ALTIN ÇAĞ METAFORU ETRAFINDA TÜRK DÜŞÜNCE TARİHİ
Fatih M. Şeker
Altın çağ metaforunun siyasetle fikriyâtın iç içe girdiği konulardan biri olduğu teslim edilmesi gereken bir hakikattir. Bir başka ifadeyle siyasî meselelerin fikrî bir zemine fikrî meselelerin de siyasî bir çerçeveye sahip olduğunu gösterebilecek hususlar bu vadide toplanabilir. Türk düşünce tarihinin Osmanlı asırları bir kül olarak göz önüne getirildiğinde görülür ki sonraki dönemler geride bıraktıkları devirleri idealize ederler ve bu idealizasyon meselelere göre değişir. Âşık Paşa-zâde, Kemâl Paşa-zâde, Lütfi Paşa, Taşköprî-zâde, Gelibolulu Âlî, Koçi Beg, Peçevî, Kâtip Çelebi, Na‘îmâ, Sehî Beg, Cevdet Paşa, Namık Kemal ve Yahya Kemal’in şahsında altın çağ farklı hükümdarlarla aynîleşir. Her devir kendine göre bir altın çağ modeli icad eder. Bu demektir ki altın çağ metaforunun öyle genel geçer bir tasvir ve tahlilini yapmak neredeyse imkânsızdır. Hâdise zamana ve zemine tabi olarak değiştiğine göre bu istikamette verilen hükümleri tarihî gerçeklerin yerine ikame etmek zannedildiği kadar kolay değildir. Bizden çok evvel Hâbnâme müellifi Veysî’nin de gündeme getirme ihtiyacı hissettiğine göre her düşünür kendi devrini krizle özdeşleştirme gayretkeşliği içine girer. Bu zaviyeden bakıldığında bir realizasyon olduğu kadar bir idealizasyon olan altın çağ anlayışının bir taraftan geçmişi cennet, mevcudu da cehennem olarak tasvir ettiği söylenebilir. Yaşanılan zamanı değerlendirmek için geçmiş bir ölçü ve standart olarak görülür. Mevcut vaziyet eleştirildiğinde geriye dönülür. Geriye dönüldüğünde de mevcut gidişât sorgulanarak idrâk edilen döneme hitap edilir.
Batı düşüncesi için altın çağ Ortaçağ’dır; zira Avrupa’nın entelektüel tarihinde zirve bu zaman aralığında toplanır. Bizde ise entelektüel hayatın manivelası olarak felsefeyi görenler için zirvede İbn Sînâ, kelâmı kabul edenler için felsefeyi filozof kimliğine bürünerek hesaba çeken Gazzâlî, keşfi esas alanlar için de aklın otoritesini aklın imkânlarından istifade ederek sorgulayan hâliyle keşfe entelektüel bir alan açan İbnü’l-Arabî vardır. Esasen her üç düşünür de teşekkül eden birikimin bir semeresi ve hülasasıdır. Mesela Fârâbî, Mâtürîdî, İbn Sînâ ve Yûsuf Has Hâcib’ten geçildiğinde görülür ki Gazzâlî’nin gelmesi için bütün zemin hazırdır. İbn Sînâ Gazzâlî’nin Gazzâlî de aklı ortadan kaldırmayı değil, hakîkate ermek için onu itikâdî ve keşfî standartlara boyun eğer hâle getirmeyi hedefleyen İbnü’l-Arabî’nin yürüyeceği yolları döşer. Burada İbn Sînâ, Gazzâlî ve İbnü’l-Arabî’nin şârihi olarak görülebilecek düşünürlerin seleflerini demir leblebi hâline getiren taraflarına intikal ettiğimizde ise zirveye yeni zirvelerin eklendiği müşahede edilir.
