı. İslam dünyasındaki kültür ürünlerinin 17. ve 18. yüzyıllarda Batı’ya aktarımı muazzamdır. Sonraları, sömürgecilik Batı ve İslam arasındaki ilişkinin niteliğini belirlemeye başladığında ancak, bu yıllar Müslümanların gerileme süreci olarak ilan edilmiştir. 1800’den önce İslam toplumlarına bakacak olursak geniş ölçekli bir gerilemeden bahsetmek zordur. Elbette bazı ülkelerin, bilhassa da Babürlüler ve Osmanlılar gibi büyük imparatorlukların ekonomik durgunluktan kaynaklı ciddi siyasi sorunlar yaşadığına tanık oluyoruz. Ancak diğer Müslüman bölgeler, özellikle de Arap yarımadasındakiler, bundan kurtulmayı başarmış ve ekonomilerini güçlendirebilmiştir. 1800’den önce İslam dünyasında gördüğümüz şey belirli bir ekonomik bölgede gerçekleşen olağan iniş-çıkışlardır.
Daha 18. yüzyılda, Avrupalı güçler Hindistan’da Babürlüler ya da Balkanlar’da Osmanlılar gibi bazı İslam devletlerinin dönemsel zayıflıklarından faydalanmakta kararlıydılar. Bu durum, 1850’den sonra önde gelen Avrupalı güçler arasında İslam dünyasının sömürgeleştirilmesi hâline dönüştü. Fakat Müslüman orduların savaş meydanlarındaki yenilgisi bizi yanlış sonuçlara götürmemeli. İslam toplumları bazı Batılı yazarların okurlarını inandırmaya çalıştığı gibi çürümüş değildi. İslam medeniyeti, 1798’e —İslam dünyasında Avrupa sömürgeciliği başlayıncaya— dek, aşağı doğru değil, doğrusal bir gelişme sürdüren bir proje idi. İslam dünyasındaki ekonomiler, 18. yüzyılda İngiltere ve Hollanda’da elde edilen büyüme oranlarıyla rekâbet edemedi. Bununla birlikte, İslam medeniyeti tamamen çöküşte olan bir yol da izlemedi. Daha önceki yüzyıllarda ihdas edilmiş olan kurumları üzerinde sağlam bir biçimde durarak yavaş yavaş gelişti ve değişen koşullara ayak uydurdu. Dinî, yasal ve siyasi sistemi; kültürü, bilimi, edebiyatı ve felsefi fikirleri yavaş da olsa gelişti ve kendi toplumlarındaki değişimlere cevap verdi. Müslüman kültür, Avrupalıların içinden geçtiği bin bir çeşit devrime tanık olmadı. Kopernik devrimi yoktu, Descartes yoktu ve yine 1789 Fransız devrimine benzer bir şey yoktu. İslam kültürünün zihni gelişiminin bir parçası eskiyi tümüyle saf dışı etmek değil, onu yeni ve yabancı olanla birleştirmekti. İslam kültürü doğu, İran, Hint, Yunan ve orta Avrupa etkilerini meczetmişti. Kendi gelişim türü içerisinde bunların hiçbirini elememiş ancak onları pasifleştirmişti. İslam’da devrime değil toplum ve kültür içerisindeki pek çok farklı unsurun kendine yer bulduğu senkretizme doğru bir eğilim bulunuyordu. Bu genel olarak, hem iç şiddet (devrimler ve ayaklanmalar) hem de dış şiddet (savaş ve istilalar) açısından Batı’ya nazaran daha az şiddet içeren toplumların oluşmasını sağlıyordu. Batı’daki gibi hızlı bir ilerleme olmasa da 1800’den önce İslam toplumlarında herhangi bir gerileme de bulunmuyordu. Klasik döneminin ardından “gerileme içindeki İslam” anlatısı, Avrupalıların Müslümanlar üzerindeki hâkimiyetini meşrulaştırmayı hedefleyen bir Batılı sömürge dönemi uydurmacasıdır.
Şayet elimizde İslam ülkelerinin ekonomik gücüyle ilgili güvenilir bilgiler bulunsaydı bu bilgiler ekonomik durgunluğun, çok büyük ihtimalle, Avrupalıların İslam ülkelerinin denetimini ele geçirdikten sonra başladığını gösterecekti. Sömürge hâkimiyeti, İslam ülkelerinin uzun zamandır var olan yasal sistemini ve çeşitli eğitim sistemlerini yıkıma uğrattı. Mevcut mal akışları, iş gücü olarak nüfus akışı ve para akışları büyük ölçekte zarar gördü. Uzayan sömürge hâkimiyetinin, sömürge ekonomilerinin kademeli olarak ekonomik gelişimine yol açtığı doğru olsa da Batı hukuku, eğitimi ve Batılı ticaret usullerinin gelişi büyük çaplı müdahalelere ve ekonomik gerilemelere neden oldu. Kültürel çöküş ise çok daha büyük idi. Tüm edebi biçimlerin modası geçti, eğitim biçimleri terk edildi ve hatta toplumun sahip olduğu değerler değişti. Bir nesil önce iyi, üretken ve verimli addedilen bir hayat tarzı, Batılı eğitimin gelişinden sonra değersiz ve işe yaramaz olarak görülmeye başlandı. Bu gelişmeler yalnızca doğrudan sömürge idaresi altındaki ülkeleri değil, Türkiye, İran ve Arap yarımadasındaki İslam ülkelerini de etkisi altına aldı.
1100 civarında son bulan bir “altın çağ”dan sonra İslam toplumlarında başlayan sürekli gerileme fikri, Aydınlanma düşüncesinin bir parçası olarak gelişmiştir. Bu, başlangıçta, tamamen Batılı bir fikirdi ve bu fikir, 1860’tan önce İslam dünyasında yazılan eserlerde görülemez. Ancak, ne zaman ki, Batı’dan yapılan tercümelerle İslam dünyasına girdi, bu fikir pek çok Müslüman yazarın benimseyeceği şekilde güçlendi. Bizzat Müslümanlar, 19. ve 20. yüzyıllarda kendi toplumlarının, Abbasilerin zirvede olduğu döneme kıyasla geride olduğu fikrine inanmaya başladılar. Bazıları Müslüman toplumların ilk zamanlarına dönmesi gerektiğini düşünüyordu. Bu durum, bizim, bugün hâlen gördüğümüz selefi düşüncenin muhtelif yönelimlerinin doğmasına neden oldu. Diğerleri ise Batılı usullerin, bazı İslami unsurlarla meczedilerek, tamamen benimsenmesinin Müslümanların ihtişamının geri dönmesini sağlayacağını düşünüyordu. Her iki yaklaşım da, bana kalırsa, yanlıştır. Her ikisi de sömürge çağının eşiğindeki Müslüman toplumların yetersizlik ve gerileme içinde olduğu fikriyle maluldür. Hâlbuki bu, gerçek bulgulara dayanmaktan çok politik bir olgudur. Umuyorum ki, bir gün, Müslümanlar kendi medeniyetlerinin, bugün itibarıyla neredeyse 1000 yıllık olan, sürekli bir gerileme içinde olduğu savına karşı ciddi bir eleştirel bakış geliştirecektir. Müslümanların kendi toplumları için samimiyetle başarmayı istedikleri türden bir gelişme, ancak, hepimiz bu fikri tümüyle geride bıraktığımızda mümkün olabilecektir.