Seleflerinden hiç de aşağı kalmayan İbn Rüşd ve İbn Haldûn başta olmak üzere İşârât şerhi İbn Sînâ’nın cerhi olarak görülen Fahr-i Râzî ile en az Fususu’l-Hikem derinliğinde şerhler kaleme alan Dâvûd-ı Kayserî ve Abdullah-ı Bosnevî hemen akla gelebilecek örneklerdir. Gene Molla Câmî’nin ifadesiyle İbnü’l-Arabî’yi mahza metafizik bir çehreye büründüren Sadreddîn-i Konevî bir başka örnektir. Selçuklu-Osmanlı düşüncesinin remzi olan Gazzâlî altın çağı temsil eden düşünürse Gazzâlî-yi sânî vasfına sahip olan İsmail Hakkı Bursevî ile Gazzâlî ayarında bir mütefekkir olduğuna şehadet edilen filozof-şeyhülislâm Kemâl Paşa-zâde kimdir? Aynı şekilde İbn Sînâ altın çağın merkezî düşünürüyse onu hem tahkik hem de tenkit eden Gazzâlî İslâm düşünce tarihinin hangi aralığına sıkıştırılabilir? Yahut da Mesnevî’yi felsefî bir derinliğe büründüren Mevlânâ-yı Sânî İsmail Rüsûhî Dede nereye oturtulabilir? Fusûs ve Mesnevî şerhleriyle İslâm irfân mirasının lübbü’l-lübbü olan Ahmed Avni Konuk’un eserleri yalnızca İbnü’l-Arabî ile Mevlânâ’ya dönüş müdür? Kâtip Çelebi, Na‘îmâ ve Cevdet Paşa’nın klasik dönem düşünce hayatını bir kalemde Mukaddime’de hülasa eden İbn Haldûn’la irtibatı da altın çağ metaforunun düşünceyi belirli isimlerde ve dönemlerde dondurmaktan başka bir mânâ taşımadığını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İyi bir örnek de şudur: Taşköprî-zâde siyasî açıdan zirveyi temsil eden Kânûnî Sultan Süleyman Hân döneminin bir temsilcisi olsa da siyasetnâmeler bir bütün olarak okunduğunda ortaya çıkan tablo şudur ki Kânûnî Sultan Süleyman öyle iddia edildiği gibi Fatih Sultan Mehmed Hân veya Yavuz Sultan Selim devrinin ilerisinde değildir. Manzarayı tamamlayan bir başka husus da Taşköprî-zâde’nin geçmişe bakarak durduğu yeri tahkim ve takviye etmeye çalıştığı gerçeğidir. Fatih Sultan Mehmed Hân, Yavuz Sultan Selim ve Kânûnî Sultan Süleyman’ın hükümdarlık zamanları Gazzâlî, İbnü’l-Arabî ve Fârâbî’nin aktüel olduğu zaman dilimleridir. Üstelik Gazzâlî zevalde kemâli temsil eden Cevdet Paşa’nın şahsında da tazeliğini muhafaza eder. Vaziyet Cumhuriyet devrinde de öyledir. Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar’da Cumhûriyet Osmanlı irtibatını tabiî bir teşekkül hâline koyarak gündeme getirdiği Yûnus Emre, ikinci Gazzâlî olarak nitelenen Bursevî’nin Ferahu’r-Rûh’taki değerlendirmelerinin devamı olarak okunabilecek karakterdedir. Osmanlı düşüncesini Selçuklu asırlarının bir devamı olarak gören ve öteden beri hükmünü sürdüren çerçeveyi tazeleyen her bir düşünür, tarihte müşahhas hâle gelen zihniyet etrafında arayışını sürdürür. Tarihî aktüel kılarak kendisini geleneğe bağlar. Böylece tarihe mâl olmuş selefleriyle birlikte varlık ve mânâ kazanır.
Meseleye Gazzâlî’nin yazdığı her satır muteberdir hükmünü veren Cevdet Paşa üzerinden devam edebiliriz. Yaşadığı devir her ne kadar zevâl devri olarak görülse de Paşa fikir hayatımızda kemâli temsil ettiğine göre bu durumu, pekâlâ Paşa’nın ve Paşa’yı yetiştiren geleneğin büyüklüğüne hamletmenin lüzumu ortadadır. Eliot’un bir klasik sadece bir medeniyet, bir dil ve edebiyat olgun bir çağa eriştiği zaman doğar ve nihayet bir klasik, olgun bir dimağın mahsulüdür sözünden hareket edersek en büyük müverrihimiz olarak kabul edilen Cevdet Paşa’nın Tarih-i Cevdet’ini Kemâl Paşa-zâde, Taşköprî-zâde, Kâtip Çelebi, Gelibolulu Âlî ve Naîmâ’yı yetiştiren bir geleneğin olgunluk noktası olarak görebiliriz. Yaşadığı devrin Cevdet Paşa’nın çok gerisinde kalması ise bizi şaşırtmamalıdır; zira gene Eliot’un değerlendirmesiyle fert olarak olgun bir dimağa sahip olan bir yazar, ulaştığı olgunluk seviyesinin altında bir devirde yaşıyor olabilir. Bu demektir ki biz onda kendisinden önceki birikimi öz hâlinde bulabiliriz. Hâliyle tarihî birikimin hem maziye istikamet veren hem de yaşadığı anın ihtiyaçlarını karşılayan cephesini öne çıkaran Cevdet Paşa’nın şahsında klasik dönem tarihçilerinin yeni baştan güncel hâle geleceği izahtan varestedir. Bu cephesiyle altın çağ metaforu siyasî gelişmelere indirgendiği takdirde zeval döneminde ortaya çıkan kemâl tipleri izah etmek mümkün değildir. Altın çağ metaforu bu bakımdan meseleyi şablona feda etmekte, düşünceyi kendi tabiatının dışına çıkarmaktadır. Hâlbuki teşekkül eden ilmî zihniyet, aktüel ihtiyaçları karşıladığı müddetçe hükmünü yürütmeye devam eder, tabiî olarak meseleleri çözmeyi sürdürür. Bu mânâda geçmiş modern bir karaktere sahip hâle gelir.
Gözden kaçırılmaması gereken bir başka husus da zirveye götüren yolların da en az zirve kadar ehemmiyetli olduğu gerçeğidir; zira düşünce dediğimiz şey her şeyden evvel bir birikim eşliğinde yol alır. Bu zaviyeden bakıldığında altın çağ metaforunda zamana kafa tutmak, zamanın üstüne yükselmek mânâları olduğu gibi mefhum-ı muhalifinden hareket edildiğinde aktüelliği yitirmek de vardır. Maziye mütemadiyen dönme ihtiyacı hissedildiğine göre hâlıhâzırda mazi hükmünü yürütmüyor demektir. Yahya Kemal’in de dikkat çektiği gibi bir de şu var: “Hakikatte mazi, hâl ve istikbal yoktur. Ortada bir imtidâd vardır”; zira hâl dediğimiz şey yarından sonra mazi olacaktır. İstikbal dediğimiz gelecek günler de zaman yürürken hâl olacaklar, sonra da maziye karışacaklardır. Bu bakımdan öncekiler sonrakilerin yürüyeceği güzergâhı belirler; sonrakiler de öncekileri yeni baştan şekillendirir. Gerçekleşen her şey, gelecekte hayat bulacak şeylerin habercisi olur. Geçmişe ihtiyaç duymayan bir geleceğin mümkün olmadığı gerçeği kendini gösterir. Mazi hâli ve geleceği belirlediği gibi hâl ve gelecek de maziyi yeni baştan şekillendirir. İdrâk edilen zaman ve zeminden geçmişe bakma ihtiyacı hissedildiğine göre ölçü ve realitenin tarih olduğu kendiliğinden ortaya çıkar